Demokratik Sosyalizm, Sosyal Demokrasi Değildir – Michael A. Mccarthy

5816 görüntülenme
18 dk okuma süresi
Yasin Demirkıran

Yasin Demirkıran

İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi'nde İngilizce Mütercim-Tercümanlık bölümünde lisans eğitimine devam etmekte ve aynı zamanda freelance tercümanlık yapmaktadır. Tarih, Dilbilim ve Video Oyunları ilgi alanları arasındadır.

“Demokratik sosyalizm” tartışmaya oldukça açık bir kavramdır, dolayısıyla uzun vadeli hedeflerimizi ve kısa vadeli stratejilerimizi geç kalmadan netleştirip ortaya koymalıyız. Mathieu Desan ile yakın zamanda Jacobin‘de tartıştığımız üzere, kapitalizmin ötesine geçen ve demokrasiyi güçlendiren uzun vadeli bir vizyona sahip olmak, fırsat eşitliği ve sosyal dayanışma gibi herhangi iyi bir topluma faydalı olması gereken temel ilkelerin gerçekleştirilmesine yardımcı olacaktır.

İskandinav sosyal demokrasisi, demokratik sosyalizm vizyonu ile hangi açıdan uyuşuyor? Bu, Matt Bruening tarafında makalemize bir yanıt olarak gelen önemli bir sorudur. Sovyetler Birliği’nde devlet oldukça sorumsuz ve sorgulanamaz olduğundan, Bruening orada bir demokrasi olmadığı fikrini savunuyor. Ancak Bruening, bu eleştirinin parlamenter demokrasileri olan İskandinav ülkeleri için geçerli olmadığını söylüyor. Bu nedenle, demokratik sosyalizm vizyonumuz ile Norveç gibi halihazırda var olan sosyal demokrasiler arasına sert bir çizgi çekmek yanlıştır.

Bu konu basit bir soruya dayanıyor: Norveç gibi ülkeler demokratik olarak yönetilen bir ekonominin ve toplumun nasıl görünebileceği hakkındaki düşüncelerimizin sınırını temsil ediyor mu? Eğer ediyorsa, sosyal demokrasi nihayetinde sosyalizm ile aynı şey midir?

Benim iddiam, İskandinav ülkelerinin Sovyetler Birliği gibi demokratik olmadığı değil, siyasi demokrasinin olduğu İskandinav ülkelerinde bile demokratik sosyalizmin, ekonominin şu anda olandan daha fazla kamu mülkiyetine kayacağı ve daha kapsamlı bir demokratikleşme anlamına geldiğidir.

Demokratik Sosyalizm Sosyal Demokrasi Değildir

Finlandiya, Norveç ve İsveç gibi İskandinav ülkeler sosyal demokrasilerdir. Bu ülkelerin, anayasal temsili demokrasileri, büyük sosyal yardım ağları, işçi ve sermaye sınıfı arasında yapılan ve devlet tarafından idare edilen toplu sözleşmeleri vardır ve devlet bir miktar ekonomik mülkiyete sahiptir. Bu kurumlar, bizim neo-liberal çöplüklerimize kıyasla çok daha tercih edilir.

Ancak hem iş yerlerinde hem de ekonominin yönetiminde işçi sınıfına biraz daha fazla söz hakkı verilse bile, kapitalist yönetim anlayışı iş yerlerinin büyük çoğunluğunda devam etmektedir.

Sosyal demokrasilerde, ana üretim varlıklarının kamu mülkiyeti, potansiyeline kıyasla oldukça sınırlıdır. En iyi örneği, yani Norveç’i ele alalım. Bruening, devletin 74 şirkete sahip olduğuna işaret ederek Norveç’in kamu mülkiyeti seviyesini vurgular. Bu küçük bir mesele değil, çünkü Norveç’teki devlete ait işletmeler (SOE’ler) gayri safi yurt içi hasılanın (GSYİH) yüzde 60’ını oluşturuyor. Bunun çoğunu, devlete ait petrol şirketi olan Equinor (devlet, hisselerin yaklaşık yüzde 67’sine sahip) oluşturuyor. Toplamda, bu petrol şirketi de dahil olmak üzere SOE’ler yaklaşık olarak 280.000 işçi istihdam ediyor.

Ancak bu tür sayılar, bağlamlarının dışında her zaman aldatıcıdır. Norveç’te yaklaşık 2.9 milyon toplam istihdam edilmiş işçi bulunurken, istihdam edilen bu iş gücünün sadece yüzde 10’u devlete ait işletmelerde çalışıyor. Genel olarak kamu sektörü, kapitalist dünyadaki en yüksek orana sahip olarak, iş gücünün yüzde 30’unu istihdam etmektedir.

Bu kesinlikle diğer kapitalist demokrasilere kıyasla çok daha fazla olsa dahi, Norveç devleti hala çalışanların çoğunluğunu kapitalist firmalarda çalışmaya terk ediyor. Bu durum diğer sosyal demokrasi ülkelerinde ise daha da fazla.

Demokratik sosyalizmin ise, toplumun üretim varlıklarının büyük çoğunluğu üzerinde kamu mülkiyeti sağlaması, işçilerin bu üretken varlıklara özel olarak sahip olanlar için çalışmaya zorlanması gerçeğini ortadan kaldırması ve sadece devlet içinde değil, iş yerleri ve kamu içerisinde de daha güçlü demokratik kurumlar içermesi gerekmektedir. Demokratik sosyalizm tanımımız, ekonomide demokrasinin derinden bir gelişimini temsil etmektedir.

Bu ayrım oldukça önemlidir ancak Bruenig, sosyal demokrat ülkelerdeki kısmen sınırlı kamu mülkiyeti ve ekonomik demokrasinin daha geniş çaplı bir uygulamadan daha tercih edilebilir ya da daha uygulanabilir olduğu düşüncesinin arkasındaki nedenleri göz ardı ediyor.

Bu, kısa vadeli politikalara bırakılmaması gereken bir meseledir ve sosyal demokrasilerde bulunan birçok merkezi kurum artık günümüz sosyalistlerinin tamamının talep ettiği şeyler haline gelmelidir. Bu, sosyalistler olarak bizim uzun vadeli vizyonumun içinde olmalıdır.

Sosyal Demokrasinin Sınırları

Sosyal demokrasinin sınırlarının merkezinde, istihdam için büyük oranda kapitalist firmalara bel bağlayan toplumlarda süregelen bir problem vardır: Hangi güç türü daha önemlidir? En güçlü demokrasilerde dahi, kapitalist ekonomiye sahip bir toplumun güç dengesi mecliste belirlenmez. Firmalar, yatırımlarını ve kaynaklarını tahsis etme güçleriyle, büyük kamusal etkileri olan özel kararlar alırlar ve bu güç demokrasi kurumlarını kötü yönde etkiler.

“Tamamen özgür ve adil seçimler” yapılan demokrasilerde bile, özel firmalar hala seçimle gelen devlet yetkilileri üzerinde orantısız nüfuza sahip olacaklar ve bu yetkililer, firmaların çıkarını koruyan politikaları desteklemeleri için baskı altında kalacaklardır. Ancak eğer bu yetkililer seçimle geliyorsa ve halka karşı sorumlularsa, bu nasıl gerçekleşebiliyor? Kapitalist firma sahiplerinin çok az bir seçmen kitlesine sahip olduğu sosyal demokrasilerde bile neden bürokratlar firmaların çıkarını savunuyor?

Çünkü çoğu insanın geçim kaynağı büyük ölçüde firmalara bağlı olduğundan hem seçmenler hem de siyasiler bu büyük firmaların rahatsız olmayacağı politikaları izlemeye eğilimlidir. Ancak sosyalist politikaların gündeme gelmesi durumunda, bu firmalar yatırımlarını geri çekme gücüne sahiptir.

Düşüşe geçen ekonomiyle birlikte, devletin vergilerden elde ettiği geliri azalır, istihdam oldukça azalır ve neticede sosyalist politikacıların bir sonraki seçimi kaybetmesine ya da bir darbe yoluyla indirilmesine yol açar. Kapitalist ekonomi, kendi seçmenleri için sosyalist kurumlar oluşturma niyetinde olan ve demokratik yollarla seçilmiş devlet yöneticileri için, “geri tepen bir silah” gibidir.

İşte tam da bu yüzden, firmaların mülkiyetini sermaye yerine halka devretmeyi planlayan bir proje olan İsveç’teki “Meidner İşçi Fonu” (ayrıca Bruenig ve benim çok beğendiğimiz ve bir şekilde gerçekleştiğini görmek istediğimiz bir şey) en nihayetinde tam olarak uygulanamamıştır. Proje, demokratik olarak desteklenmesine rağmen, kapitalistlerin varlığını ciddi oranda tehdit etmiş ve bu yüzden kapitalist güç tarafından zayıflatılmıştır. En başarılı sosyal demokrasilerde bile, kapitalizm ve demokrasi arasındaki ilişki oldukça istikrarsızdır.

Norveç’te bu tür sermaye saldırılarına karşı koyabilecek kurumlar var mıdır? Eğer sosyalist yatırım ilkeleri tarafından yönlendirilirse, Norveç sosyal sermaye fonunun bu tür bir sermaye gücüne karşı bir savunma hattı oluşturabileceği görülüyor. 1990 yılında devletin petrol şirketinden elde edilen fazla kâr payını bir yatırım aracı olarak kullanmak için kurulan bu fon, 2017 yılına kadar devasa bir büyüme göstererek 8.4 milyar kronluk bir sermayeye ulaştı. Bir sermaye saldırısı durumunda, malvarlıkları yerel istihdam kaybına karşı kullanılabilir veya sosyalist kamu politikalarına karşı sermaye güçlerini kullanan şirketlerin çektiği yatırımların yerini doldurmaya harcanabilirdi.

Ama bu fon hiçbir zaman bu şekilde kullanılmadı ve yerel firmaların gücünü zayıflatmak için büyük değişiklikler yapılması gerekiyordu. Norveç’in çok daha küçük folketrygdfondet fonunun aksine, sosyal sermaye fonuyla büyük oranda yerel yatırımlar yapılmamaktadır. Aksine, dünya üzerindeki bölgesel ekonomik krizlerden etkilenmemek adına, dünyadaki bütün halka açık şirketlerin ortalama yüzde 1.4’lük hissesine sahip olacak şekilde uluslararası bir yatırım stratejisi belirlenmiştir.

Fon, yapılan yatırımların zararlı ürünlerin bazılarından (tütün, nükleer silahlar ve kömür) çekilmesinde etkin bir rol oynamıştır ve dünyanın en büyük bazı şirketlerinin uygulamalarını kontrol altında tutmak için, hissedar olarak gücünü kullanmaktadır. Ancak bu fon en nihayetinde kar güdüsüyle yönlendirilmektedir ve küresel kapitalist rekabet tarafından kısıtlanmaktadır. Bu ilkeli tutumların parasal maliyetleri çok düşük olmuştur. Eğer bu fon kapitalist yatırım çekme hareketine bir siper olarak kullanılacaksa, çok daha büyük ölçüde risk alınmalıdır ve imkanlar dahilinde zararına da olsa yatırım yapılmalıdır.

Fon, Norveç halkı için gerçekten fayda sağlamanın yanı sıra, aynı zamanda kapitalist yatırım mantığıyla mücadele etmek için gerçek fırsatlar sunmaktadır. Ancak bunun demokratik sosyalizme böyle bir geçişi mümkün kılması, Norveç’in halihazırda demokratik sosyalist bir ülke olduğunun delili değildir.

Daha Fazla Demokrasi, Daha Fazla Kamu Mülkiyeti

Sosyal demokrasi bir çeşit paradoks içerir zira oluşumu, hem uygun siyasi örgütleri ve sosyal reformları meydana getiren hem de ekonomide işçilerin yönetime katılmasını sağlayan sendika örgütlenmelerine ve büyük çaplı grevlere bağlıdır. İşte bunlar yönelmemiz gereken hedeflerdir.

Ancak tarihsel olarak görüyoruz ki, sosyal demokrasiler kendilerini güçlendirirken, bu reformları yönlendiren sosyal gücün temsilcileri olarak devlet yetkilileri ve sendika temsilcileri, sermaye gücünü hoşnut tutmak adına kendi güç tabanlarını oluşturan işçi sınıfının cereyanlarını ve birliğini bastırmak durumunda kalmıştır.

Kapitalist kriz büyüme oranını azalttığında, bu temelsiz ittifaklar dağılma eğilimindedir ve sosyal demokrasiler genellikle Danimarka, Almanya, Hollanda ve ABD gibi çok farklı türde kapitalist ekonomilerle paylaştıkları ortak bir özellik olan serbestleşme yoluna giderler. Norveç’te devletin GSYİH’nin büyük bir oranına sahip olmasının ve bu kadar büyük çaplı bir sosyal sermaye fonu oluşturabilmesinin temel sebebi olan 1970’lerde petrol keşfedilmesi ve çıkarılmaya başlanması durumu, demokrasi ve kamu mülkiyeti üzerindeki derin sınırlamaları göz ardı etmek için yeterli bir neden değildir.

Eğer demokratik sosyalizm, demokratik bir toplum için ideal bir yol gösterici olarak adlandırdığımız şey ise, İskandinav sosyal demokrasilerinin aslında demokratik sosyalist oldukları konusunda ısrarcı olmanın ne zararı vardır? Yanıtlardan biri, bunu yapmanın, ekonomide artan sosyal müdahaleyi başarısız otoriter rejimlerle denk gören kötü niyetli muhafazakâr görüşlere karşı koyabileceğidir. Fakat bu durumda, neden açıkça daha kolay olanı yapmayıp bunu açıkça sosyal demokratik temeller üzerinden savunmuyorsunuz? Ne diye kendine sosyalist diyorsunuz ki?

Yine de, İskandinav tarzı bir refah devletinin bizim neo-liberal sistemimize göre daha çok tercih edilebilir olduğu konusunda kuşkunuz olmasın, ayrıca bu İskandinav tarzı refah devleti kurumlarının bazılarını ABD’de hayata geçirmek de için de çaba göstermeliyiz. Fakat hiç olmazsa kendimize demokratik sosyalistler diyerek, sosyal demokrasinin bize sunabileceğinden daha derin bir demokratikleşme arzumuzun olduğunun sinyalini veriyoruz.

Kaynak: https://jacobinmag.com/2018/08/democratic-socialism-social-democracy-nordic-countries

Çevirmen: Yasin Demirkıran

1 Comment

  1. Bu metinde sanki demokratikleşme ile kamulaştırma kavramları karıştırılıyor mu?

    Sıradan sosyalizm ile demokratik sosyalizm arasındaki fark nedir? Sanki sosyalizmi tekrar cazip kılmak için zorlama bir ayrım yaratılıyor gibi geldi bana.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

İnsan Haklarına Dayanarak Hayvanları Korumak – Donald VanDeVeer

Önceki Makale

Zihin Felsefesi: Bilinç Nedir? Bilincin Kategorileri ve Temel Tartışmalar Nelerdir?