Kaynak metin: ‘God and Goodness’ (Burada çevirisi yapılmış olan bu makale, Steven M. Cahn’ın editörlüğünü yaptığı “Exploring Philosophy of Religion” adlı derlemeden alınmıştır; çeviride italikle verilmiş olan paragraflar da yazara değil, editöre aittir.)
Yazan: James Rachels
Çeviren: Damla Belemir Aydın
Tanrı ve İyilik
Teizm, Tanrı’nın var olduğu inancıdır. Ateizm, Tanrı’nın var olmadığı inancıdır. Agnostisizm, Tanrı’nın var olup olmadığına karar vermek için yeterli kanıtın bulunmadığı inancıdır. Ama Tanrı kavramı ile ne kastedilmektedir?
Pek çok teistin paylaştığı bir görüş olan, Tanrı kelimesinin mutlak iyi, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen, dünyanın ebedi yaratıcısına atıfta bulunduğu görüşünü benimseyelim. Tanrı’nın var olup olmadığını düşünmeye başlamadan önce, ilahi niteliklerin kendilerinin nasıl felsefi karışıklıklara yol açtığını incelemeliyiz.
Bu noktada Tanrı’nın iyiliğini düşünelim. Tanrı bir doğruluk standardına göre hareket ettiği için mi yoksa o doğruluk standardını yarattığı için mi mutlak iyidir? Başka bir deyişle, Tanrı doğruluk standardını mı seçer yoksa bu standarda tabi midir? Alabama Üniversitesi felsefe profesörlerinden James Rachels’ın (1941-2003) yazdığı ilk seçkimizde göreceğiniz gibi, her iki yanıt da zorlukları beraberinde getiriyor.
Hem Yahudi hem de Hıristiyan geleneklerinde Tanrı, bizi ve içinde yaşadığımız dünyayı bir amaç için yaratan bir kanun koyucu olarak sunulur. Bu amaç tam olarak anlaşılmamış, ancak peygamberler, Kutsal Kitaplar ve kilise aracılığıyla çok şey açıklanmıştır. Bu kaynaklar, doğru yaşamda bize rehberlik etmek için, Tanrı’nın uymamız gereken kuralları ilan ettiğini gösterir. Tanrı, bizi onlara itaat etmeye zorlamaz. Bizler özgür failler olarak yaratıldığımız için onun emirlerini kabul etmeyi veya reddetmeyi seçebiliriz. Ama eğer yaşamamız gerektiği gibi yaşamak istiyorsak, Tanrı’nın kurallarına uymalıyız. Bunun, ahlakın özü olduğu söylenir.
Bu düşünce çizgisi, bazı teologlar tarafından İlahi Buyruk Teorisi olarak bilinen doğru ve yanlışın doğası hakkında bir teoriye dönüştürülmüştür. Özünde bu teori, “ahlaki açıdan doğru”nun “Tanrı tarafından emredilmiş olan” ve “ahlaki açıdan yanlış”ın “Tanrı tarafından yasaklanmış olan” anlamına geldiğini söyler.
Teorik bir bakış açısından bakıldığında, bu kavramın bir dizi hoş özelliği vardır. Etiğin öznelliği/nesnelliğiyle ilgili eski bir sorunu da hemen çözer. Bu teoriye göre, etik, sadece kişisel duygular veya sosyal gelenekler meselesi değildir. Bir şeyin doğru ya da yanlış olması tamamen nesnel bir meseledir: Tanrı bir şeyi emrettiyse o şey doğrudur, Tanrı bir şeyi yasakladıysa o şey yanlıştır. Dahası, İlahi Buyruk Teorisi, kişilerin neden ahlakla uğraşması gerektiğine dair mütemadi soruya bir cevap önermektedir. Kişiler neden sadece kendi çıkarlarını gözetmemelidir? Eğer ahlaksızlık Tanrı’nın emirlerinin ihlali ise, o zaman buna basit bir cevap vardır: hesap günü bunlardan sorumlu tutulacaksınız.
Bununla birlikte, teoriyle ilgili ciddi sorunlar vardır. Tabii ki, ateistler bu teoriyi kabul etmez, çünkü Tanrı’nın var olduğuna inanmazlar. Ancak ortaya çıkan sorunlar sadece ateistler için sorun teşkil etmez. İnananlar için bile bazı sorunlar mevcuttur. Asıl sorun, ilk olarak, İsa’nın doğumundan 400 yıl önce yaşayan Yunan filozof Platon tarafından fark edilmiştir.
Platon’un yazıları, genellikle Sokrates ile, bir veya daha fazla muhatap arasındaki diyaloglar şeklindedir. Bu diyaloglardan birinde, Euthyphro’da, “doğru olan”ın “Tanrıların emrettiği şey” olarak tanımlanıp tanımlanamayacağına dair bir tartışma vardır. Sokrates şüpheyle yaklaşır ve şöyle sorar: Emredilen, Tanrılar onu emrettiği için mi doğrudur yoksa Tanrılar onu doğru olduğu için mi emrederler? Bu, felsefe tarihinin en meşhur sorularındandır. Modern İngiliz bir filozof olan Anthony Flew, “Bir kişinin felsefeye olan yatkınlığının iyi bir sınaması, onun felsefenin gücünü ve önemini kavrayıp kavrayamayacağını keşfetmektedir” diyor.
Mesele şudur: Eğer doğru ve yanlışın teolojik tasavvurunu kabul edersek, bir ikileme düşmüş oluruz. Sokrates’in sorusu, ne demek istediğimizi açıklığa kavuşturmamızı ister. Kastettiğimiz iki şey vardır ve her iki seçenek de sorunlara yol açar.
- İlk olarak, Tanrı öyle emrettiği için emrettiğinin doğru olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin, Mısır’dan Çıkış 20: 16’ya (1) göre, Tanrı bize dürüst olmayı emrediyor. Bu seçenekte, dürüst olmamızın nedeni basitçe Tanrı’nın bunu talep etmesidir. İlahi buyruğu bir kenara bırakırsak, doğruyu söylemek ne iyi ne de kötüdür. Doğruluğu haklı kılan Tanrı’nın emridir.
Ancak bu, Tanrı’nın emirlerini rastgele seçilmiş olarak temsil ettiği için sorunlara yol açar. Bu da Tanrı’nın kolayca farklı emirler verebileceği anlamına gelir. Tanrı bize yalancı olmayı emredebilirdi ve o zaman yalan söylemek doğru olurdu, dürüstlük değil. (“Ama Tanrı bize yalancı olmayı asla emretmez!” diye cevap vermek isteyebilirsiniz. Ama neden emretmesin? Eğer Tanrı yalan söylemeyi onaylasaydı, bize yanlış yapmayı emretmiş olmazdı, çünkü emri yalanı doğru kılardı.) Bu görüşe göre, dürüstlüğün Tanrı tarafından emredilmeden önce doğru olmadığını unutmayın. Bu nedenle, Tanrı’nın, emrettiğinin zıddını emretmemek için hiçbir nedeni olmazdı ve bu yüzden, ahlaki açıdan bakıldığında, onun emirleri tamamen rastgele seçilmiştir.
Dahası, bu görüşe göre, Tanrı’nın iyiliği doktrini bir saçmalığa indirgenir. İnananlar için Tanrı’nın yalnızca her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen değil, aynı zamanda iyi olması da önemlidir; yine de iyi ve kötünün Tanrı’nın iradesine referansla tanımlandığı fikrini kabul edersek, bu kavram tüm anlamlardan mahrum kalır. Tanrı’nın emirlerinin iyi olduğunu söylemek ne anlama gelebilir? Eğer “X iyidir” basitçe “X Tanrı tarafından emredilmiştir” anlamına geliyorsa, o zaman “Tanrı’nın emirleri iyidir”, sadece “Tanrı’nın emirlerinin Tanrı tarafından emredildiği” anlamına gelir -bu da boş bir gerçektir.
Öyleyse, şeylerin herhangi bir iyilik kuralına göre iyi olmadığını ve Tanrı’nın iradesiyle öyle olduğunu söylemek, bana öyle geliyor ki, kişi farkına varmadan, tüm Tanrı sevgisini ve ihtişamını yok eder. Zira, Tanrı’nın yaptıkları tam tersini yapmakla eşit derecede övgüye değerse, yaptıkları için neden onu övelim?
Dolayısıyla, Sokrates’in iki seçeneğinden ilkini seçersek, en dindar insanların bile kabul edilemez bulacağı sonuçlarla sıkışıp kalırız.
- Bu sıkıntılı sonuçlardan kaçınmanın bir yolu vardır ve bunun için Sokrates’in iki seçeneğinden ikincisine bakabiliriz. Tanrı onu emrettiği için emrettiği şeyin doğru olduğunu söylememize gerek yoktur. Bunun yerine, Tanrı’nın emrettiklerini, doğru olduğu için emrettiğini söyleyebiliriz. Mutlak bilgiye sahip olan Tanrı, doğruluğun hilekârlıktan çok daha iyi olduğunu anlar ve bu nedenle bize dürüst olmayı emreder; öldürmenin yanlış olduğunu görür ve bu yüzden bize öldürmemeyi emreder ve tüm emirlerini bunlara göre belirler.
Bu seçeneği ele alırsak, ilk alternatifin sorunlu ve hoş olmayan sonuçlarından kaçınırız. Buradan Tanrı’nın emirlerinin hiç de rastgele seçimler olmadığı ortaya çıkar; onlar, Tanrı’nın neyin en iyisi olduğunu bilen bilgeliğinin bir sonucudur. Böylelikle, Tanrı’nın iyiliği doktrini korunmuş olur: Tanrı’nın emirlerinin iyi olduğunu söylemek, mükemmel bilgeliğiyle en iyisi olarak gördüğü şeyi emrettiği anlamına gelir. Ancak bu seçenek, doğru ve yanlışın teolojik tasavvuru için eşit derecede problemli olan farklı bir soruna yol açar: aslında, bu seçeneği ele alırken, doğru ve yanlışın teolojik tasavvurunu fiilen terk etmiş oluruz.
Dürüstlük doğru olduğu için Tanrı’nın bize dürüst olmayı emrettiğini söylersek, o zaman Tanrı’nın iradesinden bağımsız bir doğru ve yanlış standardı olduğunu kabul etmiş oluruz. Tanrı’nın dürüstlüğü doğru gördüğünü ya da kabul ettiğini söylüyoruz: bu, onun dürüstlüğü doğru yapmasından çok farklıdır. Doğruluk, Tanrı’nın buyruğundan öncedir ve Tanrı’nın buyruğundan bağımsızdır ve buyruğun sebebidir. Bu nedenle, neden dürüst olmamız gerektiğini bilmek istiyorsak, “Tanrı bunu buyurduğu için” cevabı bizi çok da uzağa götürmeyecektir. Yine de “Ama Tanrı neden bunu buyuruyor?” diye sorabiliriz ve bu sorunun cevabı, doğruluğun neden iyi bir şey olduğunun altında yatan nedenleri karşılayacaktır.
Bütün bunlar aşağıdaki argümanda özetlenebilir:
- Tanrı’nın bize doğru olanı yapmamızı emrettiğini varsayalım. O zaman ya (a) doğru eylemler Tanrı öyle emrettiği için doğrudur ya da (b) doğru oldukları için Tanrı onları emreder.
- Eğer (a) seçeneğini seçersek, ahlaki açıdan Tanrı’nın emirleri rastgele seçilmiştir; dahası, Tanrı’nın iyiliği doktrini anlamsız kılınmıştır.
- Eğer (b) seçeneğini seçersek, Tanrı’nın iradesinden bağımsız bir doğru ve yanlış standardı olduğunu kabul etmiş oluruz.
- Bu nedenle, ya Tanrı’nın emirlerini rastgele seçilmiş olarak görmeli ve Tanrı’nın iyiliği doktrininden vazgeçmeliyiz ya da Tanrı’nın iradesinden bağımsız bir doğru ve yanlış standardı olduğunu kabul etmeli ve doğru ve yanlışın teolojik tasavvurundan vazgeçmeliyiz.
- Dini açıdan bakıldığında, Tanrı’nın emirlerini rastgele seçilmiş olarak görmek veya Tanrı’nın iyiliği doktrininden vazgeçmek istenmez.
- Bu nedenle, dini bir bakış açısına göre bile, Tanrı’nın iradesinden bağımsız bir doğru ve yanlış standardı kabul edilmelidir.
Pek çok dindar insan, doğru ve yanlışın teolojik tasavvurunu kabul etmek gerektiğine inanır çünkü bunu yapmamak dine saygısızlık olur. Bir şekilde, Tanrı’ya inanıyorlarsa, doğru ve yanlışın nihayetinde Tanrı’nın iradesine göre tanımlanması gerektiğini düşünmek zorunda hissederler. Ancak bu argüman aksini gösteriyor: tam tersine, doğru ve yanlışın, İlahi Buyruk Teorisinin kendisini dindar bir kişinin kabul etmesinin, bizzat dine saygısız sonuçlara yol açtığını öne sürüyor. Hatta, St. Thomas Aquinas gibi iyi teologlardan bazıları teoriyi sadece bu nedenle reddetmişti.
Çevirmen Notları:
(1) Mısırdan Çıkış (Exodus), Tevrat’ın ve Hristiyan İncil’inin ikinci kitabı.