/

Liberteryenizm (Stanford Felsefe Ansiklopedisi)

7256 görüntülenme
88 dk okuma süresi
Kualia Analitik Felsefe

Kualia Analitik Felsefe

 

Kaynak: van der Vossen, Bas, “Libertarianism”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Spring 2019 Edition), Edward N. Zalta (ed.), https://plato.stanford.edu/entries/libertarianism/

Çevirmen: Cemil Okumuş

Editör: Hasan Ayer

Liberteryenizm

 

Liberteryenizm siyaset felsefesi içerisinde yer alan bir düşünceler ailesidir. Liberteryenler bireysel özgürlüğe büyük önem vermekte ve bunu bireysel özgürlüğün güçlü bir şekilde koruma altına alınmasını gerekçelendiren bir şey olarak görmektedirler. Bu yüzden onlar, güç kullanma yetkisinin adalet tarafından katı bir şekilde sınırlandırılması gerektiği üzerinde ısrarla durmaktadırlar. İnsanların belli şeyleri yapmaya zorlanmaları (özellikle başkalarının haklarını çiğnemekten kaçınmaları gibi) meşru olmakla birlikte insanlar toplumun genel iyiliği ya da kendi kişisel iyilikleri doğrultusunda hareket etmeye zorlanamazlar. Bunun bir sonucu olarak liberteryenler bireysel özgürlük ve mülkiyet hakkını güçlü bir şekilde savunmakta; eşcinseller için eşit haklar, uyuşturucu kullanımının suç olmaktan çıkarılması, açık sınırlar ve askeri müdahalelerin çoğuna muhalefet etme hakkı gibi sivil özgürlükleri müdafa etmektedirler.

Dağıtıcı adalete (Distributive justice) dair liberteryen yaklaşımlar tartışmalıdır. Liberteryenler bu bağlamda tipik olarak serbest piyasa ekonomisine benzer bir şeyi savunmaktadırlar. Bu, özel mülkiyete ve insanlar arasındaki gönüllü ticari ilişkilere dayalı bir düzendir. Liberteryenler genellikle çağdaş refah devletlerinin geniş ölçekli, zorlayıcı yeniden dağıtımcı uygulamalarının meşrulaştırılamayacak bir zorlamaya dayandığını düşünmektedirler. Aynı durum lisans yasalarını da içeren pek çok ekonomik regülasyon için de geçerlidir. Liberteryenler insanların kişisel ve sosyal yaşantılarında bireysel özgürlük hakkına sahip oldukları gibi ekonomik yaşantılarında da özgürlük hakkına sahip olduklarını belirtmektedirler. Bu yüzden anlaşma ve değiş tokuş yapma özgürlüğü, meslek özgürlüğü ve özel mülkiyet hakkı liberteryenler tarafından ciddi bir biçimde önemsenmektedir.

Liberteryen teori bu açılardan (her ne kadar pratikte ondan ayırt edilebildiği zamanlar olsa da) John Locke, David Hume, Adam Smith ve Immanuel Kant’ta ifadesini bulan klasik liberal gelenekle yakından ilintilidir ve de hayatın özel ve kamusal alanları arasında sert bir ayrım yapmaktadır. Liberteryenler, bireylerin ahlaki anlamda özgür ve eşit statüde oldukları, bu statünün bireylerin özerkliğinin önemli bir koşulu olduğu ve buna duyulan saygının insanlara (mülkiyet hakları da dahil olmak üzere) haklara sahip olan varlıklar olarak davranmamızı gerektirdiği üzerinde ısrarla durmaktadırlar.

 

Liberteryenizmi siyasi yelpazenin sağında yer alan bir doktrin olarak tanımlamak popüler bir yaklaşımdır. Fakat bu yaklaşım hatalıdır. Ayrıca liberteryen teori içerisinde “sol-liberteryenler” olarak adlandırılan bir grup da vardır. Bütün liberteryenler bireylerin benzer haklara sahip olduklarını savunurken sol-liberteryenler ne kadar insanın toprak, hava, su, madenler vs. gibi özel mülk olmayan doğal kaynaklardan yararlanabilecek durumda oldukları hususunda diğer liberteryenlerden ayrılmaktadırlar. Neredeyse tüm liberteryenler kaynaklardan yararlanılması konusunda bazı sınırlamaların olduğunu belirtirken sol-liberteryenler bu sınırlamaların eşitlikçi bir karakter taşıması gerektiği konusunda ısrar etmektedirler. Bu sınırlamalar örneğin doğal kaynaklardan yararlanan insanların sahip oldukları şeylerin değeri oranında diğer insanlara ödeme yapmalarını gerektirebilir. Sonuç olarak sol-liberteryenizm belli bir eşitlikçi yeniden dağıtım anlayışını ifade etmektedir.

 

  1. ÖZ SAHİPLİK (Self-Ownership)

Liberteryenizmi oluşturan fikirler ailesinin pek çok farklı üyesi vardır. Bunlardan felsefi olarak muhtemelen en ayırt edici olanı, belli bir ahlaki teori önermektedir. Bu teori bireylerin kendi kendilerinin mutlak sahibi oldukları ve kendileri dışındaki nesneler üzerinde mülkiyet hakkı elde etmelerini sağlayan belli bir ahlaki güce sahip oldukları anlayışına dayanmaktadır. Bu teori liberteryen anlayışın sonuçlarını yalnızca empirik gerçeklerin ya da gerçek dünyadaki olasılıksal sınırların sonucu olarak değil, aynı zamanda savunulabilir (ve kısıtlayıcı olan) tek ahlaki prensipler bütünü olarak görmektedir.

Bu tarz liberteryenlerden bazıları özgürlüğü en önemli değer olarak görmektedirler. Örnek olarak onlar her bireyin en üst düzeyde negatif özgürlüğe, yani başkalarının bireyin hayatına yönelik baskı içeren müdahalelerinden bağımsız olma hakkına eşit şekilde sahip olduğunu kabul etmektedirler(e.g., Narveson 1988; Steiner 1994; Narveson & Sterba 2010). Bu yaklaşıma zaman zaman Herbert Spencer’a ithafen “Spencercı Liberteryenizm” denir.

Fakat liberteryenlerin çoğu öz sahiplik anlayışına daha fazla odaklanır. Bu yaklaşım yaygın olarak Robert Nozick’e atfedilmektedir (Cohen 1995). Bu yaklaşıma göre liberteryenizmin esas başlangıç noktası, insanların kendi hayatları üzerinde tıpkı sahip oldukları nesneler üzerinde olduğu gibi bir dizi mutlak haklara sahip olduklarıdır (Belki de insanların sahip oldukları en mutlak hak budur). Bu, insanın mülkiyeti üzerinde kontrol hakkına sahip olması ve başkalarının onun rızası dışında onun mülkiyetini kullanamayacak olmasıyla birlikte kendi mülkiyetini kendi isteği doğrultusunda kullanma hakkını, mülkiyetini satma, kiralama, hediye etme, borç verme gibi yollarla başkalarına devretme hakkını, bu hakların genel bir görüş birliğine dayanmaksızın kaybedilmesinden korunma hakkını, başkaları onun mülkiyetini onun rızası dışında kullandığında onlardan tazminat alma hakkını ve diğer insanların onun bu haklarını çiğnemesini engelleme hakkını içermektedir.

Öz sahiplik düşüncesi pek çok nedenden dolayı cezbedicidir. İnsanlara kendi rızaları olmadan yapılamayacak şeyler olduğunu ve bunların insanlara yalnızca kendi rızaları olursa yapılabileceğini kabul ettiğimizde, insanların öz sahipliklerinin olduğunu kabul etmiş oluruz. Bundan dolayı tecavüzün kötü bir şey olduğunu kabul etmekteyiz. Çünkü cinsel birliktelik eyleminin kendisi içkin olarak bir kötü nitelik barındırmasa da, tecavüz, bir insanın bedeninin onun rızası olmaksızın kullanılmasıdır. Başkalarına saldırmayı da yine aynı sebepten dolayı kötü kabul etmekteyiz. Fakat gönüllü olarak yapılan boks maçlarına izin veririz. Öz sahiplik düşüncesini cezbedici hale getiren teorik sebepler de bulunmaktadır. Bu prensip bireyin ahlaki önemi ve bağımsızlığını güçlü bir şekilde onaylamakta ve insanlara kullanılabilecek ya da bir şey karşılığında değiştirilebilecek basit nesneler olarak davranılmasını reddetmektedir.

 

 

Bazı liberteryenler insanların mutlak öz sahiplikten (full self-ownership) hoşnut olduklarını belirtmektedirler. Mutlak öz sahipliği bir insanın kendisi üzerinde mantıksal olarak sahip olabileceği en yüksek haklar olarak tanımlayabiliriz. Bu kavramda en yüksek hak olarak tanımlanan birden fazla hakkın bulunabilecek olmasından kaynaklanan bir belirsizlik vardır. Fakat yine de bir dizi belirli temel haklar mevcuttur. Bu düşüncenin merkezinde insanların kendileri üzerinde mutlak kontrole ve belirleyici güce sahip olma hakkı bulunmaktadır. Kontrol hakları bir insana rızası dahilinde yapılabilecek şeylerle rızası dışında yapılamayacak şeyleri (fiziksel etkileşim gibi) birbirinden ayırt etmek için öz sahiplik düşüncesinde merkezi öneme sahiptir. Bir başka deyişle mutlak öz sahiplik başkalarının rızamız dışında bize yapabilecekleri şeylere karşı koruma sağlamaktadır.

Açıktır ki mutlak öz sahiplik düşüncesi genel olarak öz sahiplik anlayışından elde edilebilecek en yüksek faydayı bize sunmaktadır ve bu düşünce pek çok bağlamda oldukça cezbedicidir. Mutlak öz sahiplik, örneğin, kadınlara istenmeyen hamileliklere son verme hakkı da dahil olmak üzere kendi vücutları üzerinde doğrudan ve kesin bir hak vermektedir. Ayrıca azınlıkların haklarının (tek bir azınlık grubu bile olsa) çoğunluğun çıkarlarının korunması için feda edilmesinin neden yanlış olduğunu açıklamakta; paternalizm ve hukuki moralizmin (legal moralism) açıkça karşı çıkılabilir olan biçimlerine prensipli bir itiraz sunmaktadır. Bunlar bu şekilde  devam etmektedir.

Aynı zamanda mutlak öz sahiplik adaletle alakalı yaklaşımları da içinde bulunduran diğer ahlaki yaklaşımları da gerekçelendirmektedir. Robert Nozick’in insanların gönüllülüklerinin sonucu olmadığı ya da işledikleri bir suçun cezası öyle gerektirmediği sürece başkalarına yardım etmeye zorlanamayacakları yönündeki ünlü yaklaşımını ele alalım. Bu yaklaşım servet eşitsizliğini azaltmayı ya da fakirlerin yaşam standartlarını yükseltmeyi amaçlayan yeniden dağıtımcı vergilendirme ilkesini devre dışı bırakmaktadır. Nozick, vergilendirmenin insanlardan emeklerinin karşılığı olan kazançlarının bir kısmının alınması anlamına geldiği ve insanların zorla belli bir amaca yönelik olarak çalıştırılmaktan muaf olma hakları olduğu için yeniden dağıtımcı vergilendirmenin ahlaki açıdan insanların zorla çalıştırılmasıyla aynı şey olduğunu belirtmektedir.

Nozick adalet teorilerinin verilmesi gereken bir kararla karşı karşıya olduğunu ifade etmektedir. Bir insan başkalarına kendi hayatları, emekleri ve vücutları üzerinde kontrol sahibi olan insanlar olarak saygı duyabilir. Fakat bu durumda insanlar (başkalarının haklarını çiğnemedikleri sürece) çalışıp çalışmamak arasında tercih yapma konusunda da özgür olmalıdırlar. Bu, insanların istedikleri kişilerle istedikleri şartlarda çalışabilmelerini ve çalışmalarının karşılığı olarak elde ettikleri kazancı ellerinde tutabilmelerini ifade eder. Bunu göz önünde bulundurmak yeniden dağıtımcı vergilendirme için çok az bir açık kapı bırakmaktadır. Ya da bir insan belli bir dağıtım biçiminin uygulanmasını savunabilir. Fakat bu durumda insanların masum bir şekilde kendi emekleriyle ürettikleri ürünleri kendileri özgürce tercih etmedikleri bir amaç için kullanmak gerekecektir. Bu ikinci yaklaşım, mutlak öz sahiplik düşüncesini savunanlar için kabul edilemezdir. Nozick’in belirttiği gibi bu yaklaşım başkalarının hayatı üzerinde mülkiyete benzer bir kontrol hakkı iddia etmektir ve kabul edilemezdir (1974, p. 172).

Mutlak öz sahiplik düşüncesi aşağı yukarı bu tarz sonuçlara ulaştığı için tartışmalıdır. Ve mutlak öz sahiplik düşüncesinin bazı makul olmayan sonuçlara yol açtığı da yadsınamaz. Konuyla alakalı olan farklı endişe kaynaklarından biri, herhangi bir şeye aşırı düzeyde ihtiyaç duyan bir insana başkalarını kullanarak büyük bir fayda sağlanabilecek olmasıdır. İnsanların  yardıma ihtiyacı olanlara yardım etme zorunluluğu olmasa da insanlar yardıma ihtiyacı olan birine yardım etmek amacıyla başkalarını onların rızası dışında kullanabilirler mi? Uç bir örneği ele alalım: Diyelim ki masum bir insanı hafifçe itip yere düşürerek on tane masum insanın hayatını kurtarabileceğiz. Mutlak öz sahiplik anlayışına göre böyle bir davranışa müsaade edilemez. Bir kez daha ifade edersek bu anlayış kabaca insanların normatif anlamda ayrı varlıklar olduklarını kabul ettiği için bazı insanlar kendi rızaları dışında başkalarına yardım etmek için kullanılamazlar.

Başka bir endişe kaynağı ise mutlak öz sahiplik anlayışının gönüllü köleliğe müsaade edebilecek olmasıdır. Bu anlayışa göre insanlar kendi şahısları üzerinde kontrol hakkına sahip oldukları için bu haklarını satış ya da hediye etme yoluyla başkalarına aktarma hakları da vardır. Fakat bu, liberteryenler arasında tartışmalı bir konudur. Bazı liberteryenler bu tarz bir hak aktarımının mümkün olmadığını, çünkü bir insanın bir başkasının iradesini kontrol etmesinin ahlaki olmadığını belirtmektedir (Rothbard 1982; Barnett 1998, pp. 78–82). Çünkü bu tarz bir hak aktarımı insan otonomisinin altını oyacaktır (Grunebaum 1987). Ya da bu düşünceye teolojik açıdan da karşı çıkılabilir (Locke 1690). Bu hak aktarımını savunan teorisyenler liberteryenizmdeki öz sahiplik düşüncesinin insanların kendi şahısları üzerinde kontrol sahibi olmalarına yarayan bir çeşit psikolojik kapasitenin zorunluluğuyla değil, insanlara şahıslarının müsaade edilebilir kullanımı üzerinde kontrol hakkı verilmesiyle ilgili olduğunu belirtmektedirler. Yani buradaki hak, bir insanın kendi şahsı üzerindeki otonomisinin korunması ya da teşvik edilmesiyle değil, bir insanın bu otonomiyi problemli bir biçimde de olsa kullanabiliyor olmasıdır. (Vallentyne 1998; Steiner 1994.)

Mutlak öz sahiplik düşüncesinin akla yatkın görünmeyen doğasından kaynaklanan bir diğer mesele ise ortaya çıkardığı sınırlandırıcı sonuçlardır. Mutlak öz sahiplik düşüncesi bireylerin özel alanına yönelik çok ufak ihlalleri bile suç olarak kabul ediyor gibi görünmektedir. Buna bir insanın kendi rızası dışında ufak bir hava kirliliğine maruz kalmasını örnek gösterebiliriz. Bu tarz ufak ihlallere neden olabilecek tüm davranışların yasaklanması, özgürlüğümüze kabul edilemez bir sınırlandırma getirecektir. Fakat öz sahiplik anlayışının perspektifinden baktığımızda küçük hak ihlalleriyle büyük hak ihlalleri arasında prensipte bir fark bulunmamaktadır. Böylece bu eleştiri, öz sahiplik teorisinin reddedilmesi gerektiği sonucuna ulaşmaktadır (Railton 2003; Sobel 2012).[1]

Fakat bu eleştirinin güçlü olduğu şüphelidir. Çünkü mutlak öz sahiplik anlayışının savunucularının bu düşünceyi savunmak için ileri sürdükleri sebeplerden daha bile akıl dışı bir anlayışın doğruluğunu varsaymaktadır. Öz sahiplik düşüncesinin iki açıdan sağladığı ahlaki faydayı anladığımızı kabul edelim. Bunlar, vücudumuzun rızamız dışında kullanılmasından korunmamız ve kendi vücudumuzu istediğimiz gibi kullanmak konusunda özgür olmamızdır. Buna yöneltilen eleştiri, bu yaklaşımdan hareketle bu hakların her ikisinden de aynı anda en üst düzeyde yararlanılamayacağıdır. Sahip olduğumuz korunma, vücudumuzu dilediğimiz gibi kullanma hakkımızı sınırlandırarak özgürlüğümüzü kısıtlamaktadır. Vücudumuz üzerindeki koruma hakkını en üst düzeye çıkarmak, vücudumuzu kullanma hakkımızı kısıtlayacaktır. Buna verilecek doğru cevap, öz sahiplik düşüncesini reddetmek yerine onun korumacı boyutunu gevşeterek kullanım hakkına dair boyutunu belli ölçüde büyütmektir. Böyle yapmak, küçük hak ihlallerine öz sahiplik anlayışının lehine olmak üzere müsaade edecektir. Eric Mack (2015) tarafından belirtildiği gibi iyi bir öz sahiplik teorisi insanlara biraz “dirsek mesafesi” bırakır (Brennan & Van der Vossen 2017).

Fakat yine de pek çok liberteryen öz sahiplik düşüncesini reddetmektedir. Öz sahiplik anlayışına yöneltilen eleştirileri savuşturmak için bu anlayışın genel ruhunu koruyarak sözü edilen hak alanlarından herhangi birinin prensiplerini yumuşatmak mümkündür. Böylece insanlar anlaşmaya dayalı olmayan, sınırlandırılmış yardım etme yükümlülüklerini ve öz sahiplik anlayışındaki kontrol hakkına yönelik bazı sınırlandırmaları kabul edebilirler. Diğerleri, gördüğümüz gibi, öz sahipliği bulunan insanların kendilerini gönüllü olarak köle haline getirme haklarının olduğu düşüncesini reddetmektedirler. Her iki durumda da ulaştığımız sonuç, mutlak öz sahiplik değil, fakat buna yakın bir düşüncedir.

Fakat yumuşatılmış öz sahiplik düşüncesi de önemli sorunları ortaya çıkarmaktadır. Öz sahiplik düşüncesi birbiriyle rekabet halinde olan yaklaşımların ışığı altında yumuşatılmaya müsait olan boyutlara sahip olduğunda teorik cazibesini yitirmektedir. Neticede bu düşüncenin cazibesini belli ölçüde bu düşüncenin bir adalet teorisi için iyi bir başlangıç noktası olarak görünen göreli basitliği oluşturmaktadır. Bu düşünceye karşı diğer yaklaşımları tercih ettiğimizde bu yaklaşımlar liberteryenizmin ahlaki dünyasına dahil olmaktadır. Bu durum, bu yaklaşımlardan hangilerinin tercih edilmesi gerektiğine dair kuralların belirlenmesi ve bunlardan hangilerinin teori içerisinde daha çok ağırlığının olacağına dair sorunları ortaya çıkarmaktadır.

Dahası, teori içerisindeki bu boyutlardan birinin diğerine tercih edilmesi mümkünse neden bunlardan biri uğruna diğerini feda etmemiz gerektiğini bilmek isteyeceğizdir. Ve bu soruyu cevaplamak için daha ileri düzeyde ve daha derinde yer alan değerlere başvurmamız gerekebilir. Bu durum liberteryen teorinin temel prensiplerinden biri olarak öz sahiplik düşüncesinin statüsünü tehdit etmektedir. Muhtemelen temel prensipler altta yatan değerler üzerine kurulu değildir. Fakat bu pek çok liberteryenin kabul ettiği bir şey değildir. Az sayıda liberteryen mutlak öz sahiplik düşüncesini savunmakla birlikte daha da az sayıda liberteryen bu düşüncenin temel bir prensip olduğu fikrindedir.

Bu yaklaşım, daha teorik yapıda olan son bir eleştiriyi de savuşturmaktadır. Bu eleştiri, öz sahiplik düşüncesinin ilk bakışta göründüğü kadar basit ve kesin olmadığı yönündedir. Bu eleştirinin bir versiyonu, sahiplik düşüncesinin belirsizliğine işaret etmektedir. Pozitif hukuk öz sahiplik teorisinin savunduğu haklardan farklı olan pek çok hakkı da içeren oldukça çeşitli sahiplik anlaşmalarını onaylamaktadır. Buna karşın sahiplik iddiaları karmaşık ahlaki (ya da yasal) argümanların sonucu olabilirler (Fried 2004, 2005). Fakat öz sahipliğin genel anlamda sahiplik düşüncesiyle önemli ölçüde benzer bir şey olarak anlaşılması durumunda yapılabilecek bir eleştiri yoktur. Bu durum, şahıslarımız üzerindeki haklarımıza dair teori üretebilmenin daha verimli yollarını bize göstermektedir (Russell 2018).

Tipik olarak Nozick’in öz sahipliği temel bir prensip olarak ele aldığı düşünülse de bu düşünce açıkça doğru olmaktan çok uzaktır. Belirgin problemlerden biri, Nozick’in öz sahiplik düşüncesini sadece “Anarşi, Devlet ve Ütopya” adlı kitabında bir kez dile getirmiş olmasıdır. Öz sahiplik ifadesinin geçtiği pasaj çok alıntılanmakla birlikte Nozick’in argümanlarından hareket ettiğimizde öz sahiplik düşüncesinin bu kitapta küçük bir yer tuttuğu görülmektedir. Kitabın ikinci bölümünde öz sahiplik düşüncesine dayalı olmayan yeniden dağıtımcı adalet fikirlerine karşı çok sayıda argüman geliştirilmiştir.

Nozick aynı zamanda kendisinin mutlak öz sahiplik düşüncesini temel bir prensip olarak ele aldığı yönündeki düşünceyle tezat oluşturan fikirler ileri sürmüştür. Nozick öz sahiplik düşüncesinin insanlara kendinde bir amaç olarak davranmamız gerektiğini belirten Kantçı düşüncenin bir ifadesi olduğunu belirtmiştir. (Böylece aslında öz sahiplik düşüncesinin değil, Kantçılığın temel prensip olarak ele alındığını ifade etmiş olmaktadır). Nozick “ahlaki felaketleri” engellemek amacıyla insanların olduklarından daha az önemli varlıklar olarak görülmelerine müsaade eden akla yatkın hak teorilerini göz ardı etmek istememiştir (Nozick 1974, p. 30). Öz sahiplik düşüncesi Nozick’in ileri sürdüğü tüm argümanların kombine edilmesinin sonucu olarak ortaya çıkan bir düşünce gibi görünmektedir (Brennan & Van der Vossen 2017).

Bununla birlikte bütün liberteryenler mutlak öz sahiplik düşüncesinin yumuşatılması ya da temel olmayan bir prensip olarak ele alınması gerektiği fikrini kabul etmemektedir. Bazı liberteryenler mutlak öz sahiplik düşüncesine olan bağlılıklarını sürdürmekte ve yukarıda belirtilen eleştirilere cevap vermektedirler. Mutlak öz sahiplik düşüncesinin belirsizliğinden duyulan endişe ve bununla ilgili teorik eleştirilere verilen önemli bir cevabı görmek için: Vallentyne, Steiner, & Otsuka 2005.

 

  1. LİBERTERYENİZME GİDEN DİĞER YOLLAR

Nozick’in liberteryenizmi adalet konusunda ahlaki bir yaklaşım ortaya koyabilecek en iyi şey olarak gördüğü gibi pek çok diğer liberteryen de kendi teorilerinin temeli olarak farklı prensipleri benimsemişlerdir. Bu liberteryenler insanları hak sahibi ve bağımsız bireyler olarak görüp onları kendi hayatları ve vücutları üzerinde esas hak sahibi olan varlıklar olarak ele alırlar. Fakat aynı zamanda mutlak öz sahiplik düşüncesinin makul olmayan bazı yönlerinden kurtulmaya çalışmaktadırlar. Bu tarz bir öz sahiplik anlayışı ne zorunlu olarak en ileri düzeyde katı ne de kendinde açık ve temel bir unsurdur.

Liberteryen teori pek çok farklı şekilde savunulabilir. Liberteryenizmi hem öz sahiplik anlayışına yer veren hem de ona yer vermeyen teorilerle savunmak mümkündür. Bunlardan ilki için verilebilecek örneklerin içinde öz sahiplik hakkını amaca yönelik hareket eden insan doğası üzerine kurulu olan doğal haklardan biri olarak gören Eric Mack yer alır. Mack’a göre insanlara sunulan güvenlik ve özgürlük her bireye içerisinde kendi amaçlarına uygun bir şekilde hareket edebileceği ayrı bir alan sunma amacıyla gerekçelendirilir. Loren Lomasky de benzer şekilde hakları bu yaklaşımla bağlantılı, fakat ondan bir miktar farklı olacak bir şekilde insanların amaçlarının peşinden giden varlıklar oldukları düşüncesinden türetir. John Tomasi kendi vücudumuz üzerinde sahip olduğumuz güçlü hakların demokratik meşruiyet düşüncesinden kaynaklanan bir zorunluluk olduğunu belirtmektedir. Daniel Russell’a göre öz sahiplik düşüncesi, bir arada yaşayan tüm insanların gerçek anlamda kendi hayatlarını yaşayabilmelerinin tek yoludur.

Pek çok liberteryen ekonomik anlayışlara başvurur. Bu gelenek içerisindeki etkili düşünceler, liberteryen ya da klasik liberal siyasetin insanın epistemik sınırlarından ortaya çıktığını belirten F.A. Hayek ve Ludwig von Mises ile bağlantılıdır. Özgür toplumlarda, özellikle serbest piyasa sisteminde bilgiyi üretmenin en iyi yolu insanların içerisinde bulundukları yerel koşullar, ihtiyaçları, arzuları, üretken kabiliyetleri ve değiş tokuş yapma konularında sahip oldukları bilgi doğrultusunda hareket etmelerine izin vermek ve onları buna teşvik etmektir. Piyasa içerisindeki değiş tokuşa dayalı olup merkezi olmayan bir karar alma sistemini terk etmek isteyen bir toplum, dağınık ve karmaşık durumda olan tüm bilgiyi toplamak, işlemek, kesin bir şekilde anlamak ve ürünleri belli bir sosyal devlet politikası doğrultusunda dağıtmak zorundadır. Bu süreç basitçe bizim kapasitemizin ötesindedir. Bu yüzden özgür toplumlar tahmin edilebileceği gibi diğer toplumlardan önemli ölçüde daha iyi çalışır (Hayek 1960, 1973; Von Mises 1949).

Bir başka örnek ise Adam Smith tarafından ortaya konan, liberteryen fikirlerin olağan ahlaki psikolojimizde içkin olarak yer aldığı düşüncesidir. Smith adaleti doğası gereği kesin bir şekilde negatif olarak görür. Adalet basitçe hırsızlıktan, baskıdan, ve diğer liberteryen hakları çiğnemekten kaçınmak olarak gördüğümüz bir şeydir. Smith “Ahlaki Duygular Teorisi” adlı kitabında intikam ve cezalandırmayı en çok vurgulayan kuralların komşularımızın hayatını ve şahsını koruyan yasalar olduklarını, daha sonra insanların mülkiyetini ve sahip oldukları nesneleri koruyan yasaların geldiğini, son olarak da insanların kişisel haklarını ya da başkalarının onlara olan vaatlerini koruyan tüm yasaların geldiğini söyler (Smith 1759 [1976], p. 84). Bunlar cezalandırma konusunda genel olarak bir şekilde reddedilen tek eylemlerdir (1759 [1976], p. 78). Bu tarz bir insan yapımı kural, arzu edilir bir şeydir. Çünkü bu, toplumun istikrarı ve işlerliğine faydalı bir şeydir (1976 [1759], p. 86).

Bunların hiçbiri insanların başkalarına yardım etmek gibi bir yükümlülüğünün olduğu anlamına gelmez. Smith düşüncesini ahlaki psikolojiye yönelik derin bir sosyal anlayış üzerine oturtur. Böylece yardımseverlik adalet ile birlikte toplumun temel direği haline gelir. Fakat insanlardan kendilerine uzak olan yabancıları kendileri gibi gözetmelerini bekleyemez ya da onları buna zorlayamayız. Toplumu böyle bir anlayışa göre düzenlemeye çalışmak felakete yol açar. Smith devlet görevlileri konusunda son derece şüphecidir. Onların şöhret ve güç peşinde koştuklarını, kendilerini ahlaki açıdan başkalarından üstün gördüklerini ve kamunun faydasından ziyade kendilerinin ve kendileriyle bağlantısı olan iş adamlarının çıkarlarını gözetmeye çok daha istekli olduklarını söyler (Smith 1776 [1976], pp. 266–7). Ve belki de Hayek’in habercisi olmuş olan Smith, devletin genellikle çok sayıda insana yardım etmek için gerekli olan bilgiye sahip olmak konusunda yetersiz olduğunu belirtir. İnsanlar kendi kararlarını alır ve karşılaştıkları durumlara tepki verirler. Böylece devletin onlar için ortaya koyabileceği her türlü sistematik planı engellemiş olurlar. Kural olarak piyasa içerisindeki alışveriş yoluyla insanların kişisel çıkarlarına hitap etmek, bunu yapmak için devlet baskısı kullanmaktan daha umut vaat etmektedir.

Bu tarz liberteryen argümanlar devleti bir arabulucu, vatandaşlar arasında adil ve üretken işbirliğini mümkün kılan bir fail, oyunun kurallarını tatbik ederek adil bir oyun oynanmasını sağlayan bir hakem olarak görür. Bu yüzden devletin toplumda ya da ekonomide tarafsız olması hayati öneme sahiptir. Devlet ister toplum içerisindeki ister iş dünyasındaki belli bir grubun yararına çalışmaya başladığında prensip olarak bir sınırlandırma durumu oluşacak ve devletin bu hareketi, devlet siyasi olarak kendisiyle bağlantılı ya da ayrıcalıklı olan bu grupları kayırdığı sürece istenmeyen sonuçlara yol açacaktır. Minimal devlet, karmaşık yapıda ve unsurları derin bir şekilde birbirine bağlı olan toplumları ortak faydayı gözetecek şekilde inşa etmenin en iyi yoludur.

Elbette bu tartışma liberteryen ya da klasik liberal düşünce ailesi içerisindeki pek çok kişiyi es geçmektedir. Bazı teorisyenler bu politikaların en iyi şekilde yarar sağladığını düşündükleri sonuççu ya da teleolojik prensiplerden ayrılmaktadırlar (Epstein 1995, 1998; Friedman 1962; Rasmussen & Den Uyl 2005; Shapiro 2007). Diğerleri Rawls yanlısı bir anlayışı benimseyerek John Rawls’ın adalet teorisinin (özellikle bu teorinin en kötü durumda olan insanları gözetmesi unsurunun) yaygın kanının aksine bireysel özgürlüğe daha çok saygı duyan bir teori olduğunu iddia etmektedirler (Tomasi 2012). Diğerleri ise yine de kamusal bir nedenden ya da haklı bir yaklaşımdan kaynaklanan klasik liberal gereklilikleri görmektedirler (Gaus 2010, 2012).[2]

 

  1. UYGUNLUK GÜCÜ

Liberteryen ve klasik liberal teoriler, özleri itibariyle büyük ölçüde (zaman zaman kendine has bir şekilde) tarihsel olan yeniden dağıtımcı adalet teorilerinden meydana gelmektedirler. Dünyada adaletin mevcut olup olmadığı sormak, temel olarak insanlara adil bir şekilde davranılıp davranılmadığı, insanların kişilikleri ve mülkleri üzerindeki haklarına saygı gösterilip gösterilmediğini sormaktır. Yeniden dağıtımla ilgili meseleler bir toplumdaki adaletin değerlendirilmesiyle ilgili olsa da liberteryenler mülkiyet hakkı söz konusu olduğunda insanların sahip oldukları nesnelere meşru bir şekilde sahip olup olmadıkları ile ilgilenirler ve buradan hareketle yalnızca sonuçlarla ya da dağıtımın nasıl yapılacağıyla ilgilenen teorileri reddederler.

Bir şeyi adil bir şekilde devralmanın en yaygın yolu, daha önce adil bir şekilde sahip olunan şeyi meşru bir şekilde bir başkasına devretmektir. Liberteryenlerin genellikle baskıya ve yanıltmaya dayanmayan alışveriş ilişkilerini adil olarak görmelerinin nedeni budur. Elbette bir şeyi devralmanın bütün meşru yolları, başlangıçta adil bir şekilde sahip olunan şeylere dayanmaz. Devralmanın kökeni konusunda bir başlangıç noktasının olması gerekmektedir. Nozick’in “hak sahibi olma” teorisinde dağıtımcı adalet tamamen bu iki devralma yöntemine ve bunların ihlal edilmesinin engellenmesi prensibi üzerine kuruludur.

Daha geniş anlamda liberteryenler genellikle bireylerin orjiinal sahiplenme gibi davranışları sergileyebileceklerini kabul ederler. Daha açık bir şekilde ifade edersek, bireylerin, sahibi olmayan nesnelere diğer insanların, bir yönetici kurumun ya da başka herhangi bir şeyin iznine tabi olmaksızın tek taraflı olarak sahip olabileceklerini kabul ederler. Dış dünyadaki bir şeyin kullanılması ya da ona sahip olunması için başkalarının iznine ihtiyaç duyulmaması, görece açık bir argümandır. Özel mülkiyetin ahlaki faydaları önemlidir ve özel mülkiyete dayalı bir sistemin varlığının iyi bir gerekçesi varsa, bu tarz hakları ortaya çıkaran hakların gerekçelendirilmesi de mümkün olmalıdır. Başkalarının rızasını ya da hükümetin ortaya koyduğu bir takım meşruiyet gerekçelerini şart koşan her görüş, sahiplenme eyleminin önünde engeller oluşturur ve böylece bu ahlaki faydaları tehdit eder (Van der Vossen 2009, 2015; Mack 2010).

Faydacı orijinal sahiplenme anlayışının nasıl mümkün olduğunu ortaya koyan en ünlü yaklaşım, John Locke’un emek teorisidir. Locke’a göre insanlar daha önce sahipsiz olan nesneler üzerinde belli şartlar dahilinde emek harcadıklarında o nesneleri kendi mülkiyetleri haline getirmiş olurlar. Locke’un argümanının özünü oluşturan emek ve sahiplenme arasında bir bağlantı olduğu düşüncesine, koşulların doğasına yönelik de yapıldığı gibi şiddetli bir şekilde itiraz edilmiştir. En bilinen yaklaşım, mülkiyet hakkını öz sahiplik düşüncesinden hareketle temellendirmeye çalışan yaklaşımdır. Bu anlayışa göre insanlar emek harcadıklarında öz sahipliklerini hemen hemen tam anlamıyla dışarıdaki nesneleri kapsayacak şekilde genişletmiş olurlar. Böylece o nesneleri üzerinde hak sahibi oldukları alana sokmuş olurlar. Locke’un belirttiği gibi emek harcama faaliyeti, bir insanın emeğini sahipsiz bir nesneyle bir araya getirmekte ve böylece o nesne üzerinde emek harcayan kişi, daha önce sahipsiz durumda bulunan o nesneye sahip olmaktadır.

Bu argümanın iyi bilinen problemleri vardır. Örneğin emek harcamak bir aktivite olduğu için emeği bir nesneyle bir araya getirme düşüncesi, en iyi durumda bir metafor gibi görünmektedir. Fakat bu argüman bu haliyle eksiktir. Hâlâ mülkiyet hakkının gerçekte neyin üzerine kurulu olduğunu bilmemiz gerekmektedir (Waldron 1988). Daha da önemlisi, sahip olunan bir şeyin (emeğin) sahip olunmayan bir nesne ile bir araya getirilmesinin o nesneye sahip olmak için yeterli olmadığıdır. Nozick’in işaret ettiği gibi sahip olduğum bir kutu domates suyunu sahipsiz olan okyanusa döktüğümde sahip olduğum domates suyunu kaybetmiş olurum. Okyanusu elde etmiş olmam (Nozick 1974, pp. 174–5). Ayrıca emeği bir nesneyle bir araya getirmek o nesneye sahip olmak için yeterliyse bu durum neden sadece sahipsiz nesnelerle sınırlı olmak zorundadır? Neden emeğimizin bir başkası tarafından sahip olunan bir nesne üzerinde harcanmasının da bize o nesneye sahip olma hakkı verdiğini kabul etmeyelim (Thomson 1990, pp. 326–327)?

Bunların ve diğer eleştirilerin ışığında pek çok kişi özel mülkiyet için farklı gerekçelendirme yolları önermiştir. Bu gerekçelendirme yolları ne daha önceki öz sahiplik düşüncesinin ne de öz sahiplik hakkının emek harcayarak dışarıdaki nesneleri kapsayacak şekilde genişletilebileceği düşüncesinin kabulüne dayanmaktadır. Bu argümanlar, ister siyasi ve sivil hakların savunulması bağlamında (Gaus 2010), ister bilinçli bir şekilde amaçlarının peşinden gitme kabiliyeti olan varlıklar olmamız bağlamında (Lomasky 1987; Mack 2010), ister kendi hayatımızın yazarları olabilme kabiliyetimiz bağlamında (Tomasi 2012) ele alınsın, insanların dışarıdaki kaynaklar üzerinde güvenliğe sahip olmalarının ahlaki önemine işaret etmektedir.

Bir dizi etkili argüman, mülkiyetin gerekçelendirilmesiyle maddi refahı bağdaştırmaktadır. Özel mülkiyet hakkı, dış dünyanın belli sayıda birbirinden ayrı, her biri sadece sahibi tarafından kontrol edilen bireysel alanlara ayrılmasını sağlamaktadır. Sosyal hayatın bu şekilde organize edilmesi, kolektif mülkiyetten daha çok tercih edilir bir şeydir. Çünkü kolektif eyleme dair problemleri ortadan kaldırmaktadır. Nesnelerin kullanımı herkese açık olduğunda hepimiz nesneleri kullanabildiğimiz kadar kullanma eğilimde oluruz. Bu durum genel kullanıma bağlı olarak kaynakların tükenmesiyle sonuçlanacak ve herkesin zararına olacaktır. Özel mülkiyet hakkı sadece bu tarz bir ortaklık trajedisini ortadan kaldırmakla kalmamakta, insanları kendilerine ait olan şeyleri korumaya, üretkenliklerini artırmaya ve kendilerine ait olan şeyleri başkalarıyla ortak fayda doğrultusunda değiş tokuş etmeye teşvik etmektedir (Schmidtz 1994; Buchanan 1993).

Mülkiyeti gerekçelendirmeye yönelik bu yollar, öz sahipliğin bir ön prensibine dayanmadığı için mülkiyet haklarını herhangi bir şekilde mutlak, düzenlenmeye karşı dirençli ya da vergilendirmenin tüm biçimlerini önleyen şeyler olarak görmemektedirler. Zaman zaman önerilmesine rağmen (Freeman 2001), öz sahiplik düşüncesini bir başlangıç noktası olarak almayı reddeden hemen hemen tüm liberteryenler aynı zamanda mülkiyet haklarının spesifik hale getirilmesi gerektiğini, farklı şekillerde örneklendirilebileceklerini ve diğer ahlaki yaklaşımların gölgesinde kalabileceklerini kabul etmişlerdir. Bu tarz düşünceler tek taraflı orijinal sahiplenme anlayışının imkansızlığını gerektirmemektedir.

Liberteryenler ve onları eleştirenler orijinal sahiplenme düşüncesiyle temel olarak siyaset felsefesindeki büyük bir fay hattının sınırlarını belirlediği için ilgilenmektedirler. Liberteryenlerin tarihsel adalet konsepti ve buna eşlik eden, devletin yeniden dağıtımcı projelerden kaçınması gerektiği konusundaki ısrarlı tutumu, mülkiyet haklarının ahlaki açıdan geçerli olabilmesi için devlete, pozitif hukuka ya da başkalarının rızasına dayalı olmamasını gerektirir. Bu tarz bir düşünce,  tek taraflı sahiplenme durumunun imkanı ortaya konduğunda, devletin ya da hukukun varlığına gönderme yapmaya gerek olmaksızın geçerlidir.

 

  1. LİBERTERYENİZM, SOL VE SAĞ

Liberteryenizm temel bir hak olan eylemde bulunma hakkının güçlü bir şekilde garanti altına alınmasına bağlıdır. Fakat öz sahiplik anlayışının en güçlü biçimini savunan yaklaşımlar bile bu tarz bir özgürlüğü garanti etmez. Çünkü dünyanın geri kalanına (doğal kaynaklar ve tarihi eserler) tamamen başkaları sahipse insanların onların rızası olmadan bir şey yapmalarına izin verilmez. Çünkü bu durum mülkiyetin kullanılmasını içermektedir. Çünkü insanların doğal kaynakları kullanması gerekir (mekanda yer kaplar ve nefes alırlar vs.). Özgür insanların dış dünyadaki şeyleri kullanabilmeleri için haklara sahip olmaları gerekir.

Bu durumda sahipliğin ve sahiplenmenin (sınırları varsa) sınırlarının ne olduğu sorusu ortaya çıkmaktadır. Liberteryen teoriler doğal kaynaklara nasıl sahip olunabileceği konusundaki yaklaşımlarına göre sağ liberteryenizmden sol liberteryenizme uzanan bir dizgi üzerine konulabilir. Basitçe ifade edersek liberteryen bir teori, belli bir eşitlik durumunun korunması amacıyla sınırlandırmalar üzerinde daha fazla ısrar ettiği ölçüde sağdan sola doğru hareket eder.

Yelpazenin bir ucunda orijinal sahiplenme düşüncesine en ileri düzeyde izin veren yaklaşım bulunmaktadır. Bu yaklaşım nesnelerin kullanılması ve sahiplenilmesi konusunda hiçbir kısıtlamayı kabul etmemektedir (Rothbard 1978, 1982; Narveson 1988, ch. 7, 1999; Feser 2005). İnsanlar nesneleri sahiplenebilir, kullanabilir, hatta başkalarının öz sahiplik hakkını ihlal etmedikleri sürece istedikleri kaynağı imha edebilirler. Sonuç olarak bu yaklaşım doğal kaynakları öncelikle korunmasız olarak görmektedir. Fakat bu yaklaşım yukarıda belirtilen, mülkiyet ilişkilerinin insanların gönüllü tercihleri ya da hatalarından bağımsız olarak insanların özgürlüğünü ve hatta öz sahiplik haklarını tehdit edebileceği problemini göz ardı ettiği için çok popüler değildir. Bu tarz bir teori liberteryen ideallere çok uygun değildir.

Liberteryenlerin çoğu Locke’un şartlı mülkiyet hakkı anlayışı gibi bir anlayışı kabul eder. Bu anlayışa göre bir nesneyi sahiplenmek o nesneden başkaları için de yeteri kadar kalması şartıyla mümkündür. Bu şartın tam olarak nasıl anlaşılması gerektiği konusunda yoğun bir tartışma vardır. Nozick bu şartı bir nesnenin kullanılması ya da sahiplenilmesi sonucunda bunların kullanılmayıp sahiplenilmediği duruma kıyasla hiç kimsenin daha kötü durumda olmaması şeklinde yorumlar. Fakat bu yorum en azından iki sebepten dolayı problemlidir. Öncelikle insanların doğal sahiplenme haklarına bu tarz refah bazlı bir kısıtlamanın getirilmesi Nozick’in teorisine uygun görünmemektedir. Genel olarak haklarımız durumumuzu daha kötü hale getirmeyen gereklilikler tarafından sınırlandırılmaz. İkinci olarak Nozick’in ileri sürdüğü bu şart Cohen tarafından ortaya konan, mülk sahiplerinin mülk sahibi olmayanların durumunu mülkün elde edilmesinden önceki durumu göz önünde bulundurup bu durumun sadece biraz üzerinde olacak şekilde tazmin ettikleri sürece mülk sahibi olmayanların mağdur olmayacakları şeklindeki eleştiri karşısında zayıf kalmaktadır. Bu, mülk sahipleri bu işbirliğinden kaynaklanan neredeyse tüm faydaları elde etseler bile doğru olabilir ve adil görünmemektedir.

Diğerleri Locke’un ileri sürdüğü şartı insanların doğal kaynaklara yeteri kadar ulaşabilmelerini şart koşan, yeterliliği göz önünde bulunduran bir şart olarak yorumlamaktadırlar (Lomasky 1987; Wendt 2017). Bu yaklaşım iyi durumda olma ve kendi kendini yönetebilme kabiliyeti gibi yeterliğe dair farklı düşünceleri ortaya çıkarmaktadır (Simmons 1992, 1993). Ya da birisi bu şartı insanların öz sahiplik haklarını kullanmalarını sağlayan bir şey olarak görebilir (Mack 1995).

Yelpazenin diğer ucundaki sol liberteryenler ise insanların doğal kaynakları ilk kez kullandıklarında ya da onlar üzerinde hak iddia ettiklerinde onlardan eşit olmayan bir fayda sağlamaya hak kazandıkları düşüncesini saçma bulmaktadırlar. Doğal kaynaklar bu şekilde yaratılmadıkları ya da üretilmedikleri için sol liberteryenler bu kaynakların değerinin bir bakıma herkese ait olduğunu düşünmektedirler. Bu dünyanın ortak sahipliği düşüncesi, nesnelerin sahiplenilmesi ya da kullanılması hususunda bazı eşitlikçi sınırlandırmaları desteklemektedir.

Henry George (1879) ve Hillel Steiner (1994) tarafından savunulan eşit paylaşımcı sol liberteryenizm diyebileceğimiz bu düşünce Locke’un sahiplenme konusunda ileri sürdüğü şartın, doğal kaynakların herkes tarafından herkese eşit değerde pay düşecek şekilde paylaşılmasını gerektirdiği yönünde bir yorum yapmaktadır. Buna göre bireyler doğal kaynakları kullanmak ve sahiplenmek konusunda ahlaki olarak özgür olmakla birlikte diğerlerinden daha fazla pay alanlar (pay kişi başına düşen değer olarak anlaşılmaktadır), daha az pay alanlara tazminat borçludurlar. Bu sınırlandırma sürekli bir öneme sahiptir. Bu, bir şeyin sahiplenildiği zamana uygun düşmekte ve daha sonra gelenler için durumu zorlaştırmaktadır. Diğerleri eşitliğin aynı zamanda farklı doğal yeteneklere sahip oldukları için (genetik farklılıklar gibi) dezavantajlı olan insanların durumunun düzeltilmesini de gerektirdiğini ileri sürmektedirler. Otsuka (2003) buradan hareketle Locke’un sahiplenme için belirttiği şartın sahiplenme ya da kullanma yoluyla elde edilen fırsatın ötesinde başkalarının durumunu iyileştirme amacına yönelik fırsatları azaltan sahiplenme eylemini yasakladığını ileri sürmektedir.

Fakat sol liberteryenlerin Locke’un nesneleri sahiplenen insanların diğerlerine de o nesnelerden yeteri kadar bırakmaları gerektiği düşüncesini yorumlayış biçimleri mantıklı değildir. Locke sahiplenmeyle ilgili düşüncelerinde dağıtımcı paylaşım fikrinden sadece üç kez söz eder (sections 31, 37, and 46). Ve bu fikir (oldukça farklı bir şekilde) olayların kötüye gitmesinin engellenmesi bağlamında kullanılmıştır. Locke bu meselelerde (ve sadece bu meselelerde) sahiplenmeyi başkalarına ait olan şeylerin sahiplenilmesi olarak görmektedir. Locke’un düşüncesi açıktır: Bir şeyi elde eder fakat onu kullanmazsak başkalarının o şeyi elde edip kullanmasını engellemiş oluruz. Başlangıçta tek taraflı sahiplenmeye izin verilmesinin nedeni budur.

Bu noktada sol liberteryenler eşitlikçi sahiplenme şartlarının lehinde sezgisel bir dayanağın bulunduğu düşüncesindedirler. Çok sayıda insan daha önce bölüşülmemiş olan kaynakları önlerinde bulduklarında sezgisel olarak eşit dağıtımın adil olduğunu düşüneceklerdir. Fakat buna yönelik olarak, bu tarz sezgisel bir yaklaşımın yalnızca uygun koşulları göz ardı eden durumlar için geçerli olduğu yönünde bir eleştiri vardır. Örneğin Otsuka’nın belirttiği gibi bir adada mahsur kalan iki kişi için sezgisel çözüm, adadaki nesnelerin eşit şekilde bölüşülmesidir. Fakat bu düşünce bu kişilerden biri adaya diğerinden daha önce gelmiş ve adanın üçte ikilik kısmında çoktan ürün yetiştirmeye başlamış, diğer kişiye de kendisini bağımsız bir şekilde idare edebileceği yeterli miktarda toprak bırakmışsa ve onunla iş birliği ve ticaret yapmaya da istekliyse doğru olmayabilir. Bu durumda adaya sonradan gelen kişinin adanın yarısı üzerinde hak iddia etmesi yalnızca sezgiye karşı olmakla kalmayıp muhtemelen yanlıştır. Sezgiye dayanan eşit paylaşım düşüncesi adaya farklı zamanlarda gelen, üretim, ticaret ve işbirliği yapma kapasitesi olan ikiden fazla kişinin var olduğunu düşündüğümüzde daha da az cezbedici hale gelmektedir. Elbette adaya sonradan gelen kişilerin adadaki kaynakları kullanmak konusunda eşit haklara sahip oldukları doğrudur. Fakat bu kaynakları eşit kullanma hakkının nasıl bir sonuç yaratacağı çok daha az açıktır.

Fakat nesnelerin nasıl sahiplenileceğine dair hangi şart kabul edilirse edilsin, sol ve sağ liberteryenler insanlar mülkiyetleri üzerindeki meşru haklarını kullandıklarında artık o mülkiyetlerin dağıtımcı adaletin kapsamına girmediği konusunda hemfikirdirler. Teori belli dağıtım biçimlerinin ya da maddi sonuçların ahlaki anlamda bu tarz bir önem taşıdığının düşünülmesine çok az imkan vermektedir. Liberteryenler için insanların maddi anlamda eşit konumda bulunmaları, insanların makul bir anlamda eşit olmaları durumuyla tutarsızlık içindedir (Schmidtz 2006). Nozick “How Liberty Upsets Patterns” adlı ünlü yazısında tüm mülkiyet sistemlerinin insanların birbirlerine hediye vermelerine ve mülklerini gönüllü olarak başkalarına devretmelerine izin vermek zorunda olduklarını ve bu durum her türlü dağıtım sistemini ciddi şekilde sıkıntıya sokacağı için dağıtıma dayalı bir eşitliğin uygulanmasına çok az imkan tanıyacaklarını belirtir. Çünkü insanları ahlaki anlamda eşit kabul etmek, onlara bu hakların taşıyıcıları olarak saygı göstermek anlamına gelir. Ve bu haklar, ortaya çıkacak olan maddi ürünleri eşitlemeyecek bir şekilde kullanılacağı için baskıya dayalı bir yeniden dağıtım adil değildir.

Bunların hiçbiri liberteryenlerin sonuçlarla ilgilenmediği anlamına gelmemektedir. John Tomasi (2012, p. 127) pek çok liberteryen ve klasik liberalin toplumdaki en kötü durumda olan insanların faydasına çalışması gereken bir dağıtım biçimini benimsediklerini belirtir. Bu, meseleyi oldukça abartıyor gibi görünmektedir. Fakat pek çok liberteryenin kendi politikalarını toplumun genel iyiliğini gözeten politikalar olarak gördükleri ve bunun liberteryenlerin gerekçelendirmelerinde önemli bir rol oynadığı kesinlikle doğrudur. Bu yüzden liberteryenler alışkanlık olarak özgür bir toplumda fakir olmanın başka herhangi bir toplumda fakir olmaktan çok daha iyi olduğuna işaret ederler. Çünkü piyasalar genel olarak fakirlerin zararına çalışmaz.

 

  1. ANARŞİZM VE MİNİMAL DEVLET

Liberteryenler siyasi otorite ve devletin meşruiyeti konusunda oldukça şüphecidirler. İnsanlar bağımsız ve eşit varlıklar oldukları ve hiçbir insan doğal olarak bir diğerinin boyunduruğu altında olmadığı için devletler (diğer tüm failler gibi) bireylerin ahlaki haklarına saygı göstermelidirler. Buna bireylerin kendi şahısları ve meşru mülkiyetleri üzerindeki hakları da dahildir. Bu sebepten dolayı liberteryenler tipik olarak devlet otoritesinin meşru olabilmesi için gönüllü rıza ve kabule dayanması gerektiğini savunurlar.

Ne yazık ki bütün devletler pek çok açıdan bu şartı yerine getirmemektedirler. Bunun sonucu olarak devletler ahlaki açıdan kabul edilemeyecek bir biçimde yüksek düzeyde güç kullanırlar. Devlet insanları uyuşturucu kullanmak, sağlık sigortası yaptırmayı reddetmek ya da evlilik dışı cinsel ilişki yaşamak gibi kendilerini ilgilendiren şeylerden dolayı cezalandırarak onların haklarını çiğner. Benzer şekilde devletler vatandaşlarının mülklerini zor kullanarak belli kişilere devretmek suretiyle onların haklarını çiğner. Buna büyük şirketleri batmaktan kurtarmak, emekli maaşı vermek, kamusal parklar yapmak gibi şeyler örnek verilebilir. Devletler insanların birbirleriyle anlaşma yapmalarını, dinlerini yaşamalarını engelleyerek, etnik kökenleri, cinsiyetleri ya da cinsel yönelimlerinden dolayı yalnızca belli meslekleri yapabilmelerine neden olarak ve daha pek çok şekilde insanların haklarını çiğnerler.

Buna yöneltilen standart bir eleştiri, modern hayat pek çok açıdan bir devleti gerekli kıldığı için liberteryenizmin bu anarşist tavrının problemli olduğudur. Liberteryenlerin bu eleştiriye verdikleri tipik cevap, devletlerin pek çok etkisinin son derece olumsuz olduğudur. Devletler yıkıcı savaşlara neden olur, göçü sınırlandırarak dünya üzerindeki fakir insanlar için yıkıcı sonuçlar yaratır, kendi vatandaşlarının pek çok hakkını ihlal eder ve onlara baskı yapar. Dahası, devletin pek çok olumlu etkisini gönüllülüğe dayalı mekanizmalarla ortaya çıkarmak mümkündür. Liberteryenler gönüllü hayırseverlikte olduğu kadar düzenin ve kamusal ürünlerin anarşiye dayalı bir şekilde oluşmasının imkanı konusunda daha umutlu olma eğilimindedirler (See, e.g., Huemer 2012; Chartier 2012).

Liberteryenler genel olarak devlet otoritesine karşı düşmanca bir tavır takınsalar da bu, devletin bazı minimal düzeyde aktivitelerde bulunmasına izin verilemeyeceği anlamına gelmemektedir. Bu, en açık haliyle bireysel hak ve özgürlüklerin uygulanmasını içerir. Bu aktvitelerin yerine getirilmesi devlet otoritesinin mevcudiyetini varsaymaz. Çünkü bu tarz aktiviteler (insanların haklarını çiğnemedikleri sürece) insanların ön rızası olsa da olmasa da uygulanabilir durumdadır.

Hayek gibi bazı teorisyenler temel polis hizmetinin finanse edilmesi için insanlardan zorla vergi alınmasının mümkün olabileceğini belirtir. Fakat bu argüman liberteryen teori içerisinde problemli görünmektedir. İnsanlar mülklerinin bu amaçla kullanılmasını istemiyorlarsa bundan faydalı çıkacak olsalar bile onları bu hizmet için vergi vermeye zorlamak adil olmayacaktır. Sonuç itibariyle liberteryenler genel olarak salt faydanın insanların onlara dayatılan gereklilikler için vergi ödemelerini meşrulaştırmak için yeterli olduğu düşüncesini reddederler.

Bazı sol liberteryenler diğer liberteryenlerin reddedeceği bazı “devletimsi” aktivitelerin devlet tarafından yapılmasını savunmaktadırlar. Çoğu sol liberteryen insanların sahip oldukları doğal kaynakların oranı doğrultusunda diğerlerine tazminat ödemelerinin yerine getirilmesi gereken bir görev olduğunu kabul ettikleri için devletin bu tazminatı ödemek için zorla para toplamasını kabul edebilirler. Bazıları polis, ulusal savunma, yol sistemleri gibi şeylerin de dahil olduğu çeşitli kamu hizmetlerinin de zorla sağlanabileceğini ifade etmektedirler. Bu düşüncenin altında yatan gerekçelendirme, bu kamusal hizmetlerin sağlanmasının doğal kaynakların değerini artıracağı, vergilerle sağlanan hizmetlerin kendi kendini fonlayan hizmetler haline geleceğidir (Vallentyne 2007).

Devlet otoritesini gerekçelendirmeye yönelik popüler argümanlardan biri, devletlerin demokratik olmaları durumunda meşru oldukları şeklindedir. Liberteryenler bu düşünceye karşı oldukça şüpheci olma eğilimindedirler. Oldukça çok sayıda empirik bulgu seçmenlerin siyasi meseleler hakkında ciddi şekilde bilgisiz, cahil ve önyargılı olma eğiliminde olduğunu göstermektedir. Demokratik özgürleşmenin bu durumu daha iyi hale getirmeye yönelik katkısı, hiç olmasa bile azdır. Gerçekten de insanların siyaset konusunda bilgisiz kalmaya devam etmeleri rasyonel gibi görünmektedir. Bir insanın siyasi kararlar üzerindeki kişisel etkisinin azımsanabilecek kadar küçük olduğu ve siyaset konusunda bilgi sahibi olmanın zaman ve çaba anlamında masraflı bir şey olduğu göz önüne alındığında insanların siyaset konusunda bilgisiz kalmaya devam etmeleri akla yatkındır. Çoğu insan meselelerin önemini göz önünde bulundurarak oy kullanmak yerine ideolojik bağlılıkları doğrultusunda oy kullanmaktadır (Caplan 2008; Somin 2016; Brennan 2016; Pincione & Tesón 2011).

Seçmen bilgisizliğine ek olarak pek çok liberteryen devlet gücünün genel dinamiklerinden korkar. Kamusal tercih teorisi, siyasi faillerin davranışlarını anlamanın en iyi yolu kabaca sınırları maksimize etmek olduğu için devletin kamunun çıkarı doğrultusunda hareket edeceğini düşünmemizi sağlayacak az sayıda nedenin olduğuna işaret eder (Tullock & Buchanan 1962). Bu yüzden pek çok hükümet politikası halkı az sayıda ve sıklıkla siyasi bağlantıları olan elit insanların çıkarına olan şeylerin masraflarını karşılamaya zorlar. Bunun örnekleri içerisinde geniş çaplı finansal şirketlerin batmaktan kurtarılması ve tarım sübvansiyonları vardır.

 

 

Kaynakça:

Barnett, R., 1998, The Structure of Liberty: Justice and the Rule of Law, Oxford: Clarendon Press.

–––, 2004, “The Moral Foundations of Modern Libertarianism,” in P. Berkowitz (ed.), Varieties of Conservatism in America, Stanford: Hoover Press, pp. 51–74.

Brennan, J., 2012, Libertarianism: What Everyone Needs to Know, Oxford: Oxford University Press.

–––, 2016, Against Democracy, Princeton, NJ: Princeton University Press.

Brennan, J., & van der Vossen, B., 2017, “The Myths of the Self-Ownership Thesis,” in J. Brennan, B. Van der Vossen, and D. Schmidtz (eds.), Routledge Handbook of Libertarianism, New York: Routledge.

Buchanan, J., 1993, Property as a Guarantor of Liberty, Northampton, MA: Edward Elgar.

Caplan, B., 2008, The Myth of the Rational Voter: Why Democracies Choose Bad Policies, Princeton, NJ: Princeton University Press.

Chartier, G., 2012, Anarchy and Legal Order: Law and Politics for a Stateless Society, Cambridge: Cambridge University Press.

Cohen, G. A., 1995, Self-Ownership, Freedom, and Equality, Cambridge: Cambridge University Press.

Epstein, R.A., 1995, Simple Rules for a Complex World, Cambridge: Harvard University Press.

–––, 1998, Principles for a Free Society: Reconciling Individual Liberty with the Common Good, New York: Basic Books.

Feser, E., 2005, “There Is No Such Thing As An Unjust Initial Acquisition,” Social Philosophy and Policy, 22: 56–80.

Freeman, S., 2001, “Illiberal Libertarians: Why Libertarianism Is Not A Liberal View,” Philosophy & Public Affairs, 30: 105–151.

Fried, B., 2004, “Left-Libertarianism: A Review Essay,” Philosophy and Public Affairs, 32: 66–92.

Fried, B., 2005, “Left-Libertarianism, Once More: A Rejoinder to Vallentyne, Steiner, and Otsuka,” Philosophy and Public Affairs, 33: 216–222.

Friedman, M., 1962. Capitalism and Freedom, Chicago: University of Chicago Press.

Gaus, G., 2010, “Coercion, ownership, and the redistributive state: Justificatory Liberalism’s Classical Tilt,” Social Philosophy and Policy, 27(1): 233–275.

–––, 2012, The Order of Public Reason: A Theory of Freedom and Morality in a Diverse and Bounded World, Cambridge: Cambridge University Press.

Gaus, G. and Mack, E., 2004, “Libertarianism and Classical Liberalism,” in A Handbook of Political Theory, G. Gaus and C. Kukathus (eds.), London: Routledge, pp. 115–129.

George, H., 1879, Progress and Poverty, 5th edition, New York, D. Appleton and Company, 1882; reprinted by Robert Schalkenbach Foundation, 1966.

Grunebaum, J., 1987, Private Ownership, New York: Routledge & Kegan Paul.

Hayek, F.A., 1960, The Constitution of Liberty, Chicago: University of Chicago Press.

–––, 1973, Law, Legislation, and Liberty (Volume 1: Rules and Order), London: Routledge.

Huemer, M., 2012, The Problem of Political Authority, New York: Palgrave MacMillan.

Locke, J., 1690 [1988], Two Treatises of Government, P. Laslett (ed.), Cambridge: Cambridge University Press.

Lomasky, L., 1987, Persons, Rights, and the Moral Community, New York: Oxford University Press.

Mack, E., 1995, “The Self-Ownership Proviso: A New and Improved Lockean Proviso,” Social Philosophy and Policy, 12: 186–218.

–––, 2002, “Self-Ownership, Marxism, and Egalitarianism: Part II. Challenges to the Self-Ownership Thesis,” Politics, Philosophy, and Economics, 1: 237–276.

–––, 2010, “The Natural Right of Property,” Social Philosophy and Policy, 27: 53–78.

–––, 2015. “Elbow room for rights,” Oxford Studies in Political Philosophy, 1(1): 194–221.

Narveson, J., 1988, The Libertarian Idea, Philadelphia: Temple University Press.

Narveson, J. and J. P. Sterba, 2010, Are Liberty and Equality Compatible?, New York: Cambridge University Press.

Nozick, R., 1974, Anarchy, State, and Utopia, New York: Basic Books.

Otsuka, M., 2003, Libertarianism without Inequality, Oxford: Clarendon Press.

–––, 2018, “Appropriating Lockean Appropriation on Behalf of Equality”, in James Penner and Michael Otsuka (eds.), Property Theory: Legal and Political Perspectives, Cambridge: Cambridge University Press, pp. 121–37.

Pincione, G., Tesón, F., 2011. Rational Choice and Democratic Deliberation: A Theory of Discourse Failure, Cambridge: Cambridge University Press.

Railton, P. 2003, “Locke, Stock, and Peril: Natural Property Rights, Pollution, and Risk,” in P. Railton, Facts, Values, and Norms, Cambridge: Cambridge University Press, pp. 187–225.

Rasmussen, D.B., & Den Uyl, D.J., 2005, Norms of Liberty: A Perfectionist Basis for Non-perfectionist Politics, University Park, PA: Penn State University Press.

Rothbard, M., 1978, For a New Liberty, The Libertarian Manifesto, revised edition, New York: Libertarian Review Foundation.

–––, 1982, The Ethics of Liberty, Atlantic Highlands: Humanities Press.

Russell, D., 2018. “Self-Ownership as a Form of Ownership”, in D. Schmidtz and Carmen E. Pavel (eds.), The Oxford Handbook of Freedom, Oxford: Oxford University Press. pp. 21–39.

Schmidtz, D., 1994, “The Institution of Property,” Social Philosophy and Policy, 11(2): 42–62.

Schmidtz, D., 2006, The Elements of Justice, Cambridge: Cambridge University Press.

Shapiro, D., 2007, Is the Welfare State Justified?, Cambridge: Cambridge University Press.

Simmons, A.J., 1992, The Lockean Theory of Rights, Princeton: Princeton University Press.

–––, 1993, On the Edge of Anarchy, Princeton: Princeton University Press.

Smith, A., 1759 [1976], The Theory of Moral Sentiments, D.D. Raphael and A.L. Macfie (eds.), Indianapolis: Liberty Fund.

–––, 1776 [1976], An Inquiry Into The Nature and Causes of The Wealth of Nations, D.D. Raphael and A.L. Macfie (eds.), Indianapolis: Liberty Fund.

Sobel, D., 2012, “Backing Away from Libertarian Self-Ownership,” Ethics, 123: 32–60.

Somin, I., 2016, Democracy and Political Ignorance: Why Smaller Government is Smarter, 2nd edition, Stanford: Stanford University Press.

Steiner, H., 1994, An Essay on Rights, Cambridge, MA: Blackwell Publishers.

Thomson, J., 1990, The Realm of Rights, Cambridge, MA: Harvard University Press.

Tomasi, T., 2012, Free Market Fairness, Princeton: Princeton University Press.

Tullock, G., Buchanan, J., 1962, The Calculus of Consent: Logical Foundations of Constitutional Democracy, Ann Arbor: University of Michigan Press.

Vallentyne, P., 1998, “Critical Notice of G.A. Cohen’s Self-Ownership, Freedom, and Equality,” Canadian Journal of Philosophy, 28: 609–626.

–––, 2007, “Libertarianism and the State,” Social Philosophy and Policy, 24: 187–205.

Vallentyne, P., Steiner, H., Otsuka, M., 2005, “Why Left-Libertarianism Is Not Incoherent, Indeterminate, or Irrelevant: A reply to Fried”, Philosophy and Public Affairs, 33: 201–215.

Van der Vossen, B., 2009, “What Counts As Original Appropriation?” Politics, Philosophy, & Economics, 8: 355–373.

–––, 2015, “Imposing Duties and Original Appropriation”, Journal of Political Philosophy 23: 64–85.

Von Mises, L., 1949, Human Action: A treatise on economics, New Haven: Yale University Press.

Waldron, J., 1988, The Right to Private Property, Oxford: Clarendon Press.

Wall, S., 2009. “Self-Ownership and Paternalism,” Journal of Political Philosophy, 17: 399–417.

Wendt, F., 2017. “The Sufficiency Proviso,” in J. Brennan, B. Van der Vossen, and D. Schmidtz (eds.), The Routledge Handbook of Libertarianism, London: Routledge, pp. 169–183.

 

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

Hoşgörü (Stanford Felsefe Ansiklopedisi)

Önceki Makale

Muhafazakarlığın Liberteryenizm Eleştirisi – Edward C. Feser