Aydınlanma Neden Akıl Çağı Değildi? – Henry Martyn Lloyd

2700 görüntülenme
13 dk okuma süresi
Hasan Ayer

Hasan Ayer

Ankara Üniversitesi DTCF İngiliz filolojisi lisans öğrencisidir. Temel ilgi alanı siyaset felsefesi ve siyaset teorisidir. Spesifik olarak liberal ve muhafazakar siyaset teorisi ile çokkültürcülük, hak teorileri, kültür kuramları ve göç teorileri çalışmaktadır.

Atlantiğin her iki tarfaındaki entelektüeller silahlanma çağrısında bulundular. Savunmaya muhtaç kuşatılmış kalenin; bilimi, gerçekleri ve kanıt temelli politikaları himaye eden kale   olduğunu söylemekteler. Bu ‘’ilerleme’’ fedaileri – Örneğin psikolog Steven Pinker ve Nörobilimci Sam Harris- politikadaki tutku(passion), coşku ve hurafenin açık bir biçimde tekrar doğuşunu kınamaktalar. (*) Modernitenin temel ilkesi, onların bize bildirdiği, karışıklığa sebebiyet veren etkenleri soğuk kanlı akıl ile dizginleyen insan kudretidir.

İhtiyacımız olan şey aydınlanmanın şu an tekrar başlatılmasıdır.

Çarpıcı bir biçimde, sözde ‘akıl çağı’nın bu umut vaat eden portresi onun ahmak aleyhtarlarının öne sürdükleri görüntü ile acayip bir şekilde benzeşmektedir. Aydınlanmaya aşağılayıcı bakış, Hegelin felsefesinden 20.yy’ın ortalarındaki Frankfurt okulunun eleştirel teorilerine kadar uzanır. Bu yazarlar, batı düşüncesi içerisinde; rasyonalite ile pozivist bilimi, kapitalist sömürüyü, doğanın dominasyonunu – hatta Max Horkheimer ve Theodor Adorno’nun durumunda nazizm ve Holocaust’u – aynı kefeye koyan bir hastalık saptadılar.

Aydınlanma’nın tutku/duygu aleyhinde bir hareket olduğu düşünüldüğünde, apolojistler ve eleştirmenler madalyonun iki ayrı tarafında yer almaktadırlar. Onların kolektif hataları ‘akıl çağı’ klişesini güçlü yapan şeydir.

  Tutkular (Passion)– embodied affects, şehvet, iştah- duygunun modern kavranışının öncüleriydiler. Antik stoacılardan beri felsefe genellikle tutkuları (passion) özgürlüğe tehdit olarak bakmakta: zayıflar onlar için köledir; güçlüler akıllarını ve iradelerini gösterirler ve bundan dolayı özgür kalırlar. Aydınlanmanın katkısı bilimi aklın bu portresine entegre etmek ve dinsel hurafeyi ihtiras köleliği kavramına entegre etmek idi.

Ancak aydınlanmanın tutkuya/duyguya karşı rasyonalist bir hareket, hurafeye karşı bilimsel bir hareket, muhafazakar grupçuluğa karşı ilerlemeci siyasal bir hareket olduğunu söylemek derin bir biçimde yanlış anlaşılmaktadır.  Bu iddialar  hassasiyet, duygu ve arzunun rolüne dikkat çekici bir biçimde büyük değer veren aydınlanmanın zengin yapısını yansıtmamaktadır.

Aydınlanma 17.yy’daki bilimsel devrim ile başladı ve 18.yy’nın sonunda Fransız devrimiyle doruğuna ulaştı. Hegel, 1800lerin ilk yıllarında, saldırıda bulunan ilklerdendir.  Immanuel Kant tarafından tasarlanan rasyonel objenin; Fransız terörünün katil rasyonalizminin doğal bir sonucu ile beraber yabancılaşmış, hissiz, doğadan uzaklaşmış bireyler yarattığını söylemiştir.  

Ancak aydınlanma çok çeşitli bir fenomendir; felsefesinin çoğu Hegelin Kantı değerlendirme biçimi bir yana, Kantın felsefi sisteminden oldukça farklıdır. Gerçek şudur ki yeni bir güzellik ve his ruhu tarafından hareket ettirildiklerine inanan Hegel ve 19. yüzyıl romantikleri kendi benlik konseptlerine bir folyo hizmeti görmesi için ‘akıl çağı’na danıştılar. Onların Kantçı öznesi aydınlanmalarının dogmatik rasyonalizmi gibi hiçbir işe yaramazdı.  

Fransada filozoflar şaşırtıcı bir biçimde ihtrislar hakkında heyecanlı ve derin bir biçimde soyutlamalar hakkında ise şüpheciydiler. Yanlışlık ve cehalet ile savaşmanın tek yolunun akıl olduğunu düşünmek yerine, Fransız aydınlanması hislere vurgu yaptı. Bir çok aydınlanma düşünürü duyum, hayal gücü ve somutlaşma özellikleriyle sürekli olan çok merkezli ve eğlenceli bir rasyonelite biçimini savundu. Spekülatif felsefenin içselliğine karşın –Rene Descartes ve takipçileri tercih edilen hedefti-  Felsefeciler dışa döndü ve dünya ile tutkulu  bir ilintisel nokta olarak vücudu ön plana çıkardılar. Fransız aydınlanmasının ‘akıl’ olmaksızın bir felsefe üretmeye çalıştıklarını söyleyebilecek kadar bile ileriye gidebilirsiniz.

Örneğin felsefeci Etienne Bonnot de Condillac için akıl için bir ‘yeti’ olarak bahsetmek bir anlam ifade etmemektedir. İnsan düşüncesinin bütün yönlerinin duyularımızdan kaynaklandığını – Spesifik olarak güzel olan hislere yönelme ve acı verenlerden uzak durma yeteneği- söylemektedir. Bu dürtüler ihtiraslara ve isteklere, sonrasında dillerin ve bilincin gelişimine neden oldu.

Condillac yanlış anlatımdan kaçınmak ve duyusal deneyime mümkün olduğu kadar yakın kalmak için soyut fikirlere güvenenlere tercihen ‘ilkel’ dillerin hayranıydı.  Condillac için düzgün bir rasyonalite toplumlara daha ‘doğal’ iletişim yöntemleri geliştirmeyi gerektirdi. Bu rasyonalitenin kaçınılmaz olarak çoklu olduğu anlamına gelmekteydi: Farklılaşmamış bir evrensel olarak var olmak yerine, mekandan mekana değişmekteydi.

Fransız aydınlanmasının bir diğer totamik figürü Denis Diderottur. Çoğunlukla ‘encyclopedie’nin editörü olarak bilinir, Diderot ‘Encyclopedie’nin ortalık karıştırıcı ve ironik makalelerinin çoğunu kendisi yazdı – Fransız sansüründen kaçınmak için tasarlanmış bir strateji-. Diderot felsefesini kuramsal tezler biçiminde kağıda dökmedi: Voltaire, Jean-Jacques Rousseau ve Marquis de Sade ile birlikte Diderot bir felsefi roman üstadıdır (aynı zamanda deneysel ve pornografik roman, satir ve sanat kritiği üstadı). Rene Magritte ‘imgenin ihaneti’ (The Treachy of the İmage) adlı tablosuna ‘Bu bir pipo değildir’ yazdıktan bir buçuk yüzyıl önce, Diderot ‘Bu bir hikaye değil’ (This is not a story) adlı kısa bir hikaye yazdı.

Diderotun gerçeklerin peşinde koşma hususunda aklın kullanımına inanırdı – fakat kendisinin özellikle konu ahlak ve estetiğe geldiğinde tutkulara (passion) karşı sarsılmaz bir hevesi vardı. İskoç aydınlanmasının örneğin David Hume gibi bir çok anahtar figürü ile birlikte, Diderot ahlakın duyu deneyiminde temellendiğine inanmaktaydı. Ahlaki yargıların estetik yargılarla uyumlu olduğunu hatta ayrılamaz olduğunu iddia etmekteydi. tıpku bir roman, tiyatro veya kendi yaşamımızdaki karakterin ahlakını yargıladığımız gibi, bir tablonun, manzararın veya sevgilimizin suratındaki güzelliğe de öyle yargılarız – Yani iyiyi ve güzeli direkt olarak, akla ihtiyaç olmaksızın yargılarız. O halde Diderot için tutkuları elimine etmek sadece bir nefret üretir. Ya tutkuların yokluğu ya da hissiyatların yokluğu sebebiyle kendisinden etkilenilebilme yeteneği olmaksızın bir insan ahlaki bağlamda canavarımsı olurdu.

Ancak aydınlanmanın hissiyatı ve duyguyu övmesi bilimin reddine yol açmamıştır. Bunun tam aksine: En duygulu birey – En fazla hissiyata sahip olan kişi- doğanın en güçlü gözlemcisi olarak düşünülürdü. Burada verilebilecek en temel örnek, hastanın bedensel ahenkine ve ona özel olan semptomlarına uyum sağlayan doktorlardır. Bunun tam aksine, bilimsel ilerlemenin düşmanı salt kuramsal yöntemler geliştirenlerdir – Vücudu salt makine olarak gören kartezyen fizikçiler veya hastayı gözlemleyerek değil de Aristotelesi okuyarak tıp öğrenenler. Akla dair felsefi şüphe aklın reddi değil; sadece hislerden izole olan ve tutkulu bedene yabancılaşan aklın reddidir. Bu bağlamda, filozoflar romantiklere romantiklerin düşündüğünden daha yakındılar.

Entelektüel hareketler hakkında genellemeler yapmak her zaman tehlikeli bir durumdur. Aydınlanma farklı ulusal karakteristiklere sahipti ve tek bir ulus içerisinde bile monolitik değildi. Bazı düşünürler akıl ve tutkuların kesin bir ayrımına ve duyulara karşın a prioriye başvurdu – En meşhuru Kanttır. Fakat bu hususta Kant döneminin ana temalarının hepsinden olmasa da bir çoğundan ayrıydı. Özellikle Fransada rasyonalite hissiyata karşı değildi, ona dayandı ve onunla beraber hareket etti. Romantizm büyük ölçüde aydınlanma temalarının bir devamıydı, onlardan bir kopma ya da ayrılma değildi.

Eğer çağdaş tarihin parçalarını iyileştireceksek, salt aklın günü kurtardığı kurgusunu bir kenara bırakmalıyız.  İçinde bulunduğumuz zaman eleştirilere izin vermekt fakat eleştiriler hiçbir zaman olmayan tutkusuz ve ihtişamlı geçmiş hakkındaki mitlere dayanırsa bir faydası olmayacaktır.

KAYNAK: https://aeon.co/ideas/why-the-enlightenment-was-not-the-age-of-reason

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

Neden Kavramı Üzerine – Bertrand Russell

Önceki Makale

Marx Kölelikten Ne Anlamaktaydı ? – KEVIN B. ANDERSON