/

Soruşturma Görevi – W.K. Clifford

2994 görüntülenme
30 dk okuma süresi
Damla Belemir Aydın

Damla Belemir Aydın

Bilkent Felsefe’de eğitimine devam etmekte. Genellikle din felsefesiyle ilgilenir. Fransız edebiyatını ve sinemasını seviyor. Sanat tarihi, mitoloji ve fotoğrafçılık hobileri.

Kaynak metin: Burada çevirisi yapılmış olan makale, Clifford’un kaleme aldığı “The Ethics of Belief” adlı kitapta bulunmakta olan “Soruşturma Görevi (Duty of Inquiry)” başlıklı kısımdır. Bu makale, Stephen Hetherington’ın editörlüğünü yaptığı “Metaphysics and Epistemology: A Guided Anthology” adlı derlemenin 251-256. sayfalarından alınmıştır; çeviride italikle verilmiş olan paragraflar da yazara (Clifford) değil, editöre (Hetherington) aittir.

Yazan: W.K. Clifford

Çeviren: Damla Belemir Aydın

W. K. Clifford, “İnanç Ahlakı”

Bir İnanç Ne Zaman Kanıtla Desteklenmelidir?

Bir inancın ancak doğru olduğunda ve desteklendiğinde bilgi olduğu fikri, desteğin hangi biçimde olması gerektiğine dair birkaç öneriye yol açmıştır. Buradaki en popüler felsefi imge, iyi kanıt içeren bilgidir. Gerçek bir inancın bile bilgi olabilmesi için iyi kanıtlarla desteklenmesi gerekir. Bunun nedeni, iyi kanıtların inancın doğru olduğunu kesin olarak desteklemesidir. Bir inanç, kişinin zihninde dolanan boş bir düşünce değildir, bundan daha güçlüdür. Bir inanç, birçok yönden dünyanın gerçekte nasıl olduğuna dair bir tür taahhüttür. Bir ata bindiğinizi hayal etmek ile bir ata bindiğinize inanmak çok başka şeylerdir. Aradaki farkın bir kısmı, bir inancın gerçek olduğuna dair iyi bir kanıta sahip olmadıkça var olmaması gerektiğinden kaynaklanır. Ancak o zaman taahhüt (yani inanmanın doğasında var olan taahhüt) hak edilir.

Cambridge Üniversitesi’nde matematikçi ve filozof W. K. Clifford (1845-79)’ın bu metinde söylediği şey budur. Clifford, bir inancın, onu destekleyen iyi kanıtlardan yoksun olduğu sürece benimsenmemesi gerektiğini savunuyordu. Clifford, direkt olarak bilmek hakkında yazmıyordu. Fakat eğer inanmak bilginin bir parçasıysa, o zaman onun argümanları eğer başarılı olursa, dolaylı olarak bize bir bilgi örneğine sahip olmanın ne olduğunun bir yönünü anlatırlar. 

Clifford’un savunduğu şey “gerekli” etiktir. Onun dramatik görüşü, bir kişinin iyi kanıtı olmayan bir inanca sahip olmasının sadece kötü niyetli veya yararsız değil, aynı zamanda ahlaken yanlış olduğu yönündedir. Clifford, kati iddiası için birkaç olası neden sunar. Herhangi bir inancın potansiyel eylemlerle ne kadar bağlantılı olabileceğini düşünün. Bir inancın başka bir inanca nasıl yol açtığını- daha geniş inanma alışkanlıklarının nasıl oluştuğunu düşünün. Bir kişinin inançlarının diğer insanların inançlarıyla -akranlarının, arkadaşlarının ve çocukların sahip olduğu inançlarla birbirine nasıl bağlanacağını düşünün. İnanmanın diğer düşünme biçimleriyle nasıl birleştiğini düşünün. Bu nedenle, genel olarak, tek bir durumda bile inanma konusundaki özensizlik, hem kişinin hem de başkalarının inançları ve ilişkili eylemleri boyunca çok öteye yayılabilir.  Eğer Clifford haklıysa, tehlike içeride ve dışarıda gizlidir. Öyleyse gerçek bir inancın bilgi olması ile bilgi olmaması arasındaki fark, kişinin inancın doğru olduğunu desteklemek için iyi kanıtlar istemesi, araması ve elde etmesi meselesi midir?

Soruşturma Görevi

Bir gemi sahibi, bir göçmen gemisini denize açılmak için göndermek üzereydi. Geminin yaşlı olduğunu ve ilk başta çok iyi inşa edilmemiş olduğunu biliyordu; gemi birçok deniz ve iklimi görmüş ve sık sık onarıma ihtiyaç duymuştu. Muhtemelen gemi sahibine, geminin denize açılmaya elverişli olmadığına dair şüpheler öne sürülmüştü. Bu şüpheler gemi sahibinin içine dert oldu ve onu mutsuz etti; büyük bir masrafa girecek olmasına rağmen, belki de gemiyi baştan aşağı elden geçirmesi ve yeniden birleştirmesi gerektiğini düşündü. Ancak gemi yola çıkmadan önce bu melankolik fikirlerin üstesinden gelmeyi başardı. Kendisine, geminin çok fazla yolculuğu güvenli bir şekilde atlattığını ve o kadar çok fırtınadan kurtulduğunu söyledi ki, bu yolculuktan da güvenli bir şekilde eve gelmeyeceğini varsaymak kendisine gereksiz geldi ve anavatanlarını başka yerlerde daha iyi şartlar aramak için terk eden tüm bu mutsuz aileleri korumada neredeyse hiç başarısız olmayacak İlahi Takdir’e güvendi. Gemici, inşaatçıların ve müteahhitlerin dürüstlüğü hakkında tüm cüretkâr şüpheleri aklından çıkardı. Böylesi yollarla, gemisinin tamamen güvenli ve denize elverişli olduğuna dair samimi ve rahat bir inanca sahip oldu; onun ayrılışını içine sinerek izledi ve sürgünlerin, olması gereken garip yeni evlerinde başarıları için hayırsever dileklerde bulundu ve gemi okyanus ortasına indiğinde sigorta parasını aldı.

Gemi sahibi hakkında ne diyeceğiz? Şüphesiz o, bu adamların ölümünden gerçekten sorumluydu. Gemisinin sağlamlığına içtenlikle inandığı kabul edilmektedir; fakat inancının samimiyeti ona hiçbir şekilde yardımcı olamaz, çünkü kendisinden önceki seferlerdeki kanıtlara inanmaya hakkı yoktu. İnancını, azimli soruşturmasında dürüstçe değil, şüphelerini boğarak kazanmıştı. En sonunda başka türlü düşünemeyecek kadar emin hissetmiş olsa da, yine de bilerek ve isteyerek bu düşünce yapısına ulaştığı için, bundan sorumlu tutulmalıdır.

Durumu biraz değiştirelim ve her şeye rağmen geminin sağlam olduğunu; geminin ve içindekilerin yolculuğu güvenli bir şekilde atlattığını varsayalım. Bu, gemi sahibinin suçluluğunu azaltır mı? Bir zerre bile azaltmaz. Bir eylem bir kez yapıldığında, sonsuza kadar doğru ya da yanlıştır; iyi ya da kötü sonuçlarının tesadüfen başarısız olması bunu değiştiremez. Adam masum olmazdı, sadece bu durum ortaya çıkarılamazdı. Doğru ya da yanlış sorusu, inancının kökeniyle ilgilidir, meselesiyle değil; ne olduğu değil, nasıl elde edildiğiyle ilgilidir; bunun doğru mu yanlış mı çıktığıyla değil, kendisinden önceki kanıtlara inanma hakkı olup olmadığıyla ilgilidir.  

Bir zamanlar, bazı sakinlerinin orada ne orijinal günah doktrinini ne de ebedi ceza doktrinini öğreten bir din olduğunu iddia ettiği bir ada vardı. Ülke dışında bulunan içine, bu dinin profesörlerinin öğretilerini çocuklara öğretmek için haksız yollardan yararlandıkları şüphesi düştü. Bu profesörler, çocukları doğal ve yasal vasilerinin elinden alacak şekilde ülkelerinin kanunlarını zorlamakla, hatta onları çalmakla ve arkadaşlarından ve akrabalarından gizlemekle suçlandılar. Belli sayıda kişi, bu konuda halkı kışkırtmak amacıyla bir topluluk oluşturdu. En yüksek mevkiye ve karaktere sahip vatandaşlara karşı ağır suçlamalar yayınladılar ve mesleklerini icra ederken bu vatandaşları yaralamak için ellerinden geleni yaptılar. Çıkardıkları gürültü o kadar büyüktü ki gerçekleri araştırmak için bir komisyon atandı; ancak komisyon, elde edilebilecek tüm delilleri dikkatle araştırdıktan sonra, sanıkların masum olduğunu ortaya çıkardı. Sanıklar sadece yetersiz delille suçlanmakla kalmamışlardı, aynı zamanda masumiyetlerine dair kanıtlar, eğer adil bir soruşturma girişiminde bulunsalardı, topluluktakilerin kolayca elde edebilecekleri gibiydi.  Bu ifşalardan sonra, o ülkenin sakinleri, bu suçlayan topluluğun üyelerine, sadece yargısına güvenilmeyen kişiler olarak değil, aynı zamanda artık onurlu sayılmayacak kişiler olarak baktılar. Çünkü yaptıkları suçlamalara içten ve vicdani bir şekilde inanmış olsalar da, kendilerinden önce sunulmuş kanıtlara inanmaya hakları yoktu. Samimi inançları, dürüstçe ve sabırlı bir sorgulamayla kazanılmak yerine, önyargı ve tutkunun sesini dinleyerek çalınmıştı.

Bu davayı da değiştirelim ve daha önce olduğu gibi kalan diğer şeyleri değiştirmezken, daha doğru bir soruşturmanın sanıkların gerçekten suçlu olduğunu kanıtladığını varsayalım. Bu, suçlayanların suçluluğunda herhangi bir fark yaratır mı? Açıkça bir fark yaratmaz; çünkü soru, inançlarının doğru mu yanlış mı olduğu değil, yanlış gerekçelerle değerlendirip değerlendirmedikleridir. Hiç şüphesiz, “Şimdi görüyorsunuz ki biz haklıydık, bir dahaki sefere bize inanırsınız,” diyeceklerdi ve onlara inananlar çıkabilirdi, ancak bu şekilde onurlu insanlar olamazlardı. Masum olmazlardı, sadece bu durum ortaya çıkmazdı. Her biri, foro conscientiæ [ed.”vicdan mahkemesinde”], kendisinden önceki kanıtlara inanma hakkına sahip olmadığı hâlde bir inanç kazandığını ve o inancı beslediğini ve orada yanlış bir şey yaptığını bilecekti. 

Bununla birlikte, söz konusu her iki durumda da yanlış olduğu düşünülenin inanç değil, onu izleyen eylem olduğu söylenebilir. Gemi sahibi, “Gemimin sağlam olduğundan kesinlikle eminim, ancak yine de bu kadar çok insanın hayatı ona bağlı olduğundan onu kontrol ettirmenin görevim olduğunu hissediyorum” diyebilirdi. Ayrıca suçlayan topluluğa şöyle denebilirdi: “Davanızın adaletine ve inançlarınızın doğruluğuna ne kadar ikna olursanız olun, her iki tarafın kanıtlarını en üst düzeyde sabır ve özenle inceleyene kadar herhangi birinin karakterine halka açık bir saldırı yapmamalısınız.” 

İlk olarak şimdiye kadar, davanın bu görüşünün doğru ve gerekli olduğunu kabul edelim. Doğrudur, çünkü bir insanın inancı aksini düşünemeyecek kadar sabit olsa bile, önerdiği eylemle ilgili hala bir seçeneği vardır ve bu nedenle inançlarının gücü temelinde soruşturma görevinden kaçamaz. Gereklidir, çünkü duygu ve düşüncelerini henüz kontrol edemeyenler, aleni eylemlerle ilgili basit bir kurala sahip olmalıdır. 

Ama […] birini hüküm vermeden diğerine hüküm vermek için önerdiği eylemden inancı ayırmak mümkün değildir. Bir sorunun taraflarından birinde güçlü bir inanca sahip olan, ya da taraflardan birinde bir inanca sahip olmayı arzulayan hiç kimse, sanki gerçekten şüphe içindeymiş ve hiç şüphe duymazmış gibi, onu öylesine adalet ve bütünlük içinde inceleyemez; öyle ki, adil bir araştırmaya dayanmayan bir inancın varlığı, bu kişiyi bu gerekli görevi yerine getirmeye uygun olmayan bir hâle getirir. 

Bu gerçekten de, ona sahip kişinin eylemleri üzerinde herhangi bir etkisi olmayan bir inanç değildir. Onu eyleme yönlendiren şeye, onu yaptıktan sonra şehvet duyacağına gerçekten inanan kişi, o eylemi çoktan kalbinde işlemiştir. Mevcut fiillerde bir inanç hemen gerçekleşmezse, gelecekte yol göstermesi için saklanır. Hayatımızın her anında duyu ve eylem arasındaki bağlantıyı kuran ve hiçbir parçası diğerlerinden izole edilemeyecek kadar organize ve sıkıştırılmış olan inançlar kümesinin bir parçasını oluşturmaya gider, ancak her eklenti, bütünün yapısını değiştirir. Ne kadar anlamsız ve bölük pörçük görünse de hiçbir gerçek inanç, hiçbir zaman gerçekten önemsiz değildir; bizi benzerlerinden daha fazlasını almaya hazırlar, daha önce ona benzeyenleri doğrular ve benzemeyenleri zayıflatır ve böylece yavaş yavaş en içteki düşüncelerimizde gizli bir iz bırakır, bu bir gün açık bir eyleme dönüşebilir ve karakterimize sonsuza kadar damgasını vurabilir.

 Ayrıca, hiç kimsenin inancı, her halükârda yalnızca kendisini ilgilendiren özel bir mesele değildir. Hayatlarımız, toplum tarafından sosyal amaçlar için yaratılan şeylerin gidişatının genel konsepti tarafından yönlendirilir. Sözlerimiz, ifadelerimiz, formlarımız, süreçlerimiz ve düşünce tarzlarımız çağdan çağa kadar şekillendirilmiş ve mükemmelleştirilmiş ortak mülkiyettir; sonraki her neslin değerli bir mevduat olarak miras aldığı bir yadigâr ve bir sonraki nesle değişmeden değil, genişlemiş ve saflaştırılmış şekilde, uygun el işçiliğinin bazı açık işaretleriyle birlikte verilecek kutsal bir emanettir. İyi ya da kötü, türlerinin sözlerini alan her insanın her bir inancı bunun içine işlenmiştir. Bu, gelecek nesillerin yaşayacağı dünyayı yaratmaya yardım etmemiz gereken korkunç bir ayrıcalık ve korkunç bir sorumluluktur. 

İncelenen iki varsayımsal davada, yetersiz kanıtlara inanmak ya da şüpheleri bastırarak ve soruşturmadan kaçınarak inancı beslemek yanlış kabul edilmiştir. Bu yargılamanın sebebi çok uzakta değildir: Her iki durumda da bir kişinin sahip olduğu inancın diğerleri için büyük önemi vardır. Ancak, bir kişinin sahip olduğu hiçbir inanç, görünüşte önemsiz ve inananı ne kadar belirsiz olursa olsun, aslında önemli ya da insanlığın kaderini etkilediği için, yargılarımızı her türlü inanç durumlarına yaymaktan başka seçeneğimiz yoktur. İnanç, irademizin kararlarını veren ve varlığımızın tüm sıkıştırılmış enerjilerini uyumlu bir şekilde çalışmaya bağlayan kutsal fakülte, kendimiz için değil, insanlık içindir. […]

            Bu zorunlu görevi insanlığa borçlu olan sadece liderler, devlet adamları, filozoflar ya da şairler değildir. Köyün meyhanesinde yavaş, seyrek cümlelerini diğerlerine ileten her köylü, ırkını tıkayan ölümcül batıl inançları öldürmeye veya hayatta tutmaya yardımcı olabilir. Bir zanaatkarın çalışkan karısı, toplumu bir araya getirecek ya da parçalara ayıracak inançlarını çocuklarına aktarabilir. Hiçbir basit zihin, hiçbir belirsiz vaziyet, evrensel görevimiz olan inandığımız her şeyi sorgulamaktan kaçamaz. 

            […]

            Değmeyecek nedenlerle kendimize inanmaya izin verdiğimiz her seferinde, kendi kendimizi kontrol etme, şüphe duyma, adli ve adil bir şekilde kanıtları tartma güçlerimizi zayıflatırız. Hepimiz yanlış inançların ve onların yol açtığı ölümcül yanlış eylemlerin sürdürülmesinden ve desteklenmesinden ciddi şekilde acı çekiyoruz ve böyle bir inanç beslendiğinde doğan kötülüğün büyük ve geniş çağlı olduğunu biliyoruz. Ancak, her şeye inanan karakterimiz sürdürüldüğünde ve desteklendiğinde, değmeyecek nedenlerle inanma alışkanlığı geliştirilip kalıcı hâle getirildiğinde daha büyük ve daha geniş çaplı bir kötülük ortaya çıkar. Herhangi bir kişiden para çalarsam, yalnızca malın transferinin hiçbir zararı dokunmayabilir; o kişi kaybı fark etmeyebilir veya bu durum, o kişinin parayı kötü kullanmasını engelleyebilir. Ama insanlığa karşı beni sahtekâr yapan bu büyük yanlışı yapmaktan kendimi alamıyorum. Topluma zarar veren şey, malını kaybetmesi değil, oranın hırsızların inine dönüşmesidir; çünkü bu durumda orası toplum olmaktan çıkarılmalıdır. Bu yüzden iyiliğin gelmesi için kötülük yapmamalıyız; ne olursa olsun bu büyük kötülük geldi, biz kötülük yaptık ve bu yüzden kötü insanalar olduk. Aynı şekilde, yetersiz delil üzerine herhangi bir şeye inanırsam, salt inancımdan büyük bir zarar gelmeyebilir; her şeye rağmen bu inancım doğru olabilir veya bunu dış eylemlerimle sergileme fırsatım olmayabilir. Ama insanlığa karşı kendimi safça inandırarak yaptığım bu büyük yanlışı yapmaktan kendimi alamıyorum. Topluma yönelik tehlike yeterince büyük olmasına rağmen, yalnızca yanlış şeylere inanılması değildir; ama inanılanların inandırıcı hâle gelmesi ve bir şeyleri sınama ve araştırma alışkanlığının kaybedilmesidir; çünkü, işte o zaman merhametsizliğe geri dönülmüş olur. 

            Bir insana saflığın, her şeye inanmanın verdiği zarar, diğerlerinde saf bir karakterin teşvik edilmesi ve bunun sonucunda yanlış inançların desteklenmesiyle sınırlı değildir. İnandığım şey hakkında alışmış olarak göstermek istediğim özen, bana söylenenlerin gerçeği hakkında başkalarında alışkanlıkla özen göstermek istemelerine yol açar. İnsanlar, her biri kendi zihnindeki ve diğerinin zihnindeki gerçeğe saygı duyduğunda birbirlerine gerçeği söylerler; ama ben kendim bu konuda özen göstermezken, bir şeylere sırf onlara inanmak istediğim ve onları rahatlatıcı ve hoş bulduğum için inanırsam, diğerleri aklımdaki gerçeğe nasıl saygı duyabilir?

            […]

            Özetlemek gerekirse: her zaman, her yerde ve herhangi biri için yetersiz kanıt ile bir şeye inanmak yanlıştır. 

            Çocuklukta öğretildiği veya sonradan ikna edildiği bir inanca sahip olan bir adam, zihninde beliren herhangi bir şüpheyi bastırır ve uzaklaştırırsa, kasıtlı olarak kitap okumaktan ve kendisini sorgulayan veya kendisiyle tartışan insanların arkadaşlığından kaçınır ve onu rahatsız etmeden kolayca sorulamayacak soruları saygısız olarak görürse -bu insanın hayatı, insanlığa karşı işlenmiş bir günahtır. 

            […]

            Bir doktrinin kanıtına yönelik soruşturma, yalnızca bir kez yapılmamalı ve daha sonra nihayetinde kanıtlanmış olarak alınmamalıdır. Bir şüpheyi bastırmak hiçbir zaman meşru değildir; çünkü bu, ya zaten yapılmış olan soruşturma aracılığıyla dürüstçe yanıtlanabilir ya da soruşturmanın tamamlanmadığını kanıtlar. 

            “Ama,” diyebilir biri, “Ben meşgul bir adamım; benim, beni herhangi bir dereceye kadar belirli sorulara yetkin bir yargıç yapmanız, hatta argümanların doğasını anlayabilmem için gerekli olacak uzun çalışmalar için zamanım yok.” O zaman bu adamın inanacak zamanı da olmamalıdır.

2 Comments

  1. Bu metinde faith (inanç) ile conviction (kanaat/hüküm) arasında bir ayrım yapmak lazım.

    Verilen gemi örneğinde kişi bir inanışa sahip değil, geminin sağlamlığı ile ilgili bir varsayıma/kanaate/hükme sahip. Yazar metinde, varılan hükümlerin rasyonel analize ve doğrulamayadayanması, irrasyonel olmaması gerektiğini, aksi takdirde entelektüel bir sorumsuzluk olacağını söylüyor.

    Ayrıca oluşturulan kanaatlerin bir süre sonra algıda seçicilik yaratacağını ve kendini perçinleyeceğini (önyargı haline geleceğini) söylüyor.

    Katılmakla birlikte, hatırlamak gerekir ki bu analiz fizik dünyası ile ilgili konularda geçerli olacaktır ancak faith anlamındaki inanç, metafiziğin konusu olduğundan rasyonel analiz alanına girmemesi ve rasyonel analize tabi tutulursa ihtiyaç duyulan telkin/teskin edici özelliğini kaybedecek olması sebepleriyle, bu tip bir şüphecilik inananı travmaya sokacaktır. Dolayısıyla kişinin beyin tipine ve gelişim düzeyine göre bu tip şüphecilik herkes için mümkün ve uygun olmayabilir.

    Onun yerine kişilerin inançlarının diğer kişiler üzerinde tahakküm yaratmasına engel olunması gerekir. Yazar ise bunun tam anlamıyla mümkün olamayacağını zira toplumsal yaşamda kişilerinin kanaat ve inanışlarının onların çevrelerindeki insanları da kapsadığını ve bağnazlığa yol açabileceğini söylemekte.

    Doğrudur ancak insanları şüpheciliğe ya da inanmamaya zorlayamayacağımıza göre sorgulayıcı bir eğitim tarzı benimsemek ve meydana gelebilecek bağnaz/ayrımcı tavırları hukuk ile kısıtlamaya kalkmaktan başka yapılabilecek başka bir şey de yok gibi görünüyor.

    Bu mesele, kişinin beyin yapısı ve genetiği ile alakalıdır. Biz ne yaparsak yapalım sorgulamadan kanaat oluşturan kişiler de entelektüel şüpheciliğe sahip kişiler de olacaktır. Önemli olan, şüphecilik ve rasyonel analiz gerektiren (özellikle de toplumsal hayatı düzenleme ile ilgili) işlere ve görevlere, bu özelliklere sahip olmayan insanların getirilmemesinin sağlanmasıdır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

Matematiksel Fizikte Bilimsel Yöntem ve En İyi Açıklamaya Çıkarım – Keremcan Doğan

Önceki Makale

Vicdan (Stanford Felsefe Ansiklopedisi)