/

Marx Kölelikten Ne Anlamaktaydı ? – KEVIN B. ANDERSON

3068 görüntülenme
14 dk okuma süresi
Hasan Ayer

Hasan Ayer

Ankara Üniversitesi DTCF İngiliz filolojisi lisans öğrencisidir. Temel ilgi alanı siyaset felsefesi ve siyaset teorisidir. Spesifik olarak liberal ve muhafazakar siyaset teorisi ile çokkültürcülük, hak teorileri, kültür kuramları ve göç teorileri çalışmaktadır.

Bu yıl ilk köleleştirilen Afrikalıların Virginiaya gelişlerinin 400.yıl dönümü. Bu acımasız olay şu an derin ve etkili bir şekilde tartışılmasına rağmen, ana akım medyadaki çok az kişi Yeni Dünyanın modern kölelik formunun kapitalist karakterine dikkat çekiyor.

Marks Afrikalıların Avrupalılar tarafından 16.yy’ın başlarında gerçekleştirilen bu geniş ölçekteki köleliğini; Roma veya Arap köleliğinin bir tekrarı olarak değil, yeni bir şey olarak görmekteydi.  Bu kölelik biçimi, gaddarlığın antik anlamdaki formu ile değer üretiminin modern sosyal formunu birleştirdi. Marks, değişim değerinin üretimdeki belirleyici etmen olduğu kapitalist üretim durumunda köleliğin ‘’en iğrenç’’haline ulaştığını yazmıştır. Bu durum çalışma günlerinin çok ciddi ölçekte genişlemesine, kelimenin tam anlamıyla çalışmakta olan köleleştirilmiş insanların ölümüne neden olmaktadır.

İster Güney Amerikada, ister Karayiplerde ya da Güney amerikanın sömürgelerinde olsun, kölelik kapitalizmin çevresel değil, merkezi bir parçasıdır. Komünist Manifestodan iki yıl önce genç Marksın 1846 yılında bu ilişkiyi kuramsallaştırdığı gibi:

Doğrudan doğruya kölelik, burjuva sanayi için, makine, kredi vs. kadar önemli bir mihverdir. Kölelik olmazsa pamuğunuz olmaz; pamuk olmazsa çağdaş sanayi olmaz. Sömürgelere önem kazandıran, kölelik oldu; dünya ticaretini sömürgeler yarattı ve büyük boyutlu sanayinin ön şartı dünya ticaretidir. Böylelikle kölelik en büyük önemdeki ekonomik kategoridir.

Kapitalizm ve kölelik arasındaki ilintisellik Marksın bütün yazılarında kendini gösterdi fakat  o aynı zamanda köleliğe yönelik çeşitli direnme biçimlerinin antikapitalist direnişe nasıl katkılar sağladığına da kafa yordu. Bu durum Marks kölelik karşıtı davayı hararetli bir biçimde savunmaktayken, Amerikan iç savaşı süresinceki ve öncesindeki meselenin ta kendisidir.

Marksın düşündüğü direnişlerden biri köleleştirilmiş afro-Amerikanların direnişidir. Örneğin, radikal kölelik karşıtı John Brown’un emri altındaki hem siyahi hem de beyaz kölelik karşıtı militanlar tarafından 1959 yılında Harper Ferry’deki cephaneliğe düzenlenen çığır açan saldırıyı çok ciddiye almıştı. Saldırı militanların umut ettiği gibi kölelerin ayaklanmasına sebep olmadı fakat Marks, diğer kölelik karşıtları gibi, bunun sonrasında bir daha geri dönüşü olmayan çok mühim bir olay olduğunda hem fikirdi. Ancak o, Rus köylülerini uluslararası eşdeğerleriyle karşılaştırdığı gibi, ayaklanma potansiyeli olan köleleştirilmiş Afro-Amerikanlara da ayrıca değindi:

Benim görüşüme göre, bugün dünyada olup bitenler içinde en önemli şey, bir yandan John Brown’ın ölümüyle başlayan Amerika’daki köle hareketi, diğer yandan ise Rusyadaki köle hareketidir… Missouri’de yeni bir köle ayaklanması patlak verdi ve doğal ki bastırıldı fakat sinyal şimdi verildi.

Bu noktada Marks geniş çaplı köle isyanını, köleliğin kaldırılması için bir kapı ve muhtemelen kapitalist düzene meydan okuması bakımından bundan çok daha fazlası olarak algılıyor gibi gözükmekte. Güney çekildikten ve iç savaş patlak verdikten kısa bir süre sonra ,Lincoln’e başlangıçta köleliğin kaldırılmasına ve siyahilerin askere alınmasına dair tereddütünden dolayı keskin eleştiriler yapmasına rağmen, Kuzey davasına destek verdi.

Savaş devam etmekteyken, kapitalizme ve köleliğe yönelik direnişin ikinci biçimi ortaya çıktı fakat bu sefer Amerikada değil, Britanyada. Britanyanın egemen sınıfları Birleşik Devletler ile cumhuriyetçi hükümetin başarısız bir denemesi olarak alay edip alt tabakadaki Lincolne yontulmamış diyerek saldırıyorlarken, Britanyadaki işçi sınıfı olayları farklı bir biçimde algılamaktaydı. İşçiler Birleşik Devletleri, özellikle Kuzeyin köleliği kaldırmaya kendini adamasından sonra, o zamanın en geniş biçimli demokrasisi olarak görmekteydi. Marxın 1862 yılında New York Tribune’deki bir makalesinde söylediği gibi:

Britanyadaki işçi sınıfının büyük bir bölümü direkt olarak ve ciddi bir şekilde güney ablukasının sonuçlarından muzdaripken bir diğer bölümü ise cumhuriyetçilerin bencil korumacı politikasının Amerikan ticaretine vurduğu darbeden dolaylı olarak etkilenirken, bu koşullar altında, özellikle de tuzu kuru John Bull ve yetkililerin iki yüzlü, korkak ve ahmakça politikaları ile karşılaştırıldığında, İngiliz işçi sınıfının sesinin dinlenmesine daha da gerek duyuluyordu.

1864’e kadar Birinci Enternasyonel oluşturuldu. Birinci Enternayonelin erken dönem aktivistlerinin çoğu arasında kölelik karşıtı toplantıları organize edenler vardı. Bu bağlamda, kölelik karşıtı işçi sınıfı hareketi, Marks hayattayken liderlik edeceği en büyük sosyalist organizasyonun kurulmasına yardımcı oldu.

Savaş bittiğinde Birleşik Devletlerde, eski köle tarlalarının 40 dönümünü önceden köleleştirilmiş olan insanlara vermeyi de içerseyen radikal bir yeniden yapılandırma gündemdeydi.  1867 yılında Kapitalin önsözünde Marx bu gelişmeleri övmekteydi: ‘’ köleliğin kaldırılmasından sonra, sermaye ile toprak mülkiyeti ilişkilerinde köklü bir değişiklik yapılmasının günün başlıca sorunu olduğu ilan edilmiştir.’’ Ancak Birleşik Krallık kongresindekilerin muhalefeti nedeniyle bu gerçekleşmedi.

İç savaşın ardından Marks, kapitalizme ve köleliğe fakat aynı zamanda Birleşik Devletler içindeki ırkçılığa da yönelik üçüncü bir direniş biçimini ele aldı. Marksın gördüğü gibi, özgür beyaz emeğin yanı sıra yüzyılların siyahi köle emeği hem kırsaldaki hem de şehirdeki işçiler arasında devasa bir bölünme yaratmıştı. İç savaş bu bölünmelerin ekonomik temellerini süpürüverip yeni imkanlar yaratmıştı. Marks yine kapitalde bu imkanları bariz bir zevkle ele aldı ve aynı zamanda ırk ve sınıf diyalektiği hakkındaki en dikkat çekici cümlelerini kağıda döktü. İşte burada:

Kuzey Amerika Birleşik Devletleri’nde, Cumhuriyet’i çirkinleştiren kölelik var olduğu sürece, işçilerin her bağımsız hareketi felç edildi. İşçi sınıfı, siyahların damgalandığı yerde, beyaz ten altında kendisini kurtaramaz. Fakat mücadele neticesinde köleliğin ölümünden sonra yepyeni bir yaşam doğuverdi ve iç savaşın ilk meyvesi, Atlantikten Pasifik’e, New England’dan Kaliforniya’ya dev adımlarla uzanan sekiz saat mücadelesi oldu. Ağustos 1866’da Baltimorda toplanan kongre şunu deklare etti: Bu ülkenin emeğini kapitalist kölelikten kurtarmak için günümüzün ilk ve en büyük gerekliliği sekiz saati Amerikan devletinin bütün eyaletlerinde normal çalışma saati yapacak olan yasayı yürürlüğe sokmaktır. Bu görkemli sonuç elde edilinceye kadar bütün gücümüzü ortaya koymaya hazırız.’’

Şüphesiz ki 1866 yılının işçi sendikası liderleri kapitalizmi direkt olarak hedef almakta istekliydiler ‘’Sonraki yıllarda Amerikada çok görülmeyen bir durum’’  Ancak Marksın ‘’ırklar arası sınıf dayanışması’’ hayali, siyahi işçilere beyaz işçi sendikalarında tam üyelik verme isteksizliğinden kaynaklı hayata geçmedi. Marksın öngördüğü ırklar arası dayanışma türü o zamandan bu yana birkaç kez geniş çapta meydana geldi, en dikkat çekeni 1930lı yılların kitlesel sendikalaşma hareketleriydi.

Köleleştirilmiş Afrikalıların Virginia’ya gelmesinden 400 yıl sonra afro-Amerikanlar köleliğin mirasını; kitlesel hapsedilme, kurumsallaşmış ırkçılık ve artmakta olan servet uçurumu durumlarıyla yaşamaya devam ediyorlar.

Bununla beraber, Amerika tarihinin en gerici, en emek karşıtı yönetimi – Orta sınıf ve işçi sınıfı içinden destek kazanmak için ırkçılığın ve kadın düşmanlığının en iğrenç biçimini besleyen ve ondan beslenen bir yönetim- ile karşı karşıya. Bu bağlamda, Marksın ‘’İşçi sınıfı, siyahların damgalandığı yerde, beyaz ten altında kendisini kurtaramaz.’’ mottosu 150 yıl önce ne kadar geçerliyse bu gün hala öyle geçerli kalmakta.

KAYNAK: https://www.jacobinmag.com/2019/09/slavery-united-states-civil-war-marx

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

Aydınlanma Neden Akıl Çağı Değildi? – Henry Martyn Lloyd

Önceki Makale

Felsefe Eğitimine Bakış