//

Bilim Test Edilebilir Olmak Zorunda Mıdır? – Massimo Pigliucci

2688 görüntülenme
37 dk okuma süresi
Tibet Şahin

Tibet Şahin

Temel olarak metafizikle ilgileniyorum, metafizikle ilişkileri bakımından etik, epistemoloji ve ontoloji gibi alanlarla içli dışlıyım. Onun dışında Marksizm ve siyaset felsefesi okumaları yapmaktayım.

Kaynak: https://aeon.co/amp/essays/the-string-theory-wars-show-us-how-science-needs-philosophy

Çevirmen: Tibet Şahin

 

 

Genel görelilik teorisi sağlam bilimdir; psikanalizin “teorileri”, ve bir o kadar Marx’ın tarihsel olayların serimlenişine ilişkin açıklamaları sahte bilimdir (pseudescience). Bu, bilim felsefesinin en etkili filozoflarından biri olan Karl Popper’ın birkaç on yıl önce ulaştığı sonuçtu. Popper, “sınır problemi” olarak adlandırdığı şeyle veya bilim ile bilim dışı arasındaki farkı ve özellikle de bilim ve sahte bilim arasındaki farkı nasıl anlamlandırabileceğiyle ilgileniyordu. Uzun uzun düşündü ve basit bir kriter önerdi: yanlışlanabilirlik. Bir fikrin bilimsel olarak kabul edilebilmesi için, en azından prensipte, eğer öyleyse, gerçekte yanlış olduğunun gösterilebileceğinin gösterilmesi gerekirdi.

Popper, Einstein’ın teorisinden etkilenmişti, çünkü 1919’daki tam Güneş tutulması sırasında olağanüstü bir şekilde daha yeni doğrulanmıştı, bu yüzden onu iyi bilimin paradigmatik bir örneği olarak sundu. Varsayımlar ve Reddetmeler’de (1963) bir tarafta Einstein’ı, diğer tarafta Freud, Adler ve Marx’ı şöyle ayırt eder:

Einstein’ın kütleçekim teorisi, yanlışlanabilirlik kriterini açıkça karşıladı. O zamanki ölçüm aletlerimiz, testlerin sonuçlarını tam bir güvence ile telaffuz etmemize izin vermemiş olsa bile, teoriyi çürütme olasılığı açıkça mevcuttu.

Marksist tarih teorisi, bazı kurucularının ve takipçilerinin ciddi çabalarına rağmen, nihayetinde (bir) kehanet pratiğini benimsedi. Daha önceki bazı formülasyonlarında… tahminleri test edilebilirdi ve aslında yanlıştı. Yine de, Marx’ın takipçileri, yalanlamaları kabul etmek yerine, onları hemfikir yapmak için hem teoriyi hem de kanıtı yeniden yorumladılar. Bu şekilde teoriyi yalanlamadan kurtardılar… Böylece teoriye “geleneksel bir dönüş” verdiler;  ve bu strateji sayesinde onun bilimsel statüye ilişkin çokça ilan edilen iddiasını yok ettiler.

İki psikanalitik teori farklı bir sınıftaydı. Onlar sadece test edilemez, reddedilemezlerdi. Onlarla çelişebilecek, akla gelebilecek hiçbir insan davranışı yoktu… Ben şahsen söylediklerinin dikkate değer önemde olduğundan şüphe etmiyorum ve bir gün pekâlâ test edilebilir bir psikoloji bölümünde kendi rollerini oynayabilirler. Ancak bu, analistlerin saf bir şekilde teorilerini doğruladığına inandıkları “klinik gözlemler”in bunu, astrologların pratiklerinde buldukları günlük doğrulamalardan daha fazla yapamayacağı anlamına geliyor.

Görünüşe göre, Popper’ın 1919’daki önemli deneye olan büyük saygısı biraz iyimser olabilir: Tarihsel ayrıntılara baktığımızda, Einstein’ın teorisinin önceki formülasyonunun- tutulma sırasında test edildiği üzere- aslında ışığın Güneş gibi büyük kütleçekim kütleleri tarafından olduğundan iki kat fazla bükülmesini öngören matematiksel bir hata içerdiğini keşfettik. Ve eğer teori 1914’te test edilmiş olsaydı (başlangıçta planlandığı gibi), (görünüşte) tahrif edilmiş olurdu. Dahası, 1919 gözlemlerinde bazı önemli hatalar vardı ve testi gerçekleştiren önde gelen gökbilimcilerden biri olan Arthur Eddington, Einstein’ın mümkün olan en temiz onayını almış gibi görünmelerini sağlamak için verilerin kendine en uygun olanını seçmiş olabilir. Yaşam ve bilim karmaşıktır.

Bunların hepsi iyi ve güzel, ama geçen yüzyılın başlarında bir filozof tarafından yazılan bir şey- ne kadar önemli olursa olsun- neden bugün ilgi çekici olsun? Sicim teorisini duymuş olabilirsiniz. Bu, temel fizik topluluğunun, Nobel fizikçisi Steven Weinberg’in görkemli bir şekilde “her şeyin teorisi” dediği şeyin peşinde, birkaç on yıldır uğraştığı bir şeydir. Bu, gerçekte her şeyin teorisi değildir ve aslında, eğer birisi bu isimle evrim teorisi veya kıtaların sürüklenmesi gibi olgun kavramsal yapıları kastetmiyorsa, teknik olarak bir teori bile değildir. Aslında sicim teorisi, modern fizikteki temel bir sorunu çözmek için şu anda mevcut olan matematiksel olarak en karmaşık çerçeve olarak daha iyi  şekilde tanımlanır: genel görelilik ve kuantum mekaniği oldukça başarılı bilimsel teorilerdir ve yine de kara deliklerin fiziği veya evrene kökenini veren tekillik gibi bazı problemlere uygulandıklarında bize keskin bir şekilde zıt tahminler verirler.

Fizikçiler bunun, teorilerden birinin veya her ikisinin de bu nedenle yanlış veya eksik olduğu anlamına geldiği konusunda hemfikirdir. Sicim teorisi, ikisini daha geniş bir teorik çerçeveye dahil ederek ikisini uzlaştırmaya yönelik bir girişimdir. Tek bir sorun: Temel fizik topluluğundan bazıları sicim teorisinin sadece çok umut verici bir bilimsel teori değil, aynı zamanda “şehirdeki tek oyun” olduğunu kendinden emin bir şekilde iddia ederken, diğerleri küçümseyici bir şekilde bunun bilim olmadığını söylüyorlar, çünkü deneysel kanıtlarla temas kurmaz: titreşen süper sicimler, çoklu, katlanmış, uzay-zaman boyutları ve teorinin diğer özelliklerini deneysel olarak test etmek imkansızdır ve bunlar metafizik spekülasyonun matematiksel eşdeğeridir. Ve metafizik, bilim adamlarının dilinde övgü dolu bir kelime değildir. Şaşırtıcı bir şekilde sürmekte olan, giderek artan kamusal ve iğneleyici tartışmalar genellikle Karl Popper’ın fikirlerine odaklanıyor. Peki tam olarak ne oluyor?

Geçen sene Münih’e temel fiziğin durumu üzerine, ve özellikle bazılarının “sicim savaşları” olarak adlandırdığı bir çalıştaya katılmak için davet edildiğimde böyle açıksözlü tartışmalardan birinde ön sıraya oturdum. Stockholm Üniversitesi’nden organizatör olan Richard Dawid, güçlü bir teorik fizik geçmişine sahip bir bilim felsefecisiydi. Ayrıca, sicim kuramcılarının çabalarını destekleyen ve onları herhangi bir gerçek bilimden ayrılmış matematiksel fantezi uçuşlarına katılma suçlamasından korumayı amaçlayan oldukça spekülatif, yenilikçi bir epistemoloji anlayışının savunucusudur. Buradaki rolüm, içerisinde bir Nobel Ödülü sahibiyle beraber bilim insanlarının ve filozofların eklektik bir karışımı olan katılımcıların bilim felsefesine giriş dersimde öğrettiğim bir şey konusunda net olmalarını sağlamaktı: Popper tam olarak ne ve neden dedi, çünkü bu fizikçilerden bazıları eleştirel meslektaşlarına yanlışlama fikrinin bilimsel uygulamadan çıkarılmasını yüksek sesle savunarak suçlamalarda bulunmuşlardı.

Atölye çalışmasından önceki aylarda, alandaki bir dizi kamuoyunca iyi bilinen aktör, çağdaş temel fiziğin ruhu için çabalamak veya onu sürdürmek adına sınır tanımayan bir halkla ilişkiler kampanyası yürütmek için- Nature dergisinde manifesto tipi makalelerden Twitter’a kadar- her türlü aracı kullanıyorlardı. Atmosferi belirtmek için size bu değiş-tokuş (exchange) hakkında bir fikir vereyim: George Ellis, sicim yanlısı tarafı eleştirirken, “korku, böyle bir “bilimi” New Age düşüncesinden, veya bilimkurgudan ayırmanın zorlaşmasıdır” dedi. Sabine Hossenfelder buna şöyle diyerek ekledi: “Post-empirik bilim bir oksimorondur (tezattır).” Peter Galison “Bu, fiziksel bilginin doğasıyla ilgili bir tartışmadır” diye yazdığında risklerin ne olduğunu çok net bir şekilde ortaya koydu. Ancak, öbür taraftan, kozmolog Sean Carrol şöyle bir tweet attı: “Yanlışlanabilirlik polisiyle ilgili gerçek sorunum şu: dünyayı ne tür bir teorinin doğru tanımladığını önceden talep edemiyoruz” ve ekleyerek: “[Yanlışlanabilirlik] yalnızca felsefe eğitimi olmayan bilim insanlarının benimsedikleri bir mottodur.” Sonuç olarak (ama bunun dışında daha fazlası, çok daha fazlası vardır), Leonard Susskind, bilimin nasıl işlediğine dair (kendi görüşüne göre) son derece saf bir düşünme biçimini etiketlemek için alaycı bir şekilde “Popperazzi” yeni kelimesini tanıttı.

Prestijli akademisyenlerden gelen bu şaşırtıcı derecede açık sözlü- ve oldukça halka açık- konuşma, bilim insanları açıkça yeterli düşünüm harcamadıkları felsefi kavramlarla ilgili buyurduklarında, veya aksine onları kategorik olarak reddettiklerinde, olan şeydir. Bu vakada, bu Popper’ın bilim felsefesi ve onun sınır problemine uygulanmasıydı. Akademik kariyerine bir bilim insanı (evrimsel biyoloji) olarak başlayan ve sonunda yapıcı bir orta yaş krizinden sonra felsefeye geçen benim gibi biri için bunu özellikle ironik yapan şey, günümüzde çok sayıda bilim insanının- ve özellikle fizikçilerin- felsefeye özellikle yüksek bir saygı duyuyor görünmemeleridir. Sadece son birkaç yılda Stephen Hawking felsefenin öldüğünü ilan etti, Lawrence Krauss felsefenin ona eski Woody Allen şakasını,”yapamayanlar öğretir, öğretemeyenler jimnastik öğretir,” hatırlattığını söyledi, ve bilimi popülerleştiren Neil deGrasse Tyson ve Bill Nye, her ikisi de yüksek sesle, neden herhangi bir gencin üniversitede felsefe okuyarak zamanını “boşa harcamaya” karar vereceğini merak ettiler.

 

Sosyal medyadaki ve popüler bilim mecralarındaki yüksek sesli tartışmalar halkın fiziği ne kadar anladığını belirler.

Bu fizikçiler arasında hiçbir şekilde evrensel olmayan ve yeni/tuhaf (novel) bir tutumdur. Yukarıdaki aşağılayıcılığı, bizzat Einstein’ın 1944’te arkadaşı Robert Thorton’a aynı konu üzerine yazdığı şeyle karşılaştırın: Hem metodolojinin hem de bilim tarihi ve felsefesinin önemi ve eğitimsel değeri konusunda size tamamen katılıyorum. Bugün pek çok insan- ve hatta profesyonel bilim insanları dahi- bana binlerce ağaç görmüş ama hiçbir orman görmemiş gibi geliyor. Felsefi ve tarihsel bir arkaplan bilgisi bilim adamlarının çoğunun acısını çektiği kendi neslinin önyargılarından bu türden bir bağımsızlık sağlar. Felsefi içgörülerin yarattığı bu bağımsızlık- bence- bir zanaatkâr veya uzman ile gerçekten hakikat peşindeki bir arayıcı arasındaki ayrımın işaretidir.’ O halde Einstein’ın standardına göre, çağdaş fizikçiler arasında çok sayıda zanaatkâr vardır, ancak hakikati arayanlar nispeten azdır!

İşleri perspektife yerleştirmek için elbette Einstein’ın felsefe konusundaki görüşü bütün bunlara rağmen örnek olmayabilir ve modern sicim teorisyenleri fizik topluluğu içerisinde kesinlikle küçük bir gruptur ve Twitter’daki sicim teorisyenleri daha da küçüktür, büyük ihtimalle bu grup içerisindeki daha konuşkan olan altkümedir. Yaptıkları felsefi gürültü büyük ihtimalle fizikçilerin genelde ne düşündüğü ve ne söylediğini temsil etmiyor olabilir, ancak buna rağmen hepsi önemlidir, çünkü çok öne çıkmaktadırlar; Sosyal medyadaki ve popüler bilim mecralarındaki yüksek sesli tartışmalar, halkın ne kadarının fiziği kavradığını ve hatta kaç fizikçinin kendi alanlarının büyük meselelerini kavradığını belirler.

Bununla birlikte, bugünlerde fizik topluluğunun kamuca görünür kısmı, felsefeyi açıkça reddedenlerle, ilgili felsefeyi doğru anladıklarını ancak ideolojik muhaliflerinin anlamadığını düşünenler arasında bölünmüş görünüyor. Söz konusu olan sadece pastanın küçük akademik bölümü değil, aynı zamanda halkın hem beşeri bilimlere hem de bilimlere olan takdir ve saygısıdır, milyonlarca dolarlık araştırma ödeneği de (filozoflar için değil fizikçiler için) cabası. Bu nedenle, Popper’in felsefesinin anlamını ve doğru anlaşıldığında neden bilimle hala çok ilgili olduğunu daha ciddi bir şekilde incelemek için doğru zamandır.

Gördüğümüz gibi, Popper’ın mesajı aldatıcı bir şekilde basittir ve – bir tweet ile yeniden paketlendiğinde – aslında birçok akıllı yorumcuyu, temelinde yatan felsefenin karmaşıklığını hafife alma konusunda aldattı. Bu biri felsefeyi bir çıkartma sloganına çevirecek olsaydı, şöyle bir şey olurdu: “Yanlışlanamazsa, bilim değildir, zamanınızı ve paranızı boşa harcamayı bırakın.”

Ancak iyi felsefe, yapışkan çıkartma özetlerine uygun değildir, bu yüzden kimse orada duramaz ve söyleyecek başka bir şey yokmuş gibi davranamaz. Popper, kariyeri boyunca, herhangi bir dikkatli düşünürün, meslektaşlarının eleştirilerine ve karşı örneklerine maruz kaldığında yapacağı gibi, yanlışlama ve sınır belirlemeyle ilgili bir dizi konu hakkında fikrini değiştirdi. Örneğin başlangıçta, eğer biri aktif olarak doğrulayıcı kanıt arıyorsa bir fikri ‘doğrulamanın’ çok kolay olduğunu düşünerek bilimsel teorilerin oluşturulmasında doğrulama için herhangi bir rolü reddetti. Elbette, modern psikologlar bu eğilim için bilim adamlarının yanı sıra meslekten olmayanlarca da bilinen bir isme sahipler: doğrulama önyargısı.

Bununla birlikte, daha sonra Popper, doğrulamanın sağlam bir bilimsel yaklaşımın- özellikle çok cüretkar ve yeni tahminlerin- parçası olduğunu kabul etti. Sonuçta, Einstein’ın 1919’daki tam tutulmadan sonra bir gecede bilimsel bir ün kazanmasının nedeni, tam da gökbilimcilerin onun teorisinin tahminlerini tüm gezegende doğrulamaları ve bunları deneysel verilerle tatmin edici bir uyum içinde bulmalarıdır. Popper için bu, genel görelilik teorisinin ‘doğru’ olduğu anlamına gelmiyordu, sadece başka bir gün savaşmak için hayatta kaldığı anlamına geliyordu. Nitekim, bugünlerde belirli alanlarda kuantum mekaniği ile yukarıda belirtilen çatışmalardan dolayı teorinin doğru olduğunu düşünmüyoruz. Ancak, aradan geçen yüzyıl boyunca çok sayıda yüksek riskli zorluğa direndi ve en güncel doğrulaması sadece birkaç ay önce, yerçekimi dalgalarının ilk tespiti ile geldi.

 

Bilimsel hipotezler, makul bir şekilde sonuçlarından emin olunmadan önce tekrar tekrar ve çeşitli koşullar altında test edilmelidir.

Popper, tutarlı bir Marksist tarih teorisinin en azından potansiyeli hakkındaki (ve başlangıçta- yanlış bir şekilde- fikrin bir totolojiye dayandığını düşünerek şüpheci olduğu Darwinci evrim teorisinin durumu hakkındaki) fikrini de değiştirdi. En iyi bilimsel teorilerin bile, yardımcı hipotezler ve arka plan varsayımlarına olan bağlantıları nedeniyle çoğu kez yanlışlamadan korunduklarını kabul etti. Biri Einstein’ın teorisini Güneşe yöneltilmiş teleskoplar ve fotografik plakalar kullanarak sınadığında, dikkati ana teoriye yönelikken, gerçekten aynı anda odak teorisini, teleskopların tasarımına giden optik teorisini, bunu analiz etmek için gerekli matematiksel hesaplamaların arkasındaki varsayımları ve bilim adamlarının basitçe verili kabul ettikleri birçok başka şeyi deneyden geçiriyor. Ancak bir şeyler ters giderse ve teori ve ilgili gözlemler arasında bir uyumsuzluk varsa, bu, teoriyi hemen dışlamak için yeterli değildir, çünkü bunun yerine yardımcı varsayımlardan birindeki hata suçlanabilir. Bu nedenle, sonuçlardan makul ölçüde emin olabilmemiz için bilimsel hipotezlerin tekrar tekrar ve çeşitli koşullar altında test edilmesi gerekir.

Popper’in ilk çalışması, sınır belirleme sorununa hemen hemen tek başına ün kazandırdı ve filozofları, bilimin ne olduğu ve ne olmadığı hakkında felsefi açıdan sağlam bir açıklamanın geliştirilmesi üzerinde çalışmaya sevk etti. Bu, 1983 yılında Lary Laudan, sınır belirleme projelerinin, diğer nedenlerin yanısıra, birisi yüksek ihtimalle hiçbir zaman “bilim”, “sahte bilim” ve benzerlerini açıklamak için gerekli ve bununla birlikte (jointly) yeterli koşulların küçük kümelerini oluşturamayacağından filozoflar için aslında zaman kaybı olduğunu savunduğu “Sınır belirleme probleminin ölümü” başlıklı oldukça etkili bir makale yayınlayana kadar sürdü. Ve Laudan, bu tür kümeler olmadan, bu faaliyetler arasında herhangi bir ilkeli ayrım arayışının umutsuzca hayalperest olduğunu savundu.

“Gerekli ve bununla birlikte yeterli”, mantıksal-felsefi bir jargondur, ancak Laudan’ın ne kastettiğini görmek önemlidir. Kendisi Popper ve diğerlerinin, temel geometride kullanılan tanımlara benzer şekilde, bilim ve sahte bilimin kesin tanımlarını sağlamaya çalıştıklarını düşünüyordu: Örneğin, bir üçgen, iç açıları toplamı 180’e eşit olan herhangi bir geometrik şekildir. Bu özelliğe sahip olmak hem gerekli (çünkü onsuz söz konusu şekil bir üçgen değildir) hem de yeterlidir (çünkü aslında söz konusu olanın bir üçgen olduğunu doğrulamak için bilmemiz gereken tek şey budur). Laudan – doğru bir şekilde – sınır belirleme sorununa asla böyle bir çözüm bulunamayacağını savundu, çünkü “bilim” ve “sahte bilim” gibi kavramlar karmaşık, çok boyutlu ve doğası gereği bulanıktırlar, keskin sınırlara imkan vermezler. Bir bakıma, ‘Popperazzi’den şikayetçi olan fizikçiler Laudan’la aynı suçlamayı yapıyorlar: Popper’ın yanlışlama kriteri, yalnızca (görece kolay olması gereken) bilim ve sahte bilim arasında ayrım yapma konusunda değil, ama a fortiori (daha kuvvetli bir sebeple) teorik fizik gibi gelişmiş bir disiplin içerisinde sağlam ve sağlam olmayan bilimi ayırt etme konusunda da fazlasıyla kör bir araçtır.

Yine de Popper, Laudan, Carroll, Susskind ve diğerlerinin onu yaftaladığı kadar saf değildi. Sınır belirleme sorunu da tüm bunlar kadar umutsuz değildir. Bu nedenle, ben ve uzun süredir birlikte çalıştığım Maarten Boudry de dahil olmak üzere bir dizi yazar, kısa süre önce Laudan’ın sınır belirleme sorununu ortadan kaldırmak için çok hızlı davrandığını ve belki de Twitter’ın bilim felsefesindeki incelikli tartışmalar için en iyi yer olmadığını iddia etti.

Buradaki fikir, sınır belirleme çalışmasında, Popper tarafından bile hiçbir zaman katı bir şekilde uygulanmayan, gerekli ve bununla birlikte yeterli koşulların gerekliliğinden vazgeçildiğinde elde edilebilecek ileriye dönük yollar olduğudur. Öyleyse alternatif nedir? Bilimi, sahte bilimi, vb. onun yerine Wittgenstein’ın “aile benzerliği” kavramları olarak ele almak. Ludwig Wittgenstein, sosyo-ekonomik arka plan, mizaç ve felsefi ilgileri açısından daha farklı olamazlarsa da, Popper gibi Viyana’dan gelen oldukça etkili bir başka 20. yüzyıl filozofuydu. (Ne kadar farklı olduğunu bilmek istiyorsanız, gazeteci David Edmonds ve John Eidinow’un yazdığı keyifli Wittgenstein’s Poker’e (2001) bakın.)

Wittgenstein, bırakın temel fiziği (hatta Marksist tarih teorilerini), bilim felsefesi hakkında asla yazmadı. Ama dil, dilin mantığı ve kullanımları ile oldukça ilgiliydi. Etkili bir şekilde kullanabileceğimizi düşündüğümüz ve yine de Laudan’ın aradığı türden net tanımlara uygun olmayan pek çok kavram olduğuna dikkat çekti. En sevdiği örnek, aldatıcı bir şekilde basit olan ‘oyun’ konseptiydi. Oyunların üçgenler için işe yarayan türden bir tanımına ulaşmaya çalışırsanız, çabanız sonsuz bir şekilde hüsrana uğrayacaktır. Wittgenstein şöyle yazdı: “Oyunun ne olduğunu birine nasıl açıklamalıyız? Ona oyunları tarif etmemiz gerektiğini hayal ediyorum ve buna şöyle ekleyebiliriz: “Bu ve benzeri şeylere oyun denir.” Ve bunun hakkında kendimiz daha fazla şey biliyor muyuz? Oyunun tam olarak ne olduğunu söyleyemediğimiz sadece diğer insanlar mı? […] Ama bu cehalet değil. Sınırları bilmiyoruz çünkü hiçbiri çizilmedi […] Özel bir amaç için bir sınır çizebiliriz. Kavramı kullanılabilir hale getirmek için bu gerekli mi? Hiç değil!’

Mesele şu ki, sanki oyunlar ve bilimsel disiplinler zamansız bir metafizik boyutta var olan Platonik ideal biçimlermiş gibi birçok durumda önceden var olan sınırları keşfetmiyoruz. Belirli bilimsel amaçlar için sınırlar oluştururuz ve daha sonra sınırların, çizdiğimiz amaçlar için gerçekten yararlı olup olmadığını test ederiz. Bilim ve sözde bilim arasındaki ayrım durumunda, önemli farklılıklar olduğunu düşünüyoruz, bu yüzden onları vurgulamak için geçici sınırlar çizmeye çalışıyoruz. Kuşkusuz ki kişi astroloji astronomi arasında temelde farklı bir şey olduğu şeklindeki güçlü sezgisel fikri reddecek olsaydı, ister bir bilim adamı ister bir filozof olsun, birçok şeyden vazgeçmiş olurdu. Soru, yaklaşık olarak farkın nerede yattığıdır.

 

Bilim insanları, lümpen tabirle birbirleriyle dalaşmak yerine, sadece daha iyi bir bilim oluşturmak için değil, aynı zamanda gerçek sahte bilime karşı koymak için birlikte çalışmalıdır.

Benzer şekilde, Münih atölye çalışmasındaki katılımcıların çoğu ve daha genel olarak “sicim savaşları”, genel olarak tasarlandığı şekliyle temel fizik ile sicim kuramcılarının önerdikleri arasında önemli bir ayrım olduğunu hissetti. Richard Dawid, onun yerine “deneysel olmayan teori değerlendirmesi”ni tercih ederek (kuşkusuz kolayca alay edilebilir) “post-deneysel bilim” terimine itiraz ediyor, ancak nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, kendisi de kendisinin ve yol arkadaşlarının, Galileo zamanından beri bilimi yaptığımız şekilden büyük bir ayrılmayı önerdiklerinin farkındadır. Doğru, İtalyan fizikçinin kendisi büyük ölçüde teorik argümanlar ve düşünce deneyleri ile uğraştı (muhtemelen eğik Pisa kulesinden topları düşürmedi), ancak fikirleri kesinlikle yanlışlanabilirdi ve defalarca deneysel testlere tabi tutuldu (en göze çarpanı David Scott tarafından Apollo 15’in Ay’a inişidir).

O halde daha geniş soru şudur: Tamamen yeni bir bilim geliştirmenin eşiğinde miyiz, yoksa bu, gelecekteki tarihçiler tarafından bilimsel ilerlemenin geçici bir durması olarak mı görülecektir? Alternatif olarak, çözmek istediğimiz her şeyi çözdüğümüz için değil, beyinlerimizin ve teknolojilerimizin yapabileceklerinin sınırlarına geldiğimiz için temel fiziğin bir sona ulaşıyor olması mümkün müdür? Bunlar, sadece bilim adamları ve filozoflar için değil, genel olarak halkın da ilgisini çekmesi gereken ciddi sorulardır (diğer şeylerin yanı sıra temel fizik alanındaki araştırmaları finanse eden aynı halktır bu).

Sicim savaşları ve bilim felsefesinin birlikte ve kötüye kullanılmasıyla ilgili tuhaf olan şey, hem bilim adamlarının hem de filozofların, ağız kavgası yapmayı bırakıp ortak entelektüel güçlerinin neler yapabileceğine odaklansalar, toplum adına ortaklaşa üzerine eğilmeleri gereken daha büyük amaçlara sahip olmalarıdır. Yukarıda özetlenen kaba şekilde birbirlerine çatmak yerine, sadece daha iyi bir bilim oluşturmak için değil, aynı zamanda gerçek sahte bilime karşı koymak için birlikte çalışmalılar: Sadece birkaç açık örnekten bahsetmek gerekirse homeopatlar ve psişikler, insanları kandırarak, fiziksel ve ruhsal sağlıklarına zarar vererek tonlarca para kazanmaya devam etmektedirler. Bunlar eleştirel analiz ve söylem için değerli hedeflerdir ve onlara lüksü sağlayan aynı toplumu olabildiğince iyileştirmek için elinden gelenin en iyisini yapmak ve onlara epistemolojinin veya temel fiziğin ezoterik hususlarını tartışma lüksünü sağlamak , ister bir bilim insanı ister bir filozof olsun, kamusal bir entelektüel veya akademisyenin ahlaki sorumluluğudur.

1 Comment

  1. Marksist teori bilimden ziyade bir tür din/inanç haline gelmiş. Beyin yapısı marksist yaşam tarzına uygun insanlar var. Marksist teori sadece o beyin yapısına sahip insanların olduğu bir toplumda çalışır şeklinde doğrulanabilir. Ama karma bir insan toplumda iflas eder.

    Felsefe günümüzde bilinmeyenlerle ve bilimin henüz aydınlatamadığı alanlarla ilgili tahminlerde bulunur, dolayısıyla metafizik ile ilgilidir. Kuvvetli sezgi ve hayalgücü gerektirir. Felsefenin spekülasyonları bulunduğu çağda (ya da gerekli teknoloji fen bilimlerince keşfedilene kadar) doğrulanamaz/yanlışlanamaz.

    Ancak Felsefe’nin rolü, çağının pozitif bilimlerine henüz aydınlatılmamış alanları hedef göstermesidir, o bölgeler de araştırılsın diye. Aradan bir süre geçtikten sonra fen bilimleri felsefeye yetişir ve o alanı aydınlatır, böylece hangi felsefi yorumun doğru olduğu gecikmeli de olsa doğrulanmış olur.

    Dolayısıyla Fen Bilimleri, Felsefeden ilham almalıdır. Aslındaki her iki disiplin de birbirini destekler ve besler niteliktedir.

    Matrix filmindeki Architect fen bilimlerini temsil ediyor ise, Oracle/Kahin ise Felsefeyi (ve belkide diğer Sosyal Bilimleri) temsil etmektedir. Architect’in Oracle hakkında 3:19 noktasında yaptığı yorum Fen Bilimleri ile Sosyal Bilimler arasındaki farkı izah etmektedir.

    https://www.youtube.com/watch?v=cHZl2naX1Xk

    Merak ettiğim bir konu ise felsefe öğretilebilir/öğrenilebilir mi? Felsefe sezgisel (ve belki de dişil) bir beyin gerektirdiğinden her meslekte olduğu gibi belirli beyin tipindeki insanlar felsefede doğal yeteneğe sahip olabilir. Formel eğitim ise kişiye felsefi kavramlar ve teknikler ile ilgili kondüsyon kazandırır.

    Fen Bilimleri eğitiminde felsefenin bu yönünün vurgulanması, bilim insanlarınca daha fazla itibar görmesini sağlayabilir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

Doğalcılık (Naturalizm) – Stanford Felsefe Ansiklopedisi

Önceki Makale

Suriyeli Iamblichus’a Göre Varlık ve Zaman; Analitik Felsefe Açısından Bir Değerlendirme