/

Modern Feminist Düşüncenin Gelişimi – Saarang Narayan

2431 görüntülenme
25 dk okuma süresi
Kualia Analitik Felsefe

Kualia Analitik Felsefe

Çevirmen: Ceyda Özçelik

Kaynak: http://www.inquiriesjournal.com/articles/1352/the-development-of-modern-feminist-thought-a-summary

 

Modern Feminist Düşüncenin Gelişimi

Kadın kimdir? Kadın olmak ne demektir? Kadın bir anne- evlat- eş- kardeş midir? Yoksa bundan daha fazlası mıdır? Toplumdaki görevi nedir ve bu görev çeşitli kurumlarda nasıl öne çıkar? Gerçekten ayrımcılığa maruz kalır mı? Eğer kalırsa, nasıl? Feminizm gerçekten de onun sorunlarına bir çözüm müdür? Ve özgürlüğe ihtiyacı var mıdır? Ona bu özgürlüğü kim, nasıl getirecektir?

Bunlar her dönem tekrar tekrar sorulması gereken temel sorulardır. Ataerkil üstyapı son 5000-6000 yıl içerisinde çeşitli maddesel değişimlere adapte olmuştur. Ama son birkaç on yılda piyasanın feminist ajandasını kendi bünyesine katmasıyla birlikte bariz bir değişim gözlenmiştir. Ataerkil düzenin resmi reddi şimdilerde baskın söylemin bir parçasıdır. Ama birey temkinli olmalı ve bu söylem içinde hayatta kalmış ataerkilliğin kalıntılarını ortaya çıkarmalıdır. Birey bu bilgiler ışığında yukarıdaki soruları tekrar sormalıdır.

Bu makale feminizmdeki üç geniş temanın izini sürmeyi amaçlamaktadır: kadınların sosyo-politik kategoride kavramlaştırılması, kadınların baskılanması ile ilgili çeşitli fikirler ve özgürlük düşüncesi. Bu konu ve konunun gelişimiyle ilgili kısa bir özet oluşturmak için özellikle şu dört etkili ilim insanının eserleri kullanılmıştır; Mary Wollstonecraft, Friedrich Engels, Emma Goldman ve Simone de Beavoir. Her biri, feminizm ilminin temelini atan düşünceleri bulmakla birlikte, modern tarihteki feminizmde iki dalga halinde değişen söylemi temsil eder. Bahsedilen ilim insanlarının eserlerinden alıntılar Alice S. Rossi’nin Feminist Papers: from Adams to de Beauvoir kitabından araştırılmıştır.

Mary Wollstonecraft ve Yanlış Eğitim Sistemi

Mary Wollstonecraft Fransız devrimi sırasında yazan, İngiliz ve feminist bir yazardı. Kitabı, Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi (1792), Charles Maurice de Talleyrand-Périgord’un Fransa Ulusal Meclisi’ne sunduğu rapora bir cevap olarak yazılmıştır. Rapor, Fransız filozofların kadınların erkeklerle olan ilişkilerinden erdem kazanması gerektiğine dair inançlarının yanı sıra, kadınlar için yalnızca ev içi eğitimin yeterli olacağını öne sürmüştür. Eleştiride, Wollstonecraft “Rousseau’nun doğal insan için ve Paine’in insan hakları için yapmaya çalıştığı şeyi kadınlar için yapmıştır.”

Eğitimin ataerkilliği resmiyete döktüğünü farz etmektedir. Wollstonecraft güç konusunda kadının erkekten doğal olarak daha aşağı konumda olduğuna dikkat çeker. Bununla beraber, “yanlış eğitim sistemi” onlara “yeterli zihinsel güç” tahsis etmeyerek kadınları erdem haklarından mahrum bırakmaktadır. Çocukluklarından itibaren başlayan yanlış bir eğitim ile “kurnazlık… çabuk sinirlenme… dışa dönük itaat…” gibi “anneleri tarafından öğretilmiş” özellikler yüzünden “önemsiz arzu nesneleri… haline gelmişlerdir”.

Askerler, tıpkı kadınlar gibi, önemsiz erdemleri büyük bir titizlikle uygularlar… [aralarındaki fark] özgürlüğün üstün avantajından doğar, bu da askerlerin hayatı daha fazla görebilmesine olanak tanır. Onlara memnun etmek öğretilmiştir ve onlar yalnızca memnun etmek için yaşamaktadırlar.

Böylece, Wollstonecraft açıkça kadınlara öğretilen en büyük dersin erdem olduğunu söyleyen Rousseau’ya saldırır. Wollstonecraft, özel olmayan ve ev içinde olmayan eğitimde özgürlük bulur. Onun düşüncesine göre kusursuz eğitim “zihni güçlendiren ve yüreği oluşturan… bir anlayış çalışmasıdır”. Bu zihin (ataerkilliğe) olan kör itaati bitirebilecektir.

Wollstonecraft’ın özgürleşmiş kadını, erkek karşıtlarının yaptığı gibi değil de, kendi erdemlerine göre davranandır. O, erdemin aşağısında olan bütün “zayıflık sıfatlarından”, ‘görgüden’ ve ‘zarafetten’ kurtulmalıdır. Ve yalnızca bu şekilde hem kadın ve hem de erkek için tek bir Gerçek olan ve görevlerini kontrol eden ilkelerin aynı olduğu ideal bir dünya yaratılabilir.

Friedrich Engels ve Sınıfsal Ayrımcılık

Wollstonecraft’ın kelimenin modern bağlamında ilk feminist olduğu savunulur. Onun açıklamalarının ya da fikirlerinin içinden çıkmaya çalıştığı ataerkil geçmişi yansıtan belirli deliklere ve/veya kalıntılara sahip olması doğaldır. Bu, onun teorilerinin işe yaramaz olduğunun kanıtlandığı anlamına gelmez. Sonraki feministler, özellikle 19.Yüzyılda, fikirlerini argümanlarına dayandırırlar. Bunlardan bir tanesi de Friedrich Engels’dır.

Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (1884) isimli kitabında, Engels ilk kez sınıfsal ayrımcılığı cinsiyet ilişkilerine bağlamıştır. Marx’ın evlilikteki sınıfsal karşıtlık fikrine eklemede bulunur.

İlk sınıfsal çatışma… tek eşli bir evlilikteki kadın ve erkeğin karşıtlığının gelişimiyle çakışır, ilk sınıfsal baskı da kadın cinsiyetinin erkeğinkiyle örtüşmesiyle oluşur.

Bu karşıtlığın ilk ortaya çıkışının ne zaman denk geldiğini detaylandırmak gerekirse; Engels bunun izlerini yerleşik tarımın başlangıcına kadar takip eder. Burada özel mülk düşüncesi ortaya atılmıştır, bu da tek eşli evliliğin sosyal organizasyondaki temelinin atılmasına yol açmıştır. Bu tek eşli evlilik, Engels açıklamaya devam eder, temel amacı “çocukların daha sonra babalarının mülkiyeti içinde doğal varisleri olarak yer almaları nedeniyle… karşı gelinemez babanın” çocuklarını üretmek olan kadının koşulsuz köleliğine yol açmıştır.

Ve böylece tek evlilik, akabinde bir zinakara dönüşen kadınlar için daimi bir cinsel köleliğe dönmüş, erkekler ise kendilerini metres tutma alışkanlıklarına vermişlerdir. Tek eşli evlilik her zaman bir sözleşme ile bağlanmış olsa da, ya aileler ya da sınıf ile oluşturulmuşlardır.

Gerçek seçim, Engels’in de dediği gibi, yalnızca Proleter sınıf arasında işlenmiştir. Cinsel aşk, her iki tarafın da az ya da çok eşit olduğu, işçiler arasında bir norm halindedir. Bu cinsiyetler eve ekmek getiren kişi olarak çalışırlar, bu nedenle varlıklı olmanın getirdiği eşitsizliklerle karşılaşmazlar. Hem de, iki tarafın da mülkiyeti olmadığı için veraset düşüncesi boşlukta kalır.

Bu nedenle, özünde Proleter olan bir Sosyal Devrim cinsiyetler arası eşitliğe ulaşabilir. Yalnızca kapitalist üretimin ve özel mülkün yok edilmesiyle evlilikte tam bir özgürlük elde edilebilir. Evliliğin gerçek doğasının Devrim sonrasında ortaya çıkabileceğini ima etse de, bunun yalnızca özel mülkü ve evlilik bağının eşit olmayan sözleşmesini bilmeden büyümüş bir nesil tarafından kararlaştırılacağını açıklar.

Engels ve fikirleri 19. ve erken 20. Yüzyılda tüm dünyada görülen feminizm dalgasına ilham vermiştir. Buna rağmen, aynı dalgada ortaya çıkan belirli problemler vardır.

Emma Goldman’ın Yanlış Özgürleşme Fikri

Emma Goldman Kadının Özgürleşme Trajedisi isimli makalesini 1906 yılında kaleme almıştır. O zamana kadar feminizm politikada önemli bir yer edinmişti. Lakin Feminizmin Birinci Dalgası alacakaranlığını görmeye yaklaşmıştı. Goldman problemlerini belirtmiştir ve döneminin akımlarına uymayan bir kimse olduğu için çoğu kişi tarafından kınanmıştır. Yine de analizlerinin tesirli olduğu birkaç on yıl sonrasında kanıtlanmıştır.

Goldman kadınlarının özgürleşmesinin yeni bir tür baskılanmaya dönüştüğünü söyleyerek bu akımı reddeder. Bu akımın “cinsiyetlerin bir savaşı” şekline dönüştüğünü ve “toplum, din ve ahlak fark etmeksizin şehvet ve günah içindeki ehlikeyif bir hayat” yerine geçtiğini savunur. Kapsamı “sınırsız sevgi ve coşkuya… gerçek kadının derin duygularına… özgürlüğüne” izin vermek için çok dardı. Yalnızca resmi bir özgürleştirme içeriyordu; sadece açıkta duran zincirleri kırmış, yerlerine ise daha yeni ve derinde duran zincirler yaratmıştır.

Bununla birlikte, özgürleştirilmiş kadının yüzeysel bir varlık olduğunu savunur. Özü ondan çalınmış, kendi ruhunu akıtmış ve içindeki prangaların kırılmasına izin vermemiştir. O, tarihsel engellerini aşmak için eğitilmemiştir. Bu yüzden eril emsaline denk olmakta başarısız olur.

Bu problemlerin tek çözümü kadının

…bunların hepsini def etmesi, kendi alanında omuzları dik durarak kendi kısıtlanmamış özgürlüğünde ısrarcı olması, kendi özünün sesine kulak vermesi, bu hayatın en büyük hazinesi olsun, bir erkeğin aşkı, yahut en göz alıcı ayrıcalığı olsun, bir çocuğu dünyaya getirme hakkı, bunlar olmadan kadın kendisine özgürleştirilmiş diyemez.

Dolayısıyla Goldman’ın da söylediği gibi, kadınların kendilerini Özgürleşme hareketinden özgür bırakmaları gerekmektedir.

Golman bir işçi kızın yerinin yüksek sınıftaki emsalinden daha iyi olduğunu kabul eder, çünkü ikincisi boş, neşesiz, huzursuz ve tamamlanamamış bir hayata saplanıp kalır. Dolayısıyla, Özgürleşme bütün insanlara sevme ve sevilme hakkını bahşetmelidir.

Golman Birinci Dalga Feminizm’deki boşlukları tespit ettiği için faydalı olduğu kanıtlanmıştır. İkinci Dalga sırasında pek çok feminist Kadın nosyonunu, onun baskılanmasını ve özgürleşmesini genişlettiğinden, Goldman bir hayli ilham verici olmuştur.

Simone de Beuvoir, İkinci Cinsiyet

Feminizmin İkinci Dalgası post-modern dönemde başlamıştır ve Simone de Beauvoir de Avrupa’nın önde gelen feministlerindendi. Politik açıdan son derece aktif olup, Jean-Paul Sartre ile de yakından ilişkilendirilmiştir. Kitabı İkinci Cinsiyet toplumla paylaşmaktan hiç çekinmediği özel hayatından detaylarla doludur.

Kadının kavramsallaştırılmasının kendi içerisinde ataerkil olduğunu savunarak tartışmayı yeni yönlere çekmiştir. Onlar (bir nesne, Öteki olarak), erkeklerle (Tek, Mutlak) olan ilişkilerine göre tanımlanmışlardır. Bu, kadınların özgürleştirilmesini engellemiştir. Bu, kadınların erkeklerle olan ilişkilerini bozamamalarından kaynaklanır; ayrı bir benlikleri, paylaşılmış bir geçmişleri, tarihleri ya da dinleri yoktur. Erkekler, kadınların daha aşağı olduklarını felsefe, hukuk, din, edebiyat ve bilim yollarıyla kanıtlamaya çalışarak daha da ileriye götürmüşlerdir.

Bu yüzden, kadının kavramsallaştırılmasına yeni bakış açıları getirmiştir. Ona göre, baskılanmış kadının “kendisini bir şey haline getirir” ve “erkeği kendi cinsel pasifliğine indirgemek için kendisini av haline getirir” böylece kendini daimi olarak meşgul etmiş olur. Tersine, özgürleşmiş kadın “özgür olmayı” dileyendir, “alıcıdır ve erkeğin ona yüklemeye çalıştığı pasifliği reddeder”; bunların hepsi “maskülen değerlerdir”.

İki cinsin birbirlerini akran olarak tanımayı başaramadığı için bu özgürleşmenin başarısız olduğuna dikkat çeker. Kadınlar (pasiflikte kurtuluş bularak) itaatkârlıklarının, erkekler ise (kadınların değerini düşürerek üstün hale geldikleri) kendi kimliklerinin sonsuza dek sürmesini düşlerler. Kadınlara çocukluklarından beri sevgi, bağlılık ve uysallık gibi yüce değerleri övmek öğretilmiştir; onların kendi hayatlarını idame etmesi engellenmiş, böylece onlar kendilerinin babalarına, sevgililerine, kardeşlerine, eşlerine ve diğer kişilere bağımlı hale gelmelerine izin vermişlerdir.

Böylece, bunu söyleyerek kadınların doğasının herkes için doğuştan geldiği fikrini reddetmiş olur. Kadının oluşturulmuş olduğunu söylediği için, (cinsiyetin ‘performansa dayalı’ olduğunu savunan) Judith Butler’dan yalnızca bir adım uzakta kalır. Dolayısıyla, kadının eski derisini söküp atmasının ve kendisine ait yeni giysiler kesmesinin tek yolu sosyal evrimden geçmektedir.

Simone de Beauvoir’ın da savunduğu gibi, hem aşk hem de seks özgürleşmeye giden üstünlüğün harika araçlarıdır. Eğer zorunluluk özgürlüğe dönüşecekse; ergenin, gencin bunları özgürce keşfetmesi son derece önemlidir. Yani,

[Her iki cinsiyet de] birbirlerine karşı aynı temel ihtiyaca sahiptirler ve ikisi de kendi özgürlüklerinden aynı şanı kazanabilirler. Eğer tadını alsalardı,… asılsız ayrıcalıklarından [vazgeçerlerdi] ve aralarında bir kardeşlik bağı ortaya çıkabilirdi.

Simone de Beauvoir, geleceğin birey tarafından bugün tanımlanmaya çalışılmaması gerektiğini açıklar. Onun ne olduğuna karar vermek yarınlarda yaşayanların hayal gücüne kalmıştır. Bunun yeni olacağını iddia eder, ama sevgiyi, mutluluğu, şiiri ve hayalleri de içerecektir.

Sonuç

Böylelikle, Feminizmi oluşturan belirgin fikirlerin ve konseptlerin çeşitlerini görmüş olduk. Mary Wollstonecraft ve Simone de Beauvoir arasında önemli farklılıklar vardır. Eğer ikisi bir tartışmaya oturacak olsaydı, anlaşamadıkları çok şey çıkardı.

Ancak bu feministlerden her birinin tarihsel gerçekliğini aklımızda tutmamız gerekir; hepsi kendi belirli bağlamlarında yazmaktadır. Her durumda, ilkinin başarıları ikincisinin farklı olmasına yol açan şeydir.

Bununla birlikte, yeni çözümlerle birlikte yeni sorunlar gün yüzüne çıkar. Anarşist Emma Goldman’ın da belirttiği gibi, özgürleşme bile baskıcı olabilir. Aslında hiçbiri, özellikle de Birinci Dünya’dan önemli derecede farklı olduğu belirtilen Üçüncü Dünya’dakiler, ataerkil enstitülerin ince nüanslarını almazlar. Burada tartışılan feminist söylemlerin pek azında evrensellik vardır; bu, sorunlu olabilecek diğer feminizm türlerine yer açar. Hatta (özellikle de Dünya’nın Kuzey’inde) artık Feminizm’e ihtiyaç duymadığımızı ve amacını başaramadığı düşüncesi yükselişe geçmiştir. Feminist akımının içindeki ideolojik ayrışmalar bu ve bunun gibi düşüncelere daha fazla yakıt sağlamaktadır.

Yine de, zorunluluktan ötürü küçümseyici davranmayalım. Bu insanların uzlaşamadığı şeyden çok aynı fikirde oldukları şeyler var. Her feminist, kendi koşullarında, kadınların bir parçası olduğu –evlilik, seks, sevgi, aile, iş yeri, hukuk, eğitim, poliyika ve benzeri enstitülerde tecrübe ettiği dezavantajlara dikkat çeker. Farklılıklarına rağmen, her feminist tarafından kabul edilmiş daha büyük bir hakikat vardır; eşitsizlik gerçeği. Bu yüzden şimdi yeniden temel soruları sormamızın zamanı gelmiştir. Bu yüzden şimdi temelleri sorgulamamızın zamanı gelmiştir. Bu yüzden şimdi “Ne yapılmalı?” sorusunu bir kez daha sormalıyız. Bu yüzden şimdi Feminizm’e, daha önce hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var.

1 Comment

  1. Wollstonecraft yanlış. Kadını dişil fıtratından sıyırmaya çalışıyor. Feminist düşünürler genelde eril beyinli kadınlar olduklarından zamanındaki kadın erkek eşitsizliğini fark edip analiz ediyorlar ve kadının saldırgan olmayan fıtratının buna sebep olduğu ve bu fıtratın değiştirilmesi gerektiği kanaatine varıyorlar. Maalesef bu çıkarım da feministlerin erilleşmesine ve saldırganlaşmasına yol açıyor, ya da bu eril ve saldırgan kadınların feminist ideolojiye kümelenmesine yol açıyor.

    Engels, kadını evlilikte bir köle olarak görüyor. Tek eşlilik toplumsal düzende çatışmayı (doğada dişi için çarpışan erkek hayvanları düşünün) önlemek adına oluşturulmuş bir kural olsa gerek. Her erkeğin kendine ait dişisi olacağından, diğer erkekler ile çarpışmasına gerek yok. Ayrıca bu yapı, kadının diğer erkeklerin cinsel saldırılarından (kocasının caydırıcı etkisiyle) korunmasını sağlıyor. Tabi bu durumu o zamanın insani gelişmişlik düzeyi ile yargılamak lazım. Bu noktada tek eşli hayvanlar üstüne bir araştırma yapılması aydınlatıcı olacaktır. Tek eşli hayvanlarda erkek dişiyi eziyor mu ya da şiddet uyguluyor mu?

    Ayrıca kadının fıtratını, çocuk sahibi olma içgüdüsünü ve cinsel dürtülerini yadsıyor görünüyor. Üreme çağına gelen kadın ve erkekler, cinselliğe erişebilmek isteyeceklerdir. Tek eşlilik buna imkan sunmaktadır. Bunu bir adım öteye götürmenin yolu evlilik müessesini kaldırmak yerine eşi olmayan kadın ve erkeklerin, ayıplanmadan seçtikleri partner ile cinselliğe erişebilmesine olanak tanımaktır.

    Goldman doğru olarak feminizmin kadın fıtratı üzerinde baskıcı ve dogmatik olmaması gerektiğini tespit etmiş.

    Beuvoir kadınların da maskülen (eril) fıtrata sahip olabileceğini söylemiş ancak kadınların dişil fıtratını bir mesele olarak görmüş sanırım ki bence bu yaklaşım yanlış. Beuvoir’in kendisi de eril beyne sahip bir kadın idi. Kadının dişil fıtratının toplumsal şartlandırmadan kaynaklandığını düşünmesi yanlış.

    Meselenin özü şu. İster kadın olsun ister erkek tüm insanlar (beyinleri) değişik oranlarda eril ve dişil özellikler barındırır. Bunun oranı vücuttaki testosteron hormonun düzeyi (genetik) ile alakalıdır. Normali, kadının baskın olarak (2/3 gibi) dişil fıtratta, erkeğin ise eril fıtratta olmasıdır. Hormonal dengesizlikler (genetik) sebebiyle dişil yönü baskın erkekler ve eril yönü baskın kadınlar da bulunmaktadır.

    Kadının (erkeğin de) özgürleşmek için başkalarının (feministler de dahil) biçtiği bir kalıba uymak zorunluluğu yoktur. Kendi fıtratına uygun yolda kişisel gelişimini tamamlamak her insanın hayattan aldığı tatmin düzeyini artıracaktır. Aksini zorlamak bireyi mutsuz ve travmatize eder.

    Dişil beyinli insanlar sanatsal ve estetik alanlarda başarılı olur iken eril beyinli insanlar analitik alanlarda ve ticarette başarılı olurlar. Bu durumun eril ile dişil beyinin vücuttaki hormon düzeylerine göre farklı bölümlerinin uyarılarak kuvvetlenmesi sebebiyledir. Eril beyin avlanma ve hayatta kalma görevi üstlenmek zorunda kalmışken dişil beyin yuva kurma ve çocuk büyütme/koruma görevi üstlenmek zorunda kalmıştır. Bu toplumsal olarak oluşturulmuş bir sınıflandırma değildir, biyolojik evrimimizin sonucudur.

    Eril ve dişil bir spektrumdur. Bakınız:

    https://www.themichaelteaching.com/wp-content/uploads/2011/09/Masculine_Feminine_Continuum_Final_Outlines-1024×647.jpg

    Feminizmin ataerkillikten kastettiği, günümüzde aşırı-erillik (hipermaskülenite) olarak tabir edilebilir. Aşırı eril insanlar alfa-dominant karaktere sahiptirler, yalnızca kadınları değil kendilerinden zayıf (dişilliği daha yüksek, beta) erkekleri de hakir görürler. Bu tarz insanlar geçmişte savaşçılık kabiliyetleri dolayısıyla derebeyleri ve hükümdarlar olmakta idi. Kültürel ve hukuki ilerlemeler (ve ayrıca feminizm) sayesinde kadınlar da dahil tüm insanların eşit haklara ve korumaya sahip olması yönünde adımlar atılmıştır.

    Malesef bir kısım feministler eril-dişil spektrumu gözetmeksizin aşırı-eril erkeklerin şiddet ve davranışlarını tüm erkeklere mal etmekte olup, aynı şiddet ve baskıdan muzdarip dişil yönü de gelişmiş erkekleri de hareketten soğutmaktadır. Ayrıca kadınların davranışlarının baskılanmasına karşıt olarak doğan bir hareket olmasına rağmen, erkeklerin hareketlerinin baskılanmasını şart koşan, baskıcı, kutuplaştırıcı ve dışlayıcı, kadın şovenisti bir hareket haline evrilmektedir ya da bu tarz feministler daha aklıselim feministlere göre daha ön plana çıkıp görünür olmaktadır. Feminizmi aşırı-eril kadınların domine etmesine izin verilmemelidir zira feminizmin mücadele ettiği şey aşırı-erilliğin ta kendisidir.

    İnsan haklarına saygıyı hukuki ve fiili olarak uygulayan toplumlar ve ülkelerde, feminizm gibi bir harekete de artık gerek kalmayacaktır zira artık bireyleri kadın ve erkekten ziyade insan olarak görme bilinci yerleşmiş olacaktır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

Feminist Felsefe(Stanford Felsefe Ansiklopedisi)

Önceki Makale

Ateizme Dair Argümanlar – Graham Oppy