/

ZİHİNLE BİRLİKTE GELENLER – Kualia (1)

4314 görüntülenme
96 dk okuma süresi
Onur Göksel Yokuş

Onur Göksel Yokuş

Zihin felsefesi, etik ve siyaset felsefesi ağırlıklı bir çalışma alanına sahiptir.

Yazar: Onur Göksel Yokuş

Zihin denilen kavramın içerisinde belirli öğeleri barındırdığını söyleyerek başlayalım. Mesela öznellik olmadan bir bilinç düşünmeye çalıştığımızda, bu bizim için hayal etmesi zor bir durummuş gibi gözüküyor veya aynı şekilde hafızası olmayan bir bireyin, bilincini kendisine gösterme imkanının olup olmadığını düşünürken aynı sıkıntıyı yaşıyoruz. Her ikisinde de farklı türlerden doğrulama sıkıntıları gün yüzüne çıkıyor. Gerçekten bir saniye önceyi hatırlayamadığımı düşündüğümde kendimin bilinçli olduğunu nasıl test edebilirim, veya deneyimleri, dünyaya yönelik algıları şuana kadar bir odakta (öznenin kendisinde) toplanmayan bir bilinci düşünmek ne kadar mümkün diye sorabiliyoruz.

Dolayısıyla bilinci incelerken ilk başta gözümüze çarpan belirli bilinç kısımlarının irdelenmesi gerekli bulunabilir. Tabii ki bu irdelemenin sonucunda bazı kategorilerin temel olmadığı, aslında parçalarına ayrılabilen bilinç parçaları olduğu, dolayısıyla bilincin bir kısmının açıklanabilir olduğu yani nedensel etkileşimlere indirgenebilir olduğu ortaya çıkabilir. Ama ilk başta gözümüze çarpan şey bilinç içerisindeki bazı yapıların oldukça nüfuzlu, her yerde olmalarından ve indirgenemezmiş gibi durmalarından kaynaklı olarak sorgulama aşamasının bu kategorilerle başlayabileceğidir. Devam etmek gerekirse, yukarıdaki öznellik örneğine benzer olarak bilinci çeşitli kavramlardan ayrı düşünmemiz genel olarak çok kolay gözükmüyor diyebiliriz. Öznellik algısına benzer olarak nitelik algısı (qualia) olmadan bir zihin düşünmek çoğu zihin felsefecisi için kolay birşey değildir. Hatta bazı felsefeciler qualiayı bilinçten ayıramazlar (Searle,Kim,Chalmers etc.). Dondurma yerken alınan tat, açık havada parkta güneşlenirken tarafımızdan algılanan çimlerin yeşil olma algısı veya çocukluğun en güzel dönemlerinde bisikletten düşmek gibi yaşanan kazalar ve sonrasındaki acı. Bu tarz deneyimler, bilinç denilen mekanizmadan veya kavramdan çıkarıldığı takdirde bilincin içeriği gerçekten de boşaltılmış gibi durur, hatta kategorik olarak bile ortadan kalkabilir.

Bu makale içerisinde yukarıdaki gibi bilinci onsuz düşünemeyeceğimiz (en azından ilk bakışta) zihin içeriklerinden sadece ikisi olacak. Geriye kalan kısmı ise bir sonraki yazıda gelecek. Ama ilk yazıda kanımca en önemli iki özelliğe (öznellik ve qualiayı)  yer verilecek olsa da bilincin birliği ve yönelimsellik gibi diğer önemli içeriklerin de atlanmaması gerektiğinden ufak bir giriş kısmı bu yazı içerisinde vereceğim.

Burada iki içerikten, birlik algısı, isminden anlamı daha rahat çıkarsanabilinecek bir içerik türü. Bilincin birliğinden anladığımız şey; farkındalık durumlarının ayrı veri gruplarından da olsa veya aynı olguya ait farklı veriler de olsalar birleştirilebilir olmalarıdır.

Mesela kırmızı bir kitaba bakarken bir kuşun ötüşünü duyarım ve bu iki farklı veri grubu aynı an içerisinde benim tarafımdan algılandıkları için bir tür birleşme durumuna geçerler.

Kırmızı bir kitap.

İlk söylendiği zaman çok da matah bulunmayan bir içerikmiş gibi gözükse de gelecek olan yeni örnekler zihnimizi birlik durumu olmaksızın düşünemeyeceğimizi daha iyi anlatacaktır. Mesela gitar çaldığımda tellere dokunmam ile telden çıkan sesi birbirinden ayrı ve bağımsız olarak bilincimizde var olacağını düşünebilirdik, lakin bu böyle gerçekleşmez. Daha da bariz bir örnek olarak; karşımda duran arkadaşımın vücudunun ayrı kısımlarını farklı kişilere aitmiş gibi düşünemem. Ayrı uzantılar olan ‘ arkadaşım A’nın kolu’ ve ‘ arkadaşım A’nın eli ‘ nesneleri aynı kişi içerisinde birleşiyor. Birlik durumunun olmazsa olmazlığını ortaya koyan örneklerden birisi de duyumların birleşmelerinin zorunlu olmaması olabilir. Yani gördüğüm masa ile dokunduğum masa, aynı veri grubu içerisinde algılanmak durumunda değiller. Ayrı duyumlardan gelen veriler hiç birleşmeyebilir, tabii ki bu durum gündelik hayatı epey zora sokar ve bazı birlik türlerinde, mesela birazdan üstünkörü açıklanacak öznel birlikte de bu durum düşünülemez.

Birliğin önemini normal insanlar dışında, zihinsel hastalıklara sahip kişilerde gözlemleme imkanımız da mevcut. Mesela şizofreninin belirli türlerinde ve dysexecutive sendromunda birlik algısı sapmalara uğramıyor, adeta yerle yeksan oluyor desek abartı olmaz. Dysexecutive sendromuna sahip bir kişi puzzleın bir parçasını, diğer parçasına kusursuz uymasına rağmen birleştiremeyebilir, kendi algısında uyumlu parçalar aslında tamamen ayrı gözükebileceği için fiziksel olarak o parçayı diğeri ile eşleştirse bile algısal olarak bir birleşme sağlanmaz veya  yaşadığı durumların bire bir aynı öznenin başına gelip gelmediği konusuda şüpheleri olabilir, mesela bir dükkanın yanından geçen, dysexecutive sendromlu bir kişi dükkanı geçtikten sonraki kişi ile geçerkenki kişinin aynı kişi olup olmadığı konusunda arada kalır. Peki bu tarz hastalıklardan karşımıza çıkan ve teorik olarak ortaya koyabildiğimiz birlik türleri nelermiş bir bakalım.

Literatür içerisinde pek çok ayrı tanımlama olsa da bu kısa bilgilendirme içerisinde Bayne’in(1) kategorik ayrımı kullanılacak. Bayne temelde birlik algısını dörde ayırıyor diyebiliriz, daha sonra , bilincin tanımındaki access (giriş,yetki) bilinci ile fenomenal bilinçten yola çıkarak farklı kombinasyonlar oluşturulabilse de biz burada ilk dört kategoriye, yani nesnesel, uzamsal, öznesel ve kapsayıcı birlik algılarına kısaca yer vereceğiz.

Ilkinden başlamak gerekirse, nesnesel birlik aynı nesnenin farklı verilerinin birbirlerine bağlanması ve bunu izleyen süreçte  kompozit bir algı durumunun tek tek diğer veri gruplarından ayrılması. Yukarıda bunun ile ilgili birkaç tane örnek verilmiş olsa da, bir kitaba baktığımda onun biçimini ve rengini birlikte kavrıyor olmam gibi örnekler nesnesel birliğe dahil olabilir.

Uzamsal birlik ise farklı nesneleri aynı ortam içerisinde algılamam ve bu nesneler arasında kıyaslama yapmamı sağlayan birlik türü olarak alınabilir. Baktığımızda gündelik hayatımızda çok büyük bir önemi olduğunu görüyoruz, karşıdan karşıya sağ sağlim geçebilmemizden tutun farklı renk tonlarının birbirleri ile olan farklılıklarını bu birlik türü ile gerçekleştirebiliyoruz.

Daha önemli denmese bile daha temel olarak alınabilecek diğer tür öznesel birlik. Öznesel birliğin önemi farklı deneyimlerin tamamının aynı benlik altında toparlanmasında yatıyor. Benliğin bölündüğü ender rahatsızlıklarda (çoklu kişilik bozukluğu, beynin sağ ve sol loblarının bölündüğü durumlarda) kişiler, fizyolojileri gereği sorumlu tutulamayacakları şeyler yapabiliyor veya kendi edimlerinin sebeplerini manipüle edebiliyorlar. Özellikle iki lobu birbirine bağlayan korpus kollosumun kesildiği kişiler eylemlerinin sebeplerini çoğu zaman olduğu gibi aktaramıyorlar. Mesela ESKİŞEHİR yazısının gösterildiği bir lobotomi hastası, kelimeyi ESKİ ve ŞEHİR olarak algılıyor ve, ne yazdığı sorulduğunda, genelde konuşma ile ilintili olan sol lob ESKİ derken yazma ile ilgili sağ lob ŞEHİR kelimesini kağıda yazıyor. Beynin iki ayrı bilinç merkezi varmış gibi gözükmesi ilginç bir durum olsa da Bayne (2) tarafından aslında olayın tek merkez etrafında gerçekleşebileceğine dair bir argüman da mevcut.

Bilincin birliğinin etrafında önemli bir tartışma konusu olan kategori olarak son sırada kapsayıcı birliği görüyoruz. Kapsayıcı birlik aynı anda algılanan verilerin birleşerek iki veri grubundan da farklı bir nitelik taşıdığı yönünde. Buradaki karşıt görüş Hurley (3) tarafından dile getirilmişti. Işık ile ilgili duyum ile aynı anda araba kornasının sesi, iki duyumun birleşmesi şeklinde; A + B olarak alınabilir farklı bir deneyim olarak ele alınmasına gerek yoktur. Bayne ise aksi yönde iki deneyim grubunun bilincin merkezi konumundan dolayı bir toplam olarak alınamayacağını bir dönüşüme uğradığını belirtmekte. Aksi takdirde aynı anda bulunan iki algının bilincin odak kısmını yok edeceğini ileri sürerek kendi savını savunuyor.

Yukarıdaki birlik türleri Bayne ve Chalmers tarafından savunulan kategorik ayrımlardı.

Yönelimselliğe gelindiği takdirde burada yer alan tartışmaların diğer zihinsel içeriklerden daha az merak konusu olduğunu görebiliriz. Bunun sebeplerinden birisi zihin felsefecilerinin büyük oranda yönelimselliğin, yani hakkında olma durumu hakkında fikir birliği içersinde olmaları.

Yönelimselliği kısaca tanımlamak gerekir ise düşüncelerin, inançların birşey hakkında, o şeye yönelik olmaları olarak alınabilir. Doğaya baktığımız zaman bir elektronun bir nötron hakkında olması gibi bir durum ile karşılaşmıyoruz, yani burada sorun hakkındalığın maddesel olandan nasıl türetileceğiyle alakalı gözüküyor.

Yönelimsellik ile ilgili ortaya atılan ilk teoriler ‘formal’ teori kapsamında ele alınıyor. Formal teori içerisinde ilk ortaya atılan imgelem teorisi, bizim düşüncelerimizin yönelimselliğinin, düşündüğümüz nesnelerin veya olayların asıl olanlarına bir benzerliğinden kaynaklı olduğunu söylüyor. Yani ben M.K.Atatürk’ü düşünebiliyorsam, kafamdaki imgenin ona uygun olması sayesinde bunu gerçekleştirebiliyorum demek oluyor. Ne var ki bu görüş günümüzde fikir birliği içerisinde yanlış bulunuyor. Şöyle düşünelim, bugün, kendisini makyaj ile Atatürk’e benzeten veya genetik olarak Onun vücut ve yüz yapısına sahip insanları sosyal medyada görüyoruz. Bu durumda kafamdaki imgelem gerçekten düşündüğüm Atatürk’ü mü işaret ediyor yoksa onun kopyalarından birisini mi ? Sorusu imgelem teorisinin içerisindeki tanımlama yetersizliğini yeterince gün yüzüne çıkartıyor gibi. Yönelimselliği sadece imgeden ibaret tuttuğumuzda ciddi sıkıntılar çıkıyor.

Formal teori kapsamında ele alınabilecek bir diğeri; tanımlayıcı teori. Bu teoriye göre ise eğer bir şeyi düşünüyorsam, düşündüğüm şeyin tanımı, nesnesiyle özdeş olmalı, yani suyu düşündüğüm zaman tanımını:’ gölleri, nehirleri, denizleri dolduran insanların içebileceği ve içemeyeceği şeklinde ayrılabilen sıvı.’ olarak olabilirim. Bu sayede imgelem teorisinin düşmüş olduğu zor durumdan da çıkmış oluruz. Atatürk’ü Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve isim babası şeklinde tanımladığım takdirde benzeyenlerini kapı dışarı ederiz

Bununla birlikte tanımlayıcı teorinin de bir takım zorlukları var. Mesela Putnam’ın ünlü, ikiz dünyalar deneyi yukarıdaki su örneği için belirli zorluklar teşkil ediyor. Putnam ünlü deneyinde bizden kendi dünyamızın ikizi olan bir dünyanın daha olduğunu düşünmemizi istiyor. Tıpkı o dünya daki su da bizim dünyamızda olduğu gibi nehirleri dolduruyor, içilebilir veya içilemez olarak ayırt edilebiliyor. Tek fark ise bizim su olarak isimlendirdiğimiz şey H2O iken ikiz dünyadaki sıvı XYZ özüne sahip. Bu durumda, birbirine bu kadar benzer iki sıvı var iken sadece tanımlama yoluyla düşüncemin hangisine yöneldiğini söylemek hatalı gibi duruyor. Aynı hata sebze olduğu sanılan domates için de geçerlidir. Çoğu kişi domatesin meyve kategorisinde yer aldığını bilmez ve bu sınıflamalarından yola çıkarak domatesi düşündüklerinde aslında yanlış şeyi işaretliyorlar demektir.

Tanımlayıcı görüşün yol açtığı sıkıntılardan ilki, düşüncelerimizde, hakkında oldukları şeyler ile ilgili yeteri kadar bilgi yok ise aslında doğru şeyi işaret etmedikleridir. Bu sıkıntıya literatürde bilgisizlik problemi olarak adlandırılır. Bir diğer sıkıntı, aslında tanımlayıcı teorinin ‘su’ olarak işaret ettiğimiz nesnenin özünü açıklamamasında, yani bir düşüncenin, bir nesnenin veya olgunun özüyle ilgili olabilmesini kapı dışarı etmesidir. Halbuki çoğu düşüncemiz birçok durumda düşündüğümüz olayların özüne, nedenine ilişkin olabiliyor. Veya nedenine ilişkin olmasa bile tanım gereği ayrı şeyleri düşündüğümüzü sanabiliriz. Frege’nin ünlü akşam yıldızı ve sabah yıldızı ayrımında, Venüs gezegenini: ‘sabah görünen ve parlayan tek yıldız.’ ve ‘akşam, gökteki en parlak yıldız.’ olarak tanımladığımızda, aslında Antik Yunan halkının düştüğü aynı hataya düşüyoruz ve Venüs gezegenini sabah ve akşam yıldızı olarak iki ayrı şeymiş gibi düşünüyoruz. Bu tanım sıkıntısı da literatürde ‘hata problemi’ olarak ele alınıyor.

Gottlob Frege’nin bir fotoğrafı.

İmgelerin ve tanımların düştüğü sıkıntıları gidermek için ortaya atılan iki yönelimsellik teorisinden kısaca bahsetmek istiyorum. Bunlardan ilki Putnam ve Kripke(4) tarafından önerilen yönelimselliğin nedensel model bazında açıklanması, yani ‘su’ olarak adlandırdığımız elementin düşüncelerimizde, girdiğimiz etkileşim ile açıklanacağı görüşü. Bu alternatif görüşte, zihnimizdeki kavramların işaret ettikleri şeylerin ne olduğunu belirleyen içsel formel yapılar yok. Onun yerine su dediğimiz şey benim ile etkileşime girmesi sonucunda düşündüğüm şey ve Akşam Yıldızı olarak kavradığım şey yine akşamları gördüğüm ve belirli şekilde hatırlayarak düşündüğüm şey.

Nedensellik teorisi formal teorinin başının dertte olduğu sorunlarla nasıl başa çıkıyormuş görelim. İlk olarak nedensel görüşte, Dünyalıların su düşüncesi ile ikiz dünyalıların su düşüncesi arasındaki ayrım kendi kafalarında su kavramını şekillendiren nedensel etkileşimden doğuyor. Bu durumda tanımladıkları şey birbiriyle özdeş olsa bile düşündükleri şeyin aynı olması gerekmiyor. Benzer şekilde nedensel olarak su veya domates ile etkileşimde olabilirim ve ikisiyle ilgili tanımlarım yetersiz olsa dahi tanımayıcı teorinin düştüğü hata ve bilgisizlik problemlerine yakalanmamış oluyorum.

İkinci olarak akşam yıldızını düşündüğümde onun tanımı ön planda tutulmadığı için düşündüğüm şeyin sabah yıldızından farklı bir şeyi işaret etmesi zorunluluğu da doğmamış oluyor.

Bununla birlikte, formel teoriye getirilen bazı itirazlardan sıyrılsada nedensel görüşün de düştüğü bir sıkıntı var. Mesela düşüncelerimiz bazen hakkında oldukları nesnelerin nedenlerine yönelik olabiliyorlar. Bir fizikçi hadron çarpıştırıcısında elde ettiği karanlık maddenin ortaya çıkma şartlarını düşünürken, nedensel görüş çok da etkili olmuyormuş gibi gözüküyor. Çünkü fizikçi karanlık maddenin ‘şartları’ ile herhangi bir nedensel etkileşime girmiyor. Böylelikle soyut düşünme dediğimiz eylem nedensel görüşte oldukça kısıtlanmış durumda diyebiliriz.

Esasında Formel ve Nedensel modeller birlikte kullanıldıklarında, sıkıntıya düştükleri durumları işbirliğiyle giderebiliyormuş gibi gözüküyor. Chalmers’ın(5) iki boyutlu yaklaşımı için, düşünen kişinin içinde bulunduğu çevreyle etkileşiminin bir nesneye işaret etmesi, formel görüşü dışlamasını gerekli kılmıyor. Suya dair sahip olduğum nedensel bilgi ve çevreyle girdiğim etkileşim tam olarak benim düşündüğüm ‘su’ modelini karşılayabilir. Yine de ilerleyen tartışmalar için yer olmadığından burada detay üzerinde durulmayacaktır.

          QUALİA

Dünyaya dair sahip olduğumuz pek çok nitelik algısı mevcut. Kimi zaman gökyüzüne bakarken bulutların arasından güneşin ışımasını görüyoruz ve bu bize görsel olarak değişik bir deneyim yaşatabiliyor veya moralimizin çok da yerinde olmadığı bir durumda bir şarkıyı açıp dinlemek bizi hüzünlü diye adlandırdığımız ruh durumuna sokabiliyor. Yani dünyayı algılama şeklimiz bir duygu durumuna dönüşüp kendimizi ona göre niteleyeceğimiz bir hal alabiliyor. Daha da fiziksel yaklaşmak gerekirse bazen elimizi kesiyoruz veya ayak serçe parmağını masanın köşesine çarpıyoruz, bunun sonucunda yaşanan acı ise çoğumuzun reddedemeyeceği kadar gerçek oluyor.

Yani duyumlardan elde ettiğimiz ses, görüntü gibi verilerin işlenmesiyle oluşan, ruh halimizin ve genel tavrımızın dahil olduğu, aynı zamanda acı, kaşınma gibi fiziksel olaylarla yakından bağı bulunan pek çok durumu nitelik algısı olarak adlandırabiliriz. Nitelik algısı aynı zamanda, az önce verilen örneklerin dışında da kullanımlara sahip olabilir. Mesela bir cümledeki gizli anlamın anlaşıldığı an, bir ‘anlama anı’ olarak qualia sayılabilir. Tartışma yaratabilecek şey ise genel olarak cümlenin anlaşılma anının, özne için, daha sonra iç gözlem yoluyla bir nitelik taşımadığıdır. Mesela kırmızı bir rengin daha sonra anımsanması yine benzer bir duyumsal nitelik yaratıyorken, veya sobadan dolayı eli yanmış bir kişi aynı olayı hatırladığında içi ürperebiliyorken bir anlamın belirginleşmesi, daha sonrası için bu tarz etkileri taşımıyormuş gibi gözüküyor. (6)

Tabiki burada qualianın şartlarından birisinin iç gözlem olup olmadığı da tartışılabilir ve bu kabul, qualianın kapsamını da değiştirebilir.

Bunun dışında qualia kavramı kullanılırken aslında neler kastediliyor ona bakmamız gerek. Eğer nitelik algısını kendi başına, yani ontolojik kökeniyle birlikte nasıl değerlendireceğimizi daha iyi kavrarsak tartışmanın devamındaki sorulara daha isabetli cevaplar verebilir veyahut aklımızdaki muğlaklıkları yok ederek karşımızdaki durumun belirsiz bir durumdan ziyade net bir sorun olduğunu sezinleyebiliriz.

A- Duyu Verisi

Böyle bir şartımız yok ama, tarihsel gitmek isteyeceksek nitelik algısının kullanımı sense-data yani algı nesnesi olarak karşımıza çıkıyor. Algı nesneleri herhangi bir durumu, olayı, bir ikincil niteliği  kavramadan ibaret diyebiliriz. Yani tarihsel bağlamda qualianın kullanımı aslında algıyla eş verilmiş ve C.D. Broad, Moore, Russell gibi felsefeciler qualiaya ayrı bir kategori ayırmaktansa fiziksel görmedikleri (burada fizikselden kasıt yukarıdaki felsefecilerin kullanımlarına göre değişmekte. Russell için ele aldığımızda zihin fiziksel ile bir yerde aynı noktada buluşuyor ama ikisinin de kökenini teşkil eden hem fiziksel hem de zihinsel olmayan şeyden geldiğini düşündüğünü belirtelim.) algı nesnelerinden birisi olarak ele almayı seçtiler. Bu tercih sorgulanabilir olsa da ilk olarak ‘algı nesnesi’ görüşünü savunanların kavramdan anladıklarına bakmak daha yerinde olacak.

H.H.Price’dan (7) bir alıntı yaparak biraz daha açıklığa kavuşturalım.

”Bir domatesi gün ışığında normal bir şekilde gördüğüm zaman şüphe edebileceğim pek çok şey var. Gördüğüm şeyin gerçekten bir domates olup olmadığını veya başarılı bir balmumu taklidi olduğunu kendimce sorgulayabilirim, hatta ortada maddesel birşey olup olmadığını dahi sorgulayabilirim. Ama varlığından emin olduğum şey: yuvarlak ve şişkin kırmızı bir parçanın diğer şekilli ve belirli tonlara sahip parçalardan bir derinlik algısıyla ayrılıyor oluşu ve bununla birlikte bütün o renk alanının algıma verilişidir… böylelikle yuvarlak ve kırmızı parçanın algımdaki varlığından şüphe edemem…  Bilgi parçası olarak bana verilen bu algının bilincindeyimdir.”

Price’ın burada diğer sense-data kuramcılarının da dile getirdiği şekliyle vurgulamaya çalıştığı şey algı nesnelerinin aslında ilişkisel bağlamı olduğu, bizim deneyim dediğimiz şeyin kökeninin bu algı nesnelerinde olduğu idi. Yani X nesnesi bilince sunulan bir algı nesnesi olarak bağlı bulunduğu nesneden ayrı değerlendirilip neliği tartışılması gereken bir durum olduğunu bize aktarmaya çalışmış diyebiliriz. X nesnesinin bilincinde olmak böylelikle X nesnesini (burada kastedilen nesnenin kendisi değil algısı) ayrı bir ontolojik statüde değerlendirmek ve algının nesne ile ilişkisini bir miktar koparmak demek oluyor. Bu haliyle de fiziksel dünya ile bağımızı belirlerken bizi oldukça şüpheci yapabileceği, görüş karşıtları tarafından savunanlara getirilen eleştirilerden birisi.

Eğer savunucuları tarafından algı bu kadar ön plana çıkarıldıysa görüşün esaslarını ortaya koyarken yukarıdaki bağlama ek olarak zihne bağlılığı da belirtmemiz gerekiyor, ki bu sayede fiziksel ile bağı muğlak olan algı nesnelerinin hangi uzlamda değerlendirilecekleri anlaşılsın. Algı nesneleri dediğimiz, deneyime sunulan her bir bilgi parçası zihne bağlı olmak durumunda ve zihinden ayrı düşünülmüyorlar. Peki bağlılığın olduğu nokta neresi? Algı nesneleri ontolojik olarak nerede bulunuyorlar diye sorduğumuzda karşımıza çeşitli cevaplar çıkıyor. Bu cevapların zihne bağlılık ilkesiyle aynı öneme sahip olduğunu belirtmekte de fayda görüyorum. Zira sense-dataların uzlamsal alanla ilişkisi olması onun nerede olduğunu da sormamızı gerektiriyor, sadece zihne bağlı olduğunu söylediğimiz algı nesnelerinin uzlam ile olan ilişkisi de bu yüzden netleştirilmeli.

İlk olarak bu nesnelerin nerede olduğuna bakacaksak beynimizin içinde olduklarını veya beynimizden meydana geldiklerini söylemek akla gelecek ilk cevap olacaktır. Zihne bağlılık ilkesinin de ontolojik olarak en kolay sağlandığı cevap buymuş gibi gözüküyor. Mesela ben karşımdaki bardağa baktığım zaman bardağa ait algım beynimin içinde demek düşüneceğimiz ilk şey. Bardak algısının kendisinin nesneden ayrı olduğunu tekrardan belirtelim. Bunu niye vurguladığımı görüşü savunanların ileri sürdüğü argümanlara geldiğim zaman tekrardan belirteceğim, ama şimdilik bardak algısı üzerinde duralım. Bardak algısının beynimizde olduğunu söylediğimiz zaman bardaksı şeklin bir beyin durumu olduğunu söylüyoruz, yani beynimizde bardaksı şeklin diğer özellikler ile birlikte olduğunu ifade etmiş oluyoruz. Eğer algı nesneleri fiziksele iliştirilmiş ama fizikselden türemeyen şeyler ise ‘bardak şeklinin’ beynimizin içerisinde olduğunu söylemek absürt kaçıyor. Çünkü çeşitli verilerin bardak algısını oluşturduğunu söylemekten ziyade, özellikle zihnin maddeden ayrı bir kulvarda olduğu, bundan dolayı da algının kendisinin fizikselden bir ölçüde ayrılan bir durum olması gerektiği ilk savunucular tarafından belirtilir (özellikle felsefeyi sağduyuya yanaştırma çabası olarak Russell ve Moore zihnin maddeden ayrı olduğunu veya bizim anladığımız şekliyle fiziksel dünyaya bir miktar mesafesi olduğunu söylemişlerdi.).  Ne var ki bu noktada belirli esneklikler gözlemleyebiliriz. Howard Robinson (8) ‘bardaksı şeklin’ beynin içinde olduğuna yönelik sıkıntılı ifadenin giderilmesi için materyal olarak beyine alınan görsel öğelerin bilinçli ‘kurulumundan’ bahsediyor. Bu tarz bir nüansla, bilincimize sunulan algının parçalarından, yani algı nesnesinin bir bütün olarak değil kısım olarak algılanan parçaların toplamı olduğunu söyleriz. Daha da açık olmak gerekirse algının bize sunulma sürecine fiziksel bir adımı eklemiş oluruz dolayısıyla bardak şeklinin kendisinin bulunmasından ziyade ‘kısımları’ beynimizin içerisindedir, bu kısımlar bardağa vuran güneş ışığının algısı gibi, komple beyinde bulunduğu düşünülen bir bardak kadar sıkıntı yaratmayacaktır. Aynı zamanda bunu yaparak algının kendisinin fiziksel olduğunu söylememekle birlikte algının parçalar halinde beyinde bulunduğunu, bardaksı şeklin fiziksel karşılığının bu sayede olduğunu iddia edebiliriz. Bize verilen şey yine algıdır. Ama bu sefer parçalı olarak gelmiştir. Bu tasımlamayla hem algı dediğimiz noktanın sense-data görüşü savunucuları tarafından fiziksele yönelik işlevi muğlaklaştıran tavrı silinmiş olur, hem de algı nesnelerinin beyinde olabilirliği ihtimalini tekrardan verebilmeye başlar.

Kendi kanaatim, bu savununun ilk başta ana sorunu ortadan kaldırıyormuş gibi gözükmesine rağmen aslında sorunu itelediği yönünde. Algı nesnesi dediğimiz şeyi bir sonraki aşamaya kesin bir şekilde attıktan sonra fiziksel şeyi nasıl kurduğu sorunu geriye kalıyor. Bir tür yeniden temsilin algıyı oluşturucu etmen olarak var olamayacağı görüşü savunanlarca hemfikir olunan noktalardan biri. Çünkü ileride de açacağım yeniden temsill görüşü, sense-data’ya dahil edildiği zaman algının hangi yerlerde fiziksele kayması gibi belirli sıkıntılar çıkıyor. Dolayısıyla bu yeniden kurulmanın, bunu sağlayan şeyin fiziksel materyaller (cisimden gözümüze gelen ışınlar vb.) ile nasıl ilişkiye geçtiği bir sorunsal olarak karşımızda. Bu sorunun varyantı olarak alabileceğimiz bir diğer sıkıntı algı parçalarının tam olarak hangi sınıflarda bir bütün olarak algımıza verileceği sorunudur. Örnek vermek gerekirse mavi bir daireye bakarken bu dairenin kısım denebilecek hiçbir tarafı olmadığını görürsem bunun açıklamasını nasıl yapabilirim? Öyle ki bu daire etrafında hiçbir şey olmadan benim altına sunulmuş olsun. Ve tüm görüntüsü esit şekilde dağılsın. Bu durumda sanırım bütünsel bir algıya sahip olduğumuzu söylemek zorunda kalacağız ve Robinson’un görüşünü ekarte edilebilir gibi gözükmekte. Aynı zamanda halüsinasyon durumlarında aslında olmayan bir bardağın nasıl beyin içinde bir kurulum yaratacağı ayrı bir sorun olarak karşımıza çıkıyor.

İlk seçeneğin, yani sense-dataların beyin içerisinde bulunmaların çok da olası olmadığını söyleyebiliriz. Bu durumda geriye kalan birkaç opsiyonu da dile getirirsek belki algı nesneleri için kalacak bir yer ayarlamış oluruz. Algı nesnelerinin ikamet edebileceği bir diğer nokta nesnelerin kendisi diyebiliriz. Bu seçenek bariz şekilde yanlış gözükse bile açıklamak gerekecek kuşkusuz. İlk olarak algı nesnelerine başvuranların bunun için ortaya attıkları sebeplerden birisinin halüsinasyon vakaları olduğunu söyleyelim. Halüsinasyon durumunu açıklamak ilk bakışta bir fizikalist için zor gözükse de algı nesnelerinin fizikselden ayrı olarak bulunduğunu savunanlar açısından kendi görüşlerini daha cazip kılacaktır. Bu sayede algıların ayrıklığı gösterilir. Ama bakılan nesnelerde algının olduğunu savunanlar için böyle bir kar payı yoktur. Yani hem fizikalistlere nispeten avantajlı bir cevap olmamış olur hem de halüsinasyon vakaları karşısında bu ihtimali direkt eleyebiliriz. Diğer bir ihtimal algı nesnelerinin bakılan yerde oldukları. Yani nesnelerden bağımsız olarak nesnelerine uygun algı nesnelerinin o noktada olduklarını belirtmiş oluyoruz, bu görüşten çıkabilecek sıkıntılar: algı nesnesinin normal, fiziksel nesneye uymaya zorunluluğunun olmamasıdır, ki bu ihtimalin kabulü bizi dış dünyaya karşı oldukça skeptik yerlere sürükleyebilir. Dolayısıyla algı nesnesi ile nesnenin bir şekilde etkileşime geçtikleri ilkesini koymamız gerekir ki o zaman da yine halüsinasyon vakalarının çıkartacağı sorunları sezinleyebiliriz. Diğer bir sıkıntı uzamsal olmayan algı nesneleri. Yani bir hayale dalmak ve aslında karşınızda olmayan şeyleri gerçek gibi görmek uzaydaki herhangi bir noktayı belirtmeyeceği için bu tür durumlarda, bu anlamıyla sense-datayı kullanamıyoruz.

Son bir seçenek, sense dataların ayrı bir uzamı olacağı görüşü. Yani Descartes’ın da savunduğu töz düalizmi görüşünde içerilen zihinsel ve fizikselin birbirlerinden tamamen ayrı olmaları gibi sense-datayı fizikselden tamamen uzak tutmak. Fiziksel olmadığı için fiziksel ile nasıl bir bağ kurduğu sorunsalı da bu görüşteki farklı bir sıkıntı olarak karşımıza çıkıyor. Tıpkı töz düalistlerinin hiçbir ortak noktası olmayan zihinsel ve fizikseli bir araya getirmeye çalışırken zorlanması gibi sense data görüşünü savunanlarca da sense datalara ayrı bir bağlam biçmek zorlu bir seçim gibi gözüküyor.

Peki algı nesneleri görüşünü savunanların motivasyonları neler? Şu ana kadar onlardan bahsetmedik, ama kanaatimce zayıf da olsalar görüşün daha iyi anlaşılması açısından aktarılmaları gerekmekte. İlk olarak az önce bahsedilen halüsinasyon vakalarından başlayalım. Halüsinasyon olmayan şeylerin bizim tarafımızca algılanması demek, ve kimi sense-data’cılar tarafından algının fiziksel olmayabileceğini ima eden bir bulgu olarak gösteriliyor. Algılanan, gerçek olan bir nesne karşısında ve orada olmayan ama yinede  algılanan nesnenin fiziksel farklılığı olmasına rağmen, algı nesnesi fizikselden ayrı veya uzak değerlendirildiği için fiziksel şeydeki farklılık algı açısından fark yaratmayabiliyor. (9) Burada alternatif cevabın ne olabileceğine bakalım. Yeniden temsil (representationalism) görüşü savunucularınca aslında karşımızda olmayan nesneye yönelik algı tamamen bir yanlış temsilden ibaret, yani baktığımız konumda, konuma ait olmayan bir şeyi oradaymış gibi algılıyoruz. Dolayısıyla algının olması için doğru temsil zorunlu dememiz gerekmiyor. Bu cevap en azından fiziksele bağlı olmayan görüşleri direktman kabul etmememiz yönünde bize bir alternatif sunuyor. Ama sense-dataların savunulduğu pek çok argüman mevcut, diğerlerine de bakmak bu alternatifin kabul edilip edilmeyeceği yönünde bize iyi bir fikir verebilir.

Algıdaki çeşitlilikler, görüşü savunanlarca ileri sürülen en eski delil iddiasıdır. Çeşitlilik, nesnenin fiziksel ve değişmeyeceğini düşündüğümüz doğasına aykırı bir durum olduğu için nesnenin tekliğine nazaran algının çokluğu algı nesnelerinin olduğuna yönelik bir savunu olarak gözümüze çarpar. Yani bir bardağı ileri geri oynatmamın, bardak algımın büyüklüğü ve küçüklüğüne yönelik bir değişiklik yaratacağını söyleyebiliriz, bu değişiklik de bardağın kendine ait büyüklük ile tezatlık oluşturmakta ve sense datayı kabul etmeyi gerektirmektedir. Lakin en eski savununun buna benzer olan diğer argümanlardaki gibi algının ilişkisel özelliği konusunda unutkan davrandığını görüyoruz. Bardağı uzaklaştırıp yakınlaştıtırken, bardağın algılanmasını sağlayan, bardaktan seken ışınların bizim gözümüze geliş açısı uzaklık durumuna göre değişiklik gösteriyor. Dolayısıyla fiziksel bir etmen olarak görmezden gelemeyeceğimiz ışın açıları algıyla birlikte değişiklik gösteriyor diyebiliriz.

Sense datum savunucuları tarafından ileri sürülen yanılabilirlik, ikincil niteliklerin varlığı gibi argümanlar teoriye direktman destek sunmamakla birlikte olabilirliğini arttırmaya çalışır, daha detaylı ilgilenmek isteyenler için (10)

Son olarak teorinin neden günümüz zihin felsefecileri tarafından rağbet görmediğine değinerek ilk qualia görüşünü bitirmek istiyorum. Sense-data görüşünü savunanların cevaplamakta özellikle zorlandıkları nokta tam olarak bu şeylerin nerede oldukları idi, ki bunu daha önce de belirtmiştik. Diğer bir önemli zorluk algıların tam özelliklerinin kimi durumlarda bilinemiyor oluşudur (11). Bilincinde olduğumuz şeyin tam olarak ne olduğunu ve özelliklerini söyleyebileceğimizi iddia ederiz. Çünkü yukarıdaki alıntıda da belirtildiği üzere çoğu şey sorgulanabilir olsa dahi bilincimize verilen şeyin kesinliği tartışma götürmez. Ama bir dalmaçyalıya baktığımız zaman, onun bilincimize sunulmuş haliyle kaç adet noktayı üzerinde barındırdığını bilemememiz çelişkili gözükür. Materyalist açıdan zihne bakacak olursak bilinç, sürekli beynimizce oluşturulan bir durum olduğundan bir fizikalist için bilincinde olduğum şeyin özelliklerini tam olarak bilmiyor oluşum makul karşılanabilir. Bir dalmaçyalıya dair bilincim sürekli oluşturulurken aynı zamanda onun noktalarını saymamda bir sıkıntı yoktur. Lakin bize sunulan algı nesnelerinin bir özellik barındırırken bu özelliğin belirsizliği bariz bir sıkıntıya götürür. Şu cümleyi kurduğumuzu düşünelim: ‘algıma çok güzel bir dalmaçyalı köpeği verildi. Ama üstündeki noktaların sayısı belirsiz.’ cümlenin absürtlüğü apaçık meydandaymış gibi duruyor. Burada bir okurumuz daha sonra hafızası aracılığıyla köpeğin üzerinde kaç adet nokta olduğunu söylenebileceğini iddia etse de burada konumuzun hafıza olmadığını, anlık algı olduğunu belirtmek gerek. Anlık algının içinde bize sunulan, belirli bir sayısı olması gereken ama sayısı belirli olmayan nokta adedi tanım gereği çelişkilidir. Benzer bir eleştiri bilincin odak noktasına sahip olduğunu hatırlatarak sense dataya getirilebilir. Çoğu kişinin de fark ettiği gibi bir manzaraya bakıldığı zaman koca bir görsel mekanın içerisinde algının toplandığı bir alan vardır, ve sadece o alanın direkt farkında olduğumuzu söyleriz. Odak alanının dışında kalan bölge algıya net verilmemiştir. Tıpkı şuan bunu okuyan insanların yanlarında olabilecek bir kişiyi direkt görmekten ziyade varlığını sezinlemeleri gibi, odak dışı alanın sadece üstünkörü bir farkındalığı mevcuttur. Ve yanımızda bulunan kişiyi bir şekilde görmek ama özelliklerinin belirsiz olduğunu dile getirmek sense-data görüşü içerisinde, dalmaçyalı örneği gibi tutarsız olacaktır.

Bir dalmaçyalı.

Nitelik algısının yani qualianın ne olabileceğiyle ilgili teorilere sırayla devam etmeden önce üstten bir bakış kazanmak iyi olabilir. Sürekli birbirleri yerine kullandığım bu kelimeler ( qualia ile n.a.) kökenlerini nereden alıyor diye sorduğumuzda hangi cevaplar verilebilir düşündük mü? Bu süreci hızlandırmak adına genel bir şablondan bahsedelim. Nitelik algısının kendi başına bize sunulabileceği ihtimali üzerine konuştuk. Bu ihtimal dışında nitelik algısının bizim tarafımızdan oluşturulduğunu söyleyebiliriz, bu algılar toplamının dış dünyada birebir olduğunu yani bizim onları deneyimlerken aslında M durumu dönüştürerek bu mental ifadeyi yaratmadığımızı da söyleyebiliriz veya bilinçli olmanın tek bir anlama geldiğini fakat bilinçli olma şekilleri olduğunu dolayısıyla bu çeşitliliğin tüm zihinsel algılarımıza tekabül ettiği söyleyebiliriz. Son bir ihtimal olarak qualia olarak adlandırdığımız bu kavramın aslında bir yanılmaca olduğunu ifade edebilme seçeneklerimiz var. Son seçenek bütün deneyimlerimize karşın sağlam bir argüman sunulmasını gerektiriyor ve sezgilerimize hitap etmediği için tercih edilmeyen bir seçenek. Okuyucu burada sezgilere olan güvenin sorgulanması konusunda bir uyarıda bulunma hakkına sahiptir, ama dış dünyaya ait sezgilerimiz ile birincil kişi bakış açısı sayesinde edindiğimiz sezgiler arasında önemli bir ayrım mevcut. Bu zorluk yüzünden bugüne kadar qualia’yı elimine etmek çok tercih edilen  bir seçenek olmadı.

Bu opsiyonlardan birisi, sense-data’dan sonra bir seçenek olarak karşımıza çıkıyor. O görüş de şuan aktarılacak olan adverbialism yani bağlayıcılık olarak Türkçe’ye çevrilebilecek görüş.

B-) Bağlayıcılık

Adverbialism görüşü savunucularınca deneyim ile qualia arasında ince, teorik bir ayrım yapılıyor. Bu ayrımla nitelik algısı ve deneyim aralarındaki bağ kopmadan farklı bir şekilde ilişik hale getiriliyorlar. Anlatmak istediğimi biraz açayım. Adverbialistler için mavi bir şişeyi görmek şişenin mavi olmasını vurgulamaz, aslında şişenin kendisini mavi olarak algılarız çünkü algılama şeklimiz ‘mavimsi’dir, benzer olarak karşısına oturduğumuz sobanın sıcağının tenimizi yakması da ateşe dair algımızın böyle olmasından kaynaklıdır. Yani qualianın kendisine direkt bir varlık atfetmektense bilincinde olma durumunun varyasyonlarının algıdaki çeşitliliği oluşturduğunu söylüyoruz veya bilinç kavramını tek çatıda kavramsallaştırmayı başardıktan sonra qualialar sadece deneyim çeşitleri olarak bilinç kavramı altında açıklanmış oluyorlar. Bu hamleyle qualiaya ait varlık alanı bir anlamda bilince doğru sürülse bile şablon içerisinde verilen diğer görüşlerden daha pratikmiş gibi gözükebilir. Nitekim adverbialism görüşünü kabul ettiğimiz taktirde bilincin ve qualianın ayrı ayrı varlıklarının neliğine dair sorularımızın bire indirgeneceği savunucular tarafından uzun süre cezbedici bir ihtimal olarak görüldü.(12) Uzun bir süre Adverbialism revaçta idi, buna karşın Frank Jackson’un(13) görüşe yönelik getirdiği bir karşıt argüman ilginin azalmasında önemli paya sahip.

Jackson’ın öne sürdüğü bu problemi yani ‘Many property problem’ı yani çoklu özellik problemini iki örnek ile anlatmaya çalışalım.

1- A kişisi kırmızı renginde yuvarlak bir tabak görüyor.

2- A kişisi aynı odak içerisinde kahverengi düz bir kalemi de görüyor.

İki ayrı nesneyi aynı anda algıladığımızda, normal bir algılayışa sahip birey için maddelerdeki nesnelerin renkleri ve kalıpları birbirine karışmaz. Ama adverbialism açısıyla değerlendirdiğinizde ‘kırmızımsı’, ‘yuvarlağımsı’, ‘kahverengimsi’, ‘düzümsü’ gibi algılama şekillerinin birbirleri içine geçmemesi için bir sebep kalmaz. Algılama şekilleri, yani yukarıda ilk örnekte de verdiğimiz ‘bir şeyi mavimsi algılama’ ve bununla beraber gelen diğer algılama şekillerinde bir sıraya koyma durumu söz konusu değil. Bu nedenle her iki maddedeki algı özelliklerinin birbirine karışmayacağını garanti edebilmek adına 1’nci maddedeki nitelikleri ve 2’ncide yer alan nitelikleri sırayla eş durumuna getirilmesi lazım. Jackson’ın eleştirisi tam olarak bu ihtiyaç noktasında devreye giriyor ve böyle bir sıralamanın olamayacağını söylüyor. Sıralamanın olabilmesi adına farklı algılama şekillerinin birbirlerine kombine olabilmeleri veya yeni algılama kalıpları yaratmaları lazım. Kombine durumundan bahsedeceksek, ilk iki maddedeki algıların maddelerine göre birleşmesini kast ediyoruz demektir. Jackson’un da eleştirisi tam bu noktaya yönelik olduğu için bu seçeneğin gücünü hafifletiyor. Diğer ihtimal içerisinde ise algılama şekillerini birbirlerine eklemliyoruz. Yani ‘kırmızımsı yuvarlak’ ve ikinci maddedeki birleşik nitelik kalıbı ortaya çıkıyor. Eklemli algıların sorunu, tamamen olumsal olmalarından dolayı çok fazla kalıp üretmesi. Zaten fazla sayıda olan renk algılarını ele alırsak, görsel alan içerisinde renklere modifiye olabilecek diğer pek çok potansiyel algıların da kalıplarını yaratmış oluyoruz. Aynı zamanda kırmızı algısını veya diğer renk algılarını görsel alan içerisinde temel alırsak, temel olmayan, tamamen keyfi algı şekilleri meydana geliyor. Kırmızı renginin kendi başına bir algılama şekli olduğunu söyleyebilirirz. Burada az önce de bahsettiğimiz adverbialism avantajı korunmaya devam ediyor. Yani qualianın ontolojisini ayrıca açıklamak gibi bir problemimiz olmuyor. Ama eklemli algı modelinde yeni sorunumuz olumsal algı şekillerinin nasıl meydana geldiği, yani sorun sayısı qualianın veya bilincin varlıklarını ayrı ayrı açıklamak kadar zor olmasa bile bire indirgendiğini düşündüğümüz problem tekrardan ikiye çıkıyor. Bir diğer önemli nokta bu algıların gerçekten birleşip birleşemeyeceği. Eğer kendi başına kırmızı algısını temel olarak alıyorsak ona eklemlenmiş diğer özellikle birlikte K + Y algılayışı sonucu değişmeden yine parçalarına ayrılabilen bir kalıp. Buradan kastımız, sarı ve solgun bir yaprağa baktığımızda solgun olmak ve sarı olma algılarının birbiriyle birleştiklerinde ortaya çıkan algının yeni bir  nitelikte olmayışı. Yaprağın kendisine baktığımız zaman iki özelliği sorunsuz bir şekilde ayırabilmekteyiz. Dolayısıyla eklemli algı modelinin tamamen keyfi birşey olduğu kanısında bulunulabilir.

Bu seçenekler dışında Kriegel soruna farklı bir bakış açısı önerdi.(14)

Eklemli hale getirmeye çalıştığımız K + Y şeklinin eş algı bütünü olmasından ziyade belirlenen-belirleyen ilişkisi içerisinde değerlendirildiği takdirde çoklu özellik probleminin giderilebileceğini düşünüyordu. Herhangi bir özelliği kırmızı rengiyle birlikte algıladığımızda kırmızı + B algısının kırmızı algısının altında, kırmızı olma durumlarından birisini belirten bir algı çeşidi olabileceğini öne sürdü. Örnekle açıklamak gerekirse hamburger fast food ilişkisini düşünebiliriz. Hamburgerin kendisi fast food bir yiyecek olarak bu kategorinin altında, kategoriyi belirten bir içeriğe sahip. Yani renk veya niteliklerle ilgili diğer algı durumlarında eklemlenmiş algılar girdikleri kategorinin altında kendi sınıflarını da belirtmiş oluyorlar. Bu hamleyle Kriegel olumsal yapıda olma eleştirisine yönelik olarak adverbialismi desteklemeye çalışırken temel dediğimiz algı şekillerinin aslında içerisinde potansiyel olarak var olan algı çeşitlerini de barındırdığını ima etmiş oldu. Peki denildiği gibi olumsal olma eleştirisinden kurtarabilir mi ? Yukarıda verdiğimiz fast food örneğinden biraz daha farklı bir örnek vererek olumsal olma sorununun pençesinden tam olarak kurtulup kurtulmadığına bakalım. Beyaz bir üzümü düşünelim, bu üzümü gördüğümüzde gördüğünüzde bu türün üzüm kategorisi altında bulunduğunu bilirsiniz. Dolayısıyla hamburgerin fast food kategorisiyle olan suni bağından daha gerçek bir bağının olduğunu söyliyebiliriz. Burada üzüm olma durumunu genetik ve kökensel ilişkisiyle birlikte değerlendirdiğimizde kırmızı olma durumlarının kırmızı kategorisini ima etmesiyle beyaz üzümün üzüm kategorisini ima etmesi arasındaki farkı görebiliriz, üzüm olma durumlarından herhangi biri nedensel olarak da üzüm kategorisine bağlıyken kırmızıyla eş algılanabilecek herhangi bir nesnede iki veya daha çok algı durumunun birbirlerine böyle bir bağı olduğunu görmüyoruz. Dolayısıyla Kriegel’in getirmeye çalıştığı çözüm tartışmalı gözüküyor. Yine de ileri okuma için. (15)

C-) Yeniden Temsil

Qualiayı yazının başında kısa bir şekilde tanıtılan yönelimsellik ile açıklama çabası zihin felsefecileri arasında yaygın bir yöntem. Bunun sebeplerinden birisi de hiç kuşkusuz ayrı bir varlık alanı ile (qualia) uğraşmamak ve onu yönelimselliğin içinde açıklayarak bu yükten kurtulmak. Yeniden temsilin pek çok taraftarı olduğunu söylemiştik. Peki yeniden temsil ile neyi kast ediyoruz? İçeriğini ifade ettiğimiz teori kendi başına olan bir şeyi başka şekilde gösterme anlamını taşıyor, başka bir soru soracak olursak, bu kendi başına bir şey ifade eder mi? Mesela bir mercek lenste güneşten gelen ışınları sarı veya yeşil rengine dönüştürebiliriz, Türkçe bir kelimeyi Fransızca’ya çevirip de kullanabilir veya turnusol kağıdının belirli koşullarda renginin nasıl değiştiğini de gözlemleyebiliriz. Bütün bu işlemler bir tür yeniden temsil olayıdır ve olan bir durumu başka bir şeye dönüştürmeye yarar. Ama farkedileceği gibi kendi başına yeniden temsil yeni bir nitelik yaratmayacağı için ‘pure representationalism’ adıyla anlaşılacak bu seçenek tercih edilen bir opsiyon değildir. Görüş savunucularının yaptığı şey, daha çok, yeniden tamsili zihin görüşlerinden birisine entegre ederek geliştirmeye çalışmaktır. Birleştirmeyi yapabileceğimiz en uygun seçenek de pekçokları tarafından fonksiyonalizm olarak değerlendiriliyor.

Bunun dışında yeniden temsilin değerlendirilmesi gereken belirli başlı bazı kategoriler var. İlk olarak görüşün yönelimselliğe başvurarak zihin ve qualiayı nedensel etkilerden yola çıkarak açıklayacağı iddiasına sahip olduğunu söylemiştik, bu iddia ile birlikte yeniden temsilin indirgemeci olmayan ama hala zihin içerisinde açıklayıcı rol üstlenebileceği zayıf yeniden tamsil görüşünü öne sürebiliriz. Chalmers (16) görüşün bu yönde çalışabileceğini savunanlardan. Zayıf yeniden temsil ile duyumsal nesnelerin bilince dönüştürülerek aktarıldığını ama bilincin kendisini yeniden temsile mal etmeye kalkıştığınızda bunun yetersiz olacağını anlamış oluruz.

Diğer ayrım yolu yeniden temsilin önermesel şeklinin dar veya geniş olarak adlandırılması olarak karşımıza çıkar. Putnam’ın(17) ikiz dünyalar düşünce deneyinde öne sürdüğü üzere yeniden temsil içeriklerinin geniş olması gerektiği düşünülür ve temsil durumunda öznenin kafasındaki temsil içerik durumundan bağımsız olarak bilinçli hale getirilir. Yani birbirlerinin tıpatıp aynısı olan ikiz kardeşler çevreyle girdikleri etkileşime göre farklı algı şekillerine sahip olabilirler.

Diğer seçenek olan dar yeniden temsil görüşü içinde ikiz kardeşlerin algılarının aynı olduğunu varsayıyoruz. Tabiki bu tartışmalar üzerine ayrıca düşülmeyi gerektirdiği için burada sadece tanımlanılarak geçiştirilecek. Yeniden temsilin bizi ilgilendiren kısmı, onun desteklenmesi için kaynağı olan motivasyonları ve diğer görüşlere olan avantajları. İlk olarak yeniden temsilin ondan önce konuştuğumuz rakip görüşe olan avantajı (buradaki görüşlerin hybrid versiyonları mevcuttur, kolaylık gereği rakip kelimesinin kullanıldığını belirtmek isterim.) duyumsal algıları ve zihne yönelik bir açıklama çabasında olması ve nitelik algılarını açığa kavuşturulması için deneyime öteleme yapmaya gerek duymaması örnek gösterilebilir. Bir diğer avantajı sezgi bazında hem sense-datadan hem de adverbialismden daha tercih edilebilir oluşudur. Bu nedenle, materyalistik açıdan olaylara açıklama getirme iddiası da olduğu için popüler tercihlerden birisidir.

Bununla birlikte yeniden temsili destekleyen belirli argümanlara da başvurabiliriz.

Nitelik algısından bahsederken bu nitelikleri dış dünyadaki belirli nesnelere iliştiriyoruz. Yeşil kalem, beyaz sayfa vb örneklerde aslında dili kullanma şeklimiz dış dünyanın gerçek olduğuna yönelik eminliğimizden kaynaklı olarak nitelik algılarının da nesnelerde sabitlenmiş olduğunu ima edercesine gelişmiş. Bu gelişimin qualia ile ilgili ima ettiği şey ise, qualianın kökenini açıklamaya çalışan görüşün, qualianın dış dünya ile büyük bir bağı olduğundan ve qualianın nedensel bağıntılarla açıklanamayacağını durumda dış dünyanın gerçekliğine dair sezgilerimize uymayan olasılıkları kuvvetlendirebileceğidir. Yani dış dünyanın varlığından algıları yoluyla emin olan birisi algılarının kaynağını yine dış dünya olarak belirlediği takdirde sense-data savunucularının bizi sürüklediği gibi belirsiz bir alana sürüklemez. Yine de doğrulanabilirlik durumunun sadece yeniden temsile has birşey olduğu tartışılagelen bir konu diyebiliriz.(18) Alternatif görüşlerle birlikte karşı çıkışlardan birisi birincil ve ikincil nitelik ayrımından yola çıkarak ve nesnelere ait dokunsal algıların dış dünyanın gerçekliğini teşkil etmede yeteri kadar güvenilir bir kaynak olduğunu dile getirerek yeniden temsilin doğrulanabilirlik ile bir avantaj etmediğini iddia etmek olur. Potansiyel bir eleştiri olsa bile dokunma duyusunun diğer algılardan ayrılabilirliği tartışmalı bir konu olduğundan burada girmek istemiyorum.

Yeniden temsili desteklemek adına geçişkenlik argümanı öne sürülebilecek bir başka argüman olarak karşımıza çıkıyor. Tye’ın(19) ifadesiyle aktarırsak:

”Bir ağaca bakın ve daha sonra dikkatinizi ağaçtan görsel algınıza ve algınızın ilişik olduğu şeylere yöneltin. Tahminimce görsel algınızda deneyiminize ilişkin bulduğunuz tek şey ağacın kendisi ve ağaçla ilişkili şeyler olacaktır.”

Yani, nitelik algısının kendisine yönelik bir iç gözlem yaptığımızda karşımıza çıkan şey qualianın kendi ilişik olduğu parçaları değil ağacın görüntüsü ve belki onun çevresiyle alakalı şeyler olacaktır. Varlığını ilk elden ve bu kadar kesin bildiğimiz bir şey olmasına rağmen qualiayı teşkil eden şeyi/leri veya direktman qualianın neliğiyle ilgili bilgileri elde edemiyor oluşumuz Tye’ın gözünde qualianın yönelimsel kökenini açıklamak için sunulacak önemli bir savunu olarak karşımıza çıkıyor. Block’un iddiasına göre ise hiçbir fonksiyonel karşılığı olmayan ve bir şeyi temsil etmeyen mental imgeleri gözümüzün önünde canlandırabiliriz. İmgelerin karşılıksız olup olamayacağı tartışması için (20). Ve diğer bir eleştiri olarak vücudumuza dair algılarımızın iç gözleme fazlasıyla müsait olmasına rağmen temsil olarak bir karşılıklarının kıt olmasıdır.

Yeniden temsilin uygun bilinç ve qualia görüşü olduğuyla ilgili birkaç temel argüman daha mevcut olsa da verili olanlar teoriyi tanıtmak babında yeterli görünüyor. Karşıt argüman olarak qualianın oluşumunda yeniden temsilin görevini sorgulamak gösterilebilir. Daha önce de dediğimiz gibi, kendi başına yeniden temsil yeni bir özellik var edemeyeceği için görüşün eklemli olması gereken zihin görüşü de olmalıydı. Çoğu zihin felsefecisinin yaptığı gibi bu birleşmeyi fonksiyonalizm ile sınırlı tutuyoruz. Ve burada Siegel’in sorduğu soru fonksiyonalizm ile yeniden temsilin birleşmesinin ayrı bir nitelik yaratıp yaratamayacağıdır. Eğer birleşimlerinden herhangi bir nitelik edinilmiyor ise ya sadece yeniden temsil ile ya da sadece fonksiyonalizm ile qualiayı açıklamaya girişmemiz gerekiyor. Saf yeniden temsilin kendi başına bir işe yaramayacağını daha önce belirtmiştik. Kendi başına fonksiyonalizmi kullanmaya kalkıştığımız zaman da yeniden temsil adına bir şey kalmadığı için, eklemlenme durumunun nitelik algısının ortaya çıkmasında tek çare olacağını, bu çarenin de umutsuz vaka olduğu görüşünde Siegel (21).

Daha önce ismini bolca zikrettiğim Block için ise nitelik algısı olarak sınıflandırdığımız ama temsil olarak değerlendirilemeyecek kimi algılarımızı mevcut. Bu algılara mod durumlarımızı, vücudumuza dair algılarımız, duygularımız gibi pek çok, ilk elden temsil ettiği şey anlaşılamayan örneği gösterebiliriz. Block için bu nitelik durumlarının herhangi bir temsil edeni olmamasına karşın savunucuları tarafından, görsel alandaki kadar bariz bir şekilde karşımızda olmasa da temsil içeriklerinin olduğu yönünde ifadeleri bulabiliriz (22). Mesela acı hissettiğimiz zaman temsil edilen şey vücudumuzdaki herhangi bir yerin zarar görme durumu diyebiliriz veya mutlu olunduğu zaman organizma olarak varlık amacımızı kolaylaştıran durumları temsil olarak değerlendirebiliriz. Ne olursa olsun, bu tarz temsillerin özellikle görsel alandakinden çok daha farklı olduğunu belirtmek gerek.

D-) Naif Gerçekçilik

Qualianın duyumsal algısıyla ilgili naive gerçekçiliği inceleme vaktimiz geldi. Naif gerçekçilik görüşü içerisinde deneyimlediğimiz bütün şeyler dışsal nesneler ve özelliklerinin bizimle etkileşimi sonucu vardır. Dışarıda görülen bir nesne, tende hissedilen soğukluk veya acı bile bu ilişkiselliğin ürünüdür. Yeniden temsile göre daha sezgiyle deneyim teorisini daha da bitişik hale getirdiğini ilk bakışta söyleyebiliriz.

Naive gerçekçilik içerisinde halisünasyon ve ilüzyondan kaynaklı gerçeğe uygun olmayan deneyimlerin teoriye zarar vermemesi açısından ‘disjuntivism’, yani ayırıcılık görüşünü teoriye ilave etmek önemli. Disjunctivismin görme duyumuyla ve duyumun getirdiği nitelik algılarıyla alakalı olduğunu belirtmek de gerek. Ayırıcılığı naive gerçekçilik içerisinde hemen tartışmaya açmak istiyorum, çünkü görsel alana ait algılarımız oldukça önemli bir yere sahip ve en önemli sorunlardan ikisi direktman görsel alanı ilgilendirdiği için teorinin geleceği adına konuşulması acil konulardan.

Peki ayırıcılık ile neyi kast ediyoruz? Halisünasyon ve ilüzyon vakaları yüzünden ayırıcılığı tasniflerken deneyimin görünüşü ve deneyim bilgisi üzerinden değerlendirme yapıyoruz. Teoriyi savunanlar da özellikle halüsinasyon üzerine tutumlarını deneyimin dış dünyaya ait olanının bilgisini yansıtmayabileceğini dile getiriyor (23). Bunun için daha önceden algılanan, ama belirli nedensellik bağlarının beyinde uygun olmayan bir zamanda, yani nesnesi olmamasına rağmen algının ortaya çıkmasıyla gerçekleşebileceğini iddia ediyorlar, hatta bu nedensel ‘sonradan açığa çıkma’yı beyinde bir nöron grubu içerisinde girdaba takılmış gibi takılı kalan bir nedensel aktivitenin bir anda serbest kalmasına da benzetebiliriz. Aynı zamanda, teorinin gerçek bir domatese ait olan nitelik algılarımın onun birebir aynısı olan halüsinasyon eşiyle görüntüsel olarak ayrılamasa da domatesle ilgili bilgi edinme imkanının, halüsinasyon olan kopyasında olmamasının üstüne savunucular tarafından dikkat çekilmiştir. Ayırıcılığın diğer türleri birebir aynı halüsinasyonun mümkün olup olmadığı ve bilgi imkanı üzerine durmakta. Peki ayırıcılığın halüsinasyon ile gerçek deneyimi ayırmaya çalışan türlerinin başarılı olduğunu söyleyebiliyor muyuz? Görüşü savunan pek çoklarınca, deneyim ile halüsinasyonun hem yapı olarak hem de algılayış olarak ayrılamaması mümkün. Bunun ana motivasyonlarından biri ise dış dünyaya ait aldığımız bilgilerin algılanan nesnenin doğasını aracılar üzerinden algılanıyor olması, bu aracılar da bizim kendi algı mekanizmamız, ortam şartları gibi etmenler oluyor. Daha da fazlası halüsinasyon deneyiminde daha önce bildiğimiz şeylerin sahte deneyime aktarılabileceğini de hesaba katabiliriz. Bu nedenle, yapısal olarak farklı olabileceğini iddia etmek görüş adına dezavantajlı olabilir yorumunda bulunabiliriz. Halüsinasyonun gerçeğine tam olarak uygun olmadığı ama bunun farkedilmesinin farklı bir süreç olmasından dolayı gerçek deneyimin, halüsinasyon ile birebir aynı olamayacağı ihtimali ‘bilgiye ulaşabilme’ argümanından daha iddialı duruyor. Bu iddiaya karşıt olarak basit deneyim durumlarının varlığını örnek gösterebiliriz. Sade bir tabloya baktığımız bir durumda algı durumu içerisindeki niteliklerin bilişsel yetilerimiz tarafınca yeterince çözümlendiğini kolaylıkla söyleyebiliriz diye düşünüyorum. Bu durumda görüntü olarak da birebir halüsinasyon ihtimali varlığını korumuş oluyor.

Halüsinatif bir görüntü.

Bu durumda halüsinasyon ve gerçek algının ayırt edilemeyeceği görüş üzerine odaklanmalıyız. Ama düşünüldüğü zaman, böyle birşey teorinin öneminin azalmasına sebebiyet vermiyor mu ? M.Martin’e göre negatif ayırıcılık, bir durumda olasılık olarak iki ayrı olayın yaşanılabileceği para atma durumu gibi, ayırıcılık için de iki ayrı seçeneğin olabileceği görüşünde (24).

Halüsinasyon vakasında ayırıcılığın çok umut vaat etmeyebileceğini sonucuna varılabilir. Peki ilüzyon için ne diyebiliriz? Halüsinasyondan ayrı olarak, ilüzyonda tanım gereği gerçek deneyimin saptırılmış görünüşünü algılıyoruz. Naif gerçekçilikte, bütün nitelik algısı özelliklerinin ilişkisel bağlamdan geldiğini belirttiğimize göre, farklı durumlarda görüntüsünün ne olduğunu bildiğimiz bir nesnenin farklı bir algı kalıbıyla bize sunulması teorinin tanımsal sınırları içerisinde bir sıkıntı çıkarmıyor.

 

KAYNAKÇA

(1), (2) Bayne, Tim, 2010, The Unity of Consciousness, Oxford: Oxford University Press

(3) Hurley, Susan, 1998, Consciousness in Action, Cambridge, MA: Harvard University Press.

(4) Putnam, Hilary, 1988, Representation and Reality, Cambridge, Mass.: MIT Press.

     Kripke, S. 1972 [1980], Naming and Necessity, Oxford: Blackwell.

(5) (16)  Chalmers, David, 1996, The Conscious Mind: in search of a fundemental theory, Oxford University Press

(6) Horgan, T. 1984 “Jackson on Physical Informationa and Qualia,” Philosophical Quarterly,

(7) Price, H.H, 1982, Perception, Greenwood Press Reprint,

(8) Robinson, Howard, 1994. Perception, London: Routledge

(9) (13) Jackson, Frank, 1977. Perception: A Representative Theory, Cambridge: Cambridge University Press.

(10) O’Shaughnessy, Brian, 2003. “Sense Data,” Cambridge: Cambridge University Press.

(11) (12) Roderick, Chisholm, 1979, Person and Object: A Metapyhsical Theory, Open Court P. Company

(12) Harman, Gilbert, 1990, “The Intrinsic Quality of Experience”, MIT Press 1997.

(14) uriahkriegel.com/downloads/dragon-wise.pdf

(15) academia.edu/185349/Naive_Realism_Adverbialism_and_Perceptual_Error , Gram, Moltke, Direct Realism: A Study Of Perception, Springer Netherlands, 1983.

(17) Putnam, Hilary, 1975, “The Meaning of ‘Meaning’”

(18) Putnam, Hilary, 2004, “Mental Paint”, MIT Press.

(19) (26) Tye, Michael, 2000, Consciousness, Color, and Content, MIT Press.

(20) Harman, Gilbert, 1999, Reasoning Meaning and Mind, Clarendon Press.

(21) Siegel, Susanna, 2010, The Contents of Visual Experience New York: Oxford University Press.

(22) Block, Ned, “Inverted Earth”, The Nature of Consciousness, Cambridge, MIT Press.

(23) Mcdowell, John, 1998, Mind and World, Harvard University Press.

       Snowdon, P. (1981) “Perception, Vision and Causation” Proceedings of the      Aristotelian Society

(24) gla.ac.uk/media/media_83953_en.pdf

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

Liberalizm (Stanford Felsefe Ansiklopedisi)

Önceki Makale

Ahlak Öğretilebilir Mi? – Peter Singer