/

Zihin Felsefesi: Bilinç Nedir? Bilincin Kategorileri ve Temel Tartışmalar Nelerdir?

6675 görüntülenme
99 dk okuma süresi
Onur Göksel Yokuş

Onur Göksel Yokuş

Zihin felsefesi, etik ve siyaset felsefesi ağırlıklı bir çalışma alanına sahiptir.

Modern Felsefe, Bilinç Kavramına Nasıl Yaklaşır?

Zihin felsefesi denildiği zaman, pek çok kişi, Descartes’ın yıllar yılı dillendirilen ama derinine pek inilmeyen Düşünüyorum, o halde varım. sözünü anımsayabilir. Nitekim Descartes, modern felsefenin kurucusu olarak ve zihin felsefesiyle ilgili en önemli problemlerden birisi olan zihin-beden ayrımı sorununu ortaya atarak da, bu alanın ortaya çıkışında önemli ölçüde etkili olmuştur. 

Descartes’ın bu girişimi, alanla ilgili ilk gözle görülür çalışmayı başlatması anlamında önemliydi. Lakin bugün “zihin felsefesi” denildiği zaman, bu disiplin içerisinde çalışan kişilerin aklına Descartes ve düalizmden çok daha fazlası gelmektedir. Kavram olarak zihin dediğimiz zaman, onu teşkil eden unsurlar, zihin felsefesini ana hattan ilgilendiren bir tartışma olarak zihinsel dediğimiz şeyin kendisinin fiziksel olup olmadığı ve zihnin kendisini açıklamaya çalışan teoriler bu alanın çalışanları tarafından farklı şekillerde ele alınarak tartışılır. Bundan beş yüz sene öncesine kıyasla bugün, zihin kavramını ele almak ve irdelemek için çok sayıda düşünsel yapı geliştirildiği söylenebilir.

Bu makalemizde ele alacağımız konu başlıkları, bilincin kategorik olarak nasıl ele alınacağı, bilinç dediğimiz kavramı düşündüğümüz zaman bu kavramla birlikte geldiğini düşündüğümüz yan kavramlar (bu kavramların bilinç kavramına zorunlu olarak bağlı olup olmaması ayrı bir tartışma konusu olsa da), zihni açıklamaya çalışan teoriler ve alanın esas ilgisi olması açısından zihnin fiziksel veya fiziksel olmayan bir yapıda olduğunu göstermeye çalışan argümanlarla ilgilidir.

İlk olarak bilinç kavramını kullandığımız taktirde hangi ayrımları yapmamız gerektiğine bakalım.

 

Canlı Bilinci

En kaba hatlarıyla serimlenen (sergilenen, açıklanan) bir irdeleme, biyolojik olan veya olmayan bilişsel bir sistemin bilinçli olup olmayacağıyla ilgili olacaktır. Canlılık bilinci içerisinde duyarlılık, uyanıklık, kendilik bilinci, ‘bir şeye benzeme’ (veya “what-it-is-like”), spesifik bilinç durumlarına sahip olma ve geçişli bilinç olarak ele alacağımız kavramsal ayrımları incelemek yerinde olacaktır.

Duyarlılık denildiği zaman bir organizmanın dış veya iç bir uyarana karşı davranışsal veya içsel (inner) bir cevap üretmesi olduğunu söyleriz. Bu kategori canlılık bilincini diğer bilinçsiz bilişsel sistemlerden bariz bir şekilde ayıran bir kategori olarak gözükmemektedir. Daha sonra da görüleceği üzere tahayyül edilebilirlik argümanı bu görüşün anlaşılması açısından faydalı olacaksa da biyolojik natüralizmin bu kategoriyi canlılık bilinci içerisinde önemli bir yere oturttuğunu da söyleyebiliriz.

Uyanık olma veya uyanıklık spesifik olarak bilincinde olduğumuz şeylerin veya bilinçli olma türlerine ulaşabilmemiz için ilk basamaktır. Bilinçli ve bilinçsiz zihinsel ifadeler karşılaştırıldığı zaman bilinçli zihinsel ifadelerin içerisinde net bir şekilde farkındalığın olduğunu görebiliriz. Bu anlamıyla bilinçli ifadeler kendilerini doğrulayabilen ve bir anlamıyla refleksif ifadelerdir. Uyanık olma durumu da bilincin farkındalık/kendini doğrulama ile ilişkisini işaret eder diyebiliriz.

Giderek alt kategorilere inildiğinde canlılık bilincinin daha spesifik dallara ayrıldığını görmek zor değil. Üçüncü basamak olarak kendilik bilinci, az önce bahsedilen uyanık olma durumunun biraz daha özelleşmiş hali olarak karşımıza çıkmaktadır. Genel olarak bilinçli bir canlıyı düşündüğümüz zaman, bu bilinçli canlının sahip olduğu farkındalığın, kendisine de yönelik olmasını bekleriz. Kendisinin farkında olmayan daha doğrusu kendisinin bilincinde olmayan bilinçli bir varlığı veya canlıyı düşünmek oldukça zor olacaktır. Bu anlamıyla böyle bir canlıyı düşünsek bile bizim anladığımız şekilde bilinçli olması mümkün olmadığından kendilik bilincini, canlılık bilincinden ayrılamaz bir kategori sınıflandırabiliriz. Aynı zamanda kendilik bilincinin, bilişsel bir sistemin ‘genel durumu‘nu içermesinden kaynaklı olarak niteliksel bilinç (kırmızı algısı, acı hissi) gibi açıklayıcı bir zorluk barındırmadığı pek çok felsefeci tarafından da kabul edilmektedir.

“Bir şey gibi olmaklık” (“bir şeye benzeme” veya “What-it-is-like”) ayrımı, belirli bir bilinçli bilişsel varlığın bakış açısından dünyanın algılanması, o canlının kendine has bilinçli algılayışa sahip olmasına denk düşer. Bu kategori algısal çeşitliliğe işaret ettiği gibi aynı zamanda bilinç ifadelerinin çeşitliliğini de ifade eder, buradaki kullanım bu kategorinin hangi perspektiften tartışıldığına bağlı olarak inceleneceğini de beraberinde getirir. Esas kullanımı itibariyle Nagel (1974)(1) tarafından dile getirilen bu kategori çoğu şeyi açıkladığı varsayılan bilimin, öznelliği de açıklayabilme iddiasına karşı öne sürülmüştür. Bilim, nesnel bir gözle bakılabilen tüm durumları açıklamak için kullanılabilse dahi, bir bireyin bireysel olarak yaşadığı mutluluk hissini nesnel bir gözle açıklayamaz. Çünkü mutluluk, bireyin gözünden bakılan bir “zihinsel durum” olarak üçüncül bir kişinin bakış açısına kapalı konumdadır. 

Birincil/Üçüncül kişi bakış açısının indirgenemezliği tartışmalarında bu görüş değerlendirilse bile daha nötral (tarafsız) bir tanım olarak “belirli algılama türüne göre bilinçliliğe sahip olma durumunun şekillenmesi” tanımı da kullanılabilir. Mesela bir köstebeğin algıladığı dünya ile bizim dünyamız birbirlerinden çok farklıdır.

Bilinçlilik durumunun genel şartları serimlense bile, bu şartların ya da kalıpların içerikten ayrı olarak değerlendirilmesi çok mümkün değildir. Dolayısıyla bilinçli bir varlığı tanımlarken, sahip olduğu bilinçlilik özelliklerinin tanımlarıyla birlikte spesifik olarak bu bilinç durumlarını da dahil etmek, bilinçli olmayı (bizim anladığımız şekliyle) bilinçli olmak kılacaktır. 

Mesela elimizi kesen kağıdın bizde bıraktığı hoşnutsuz acı, sınavdan yüksek not almanın getirdiği mutluluk gibi spesifik bilinç durumları, bilinç kavramından ayrılamaz gibi gözükmektedir.

Geçişlilik bilinci veya geçişli bilinç de, sahip olduğumuz çeşitli bilinçli durumların birbirleri tarafınca tanınır olması olarak değerlendirilebilir. Bu bilince eşlik eden özellikler kısmında karşımıza çıkacak olan “bilincin birliği” kategorisiyle yakından ilişkili bir kategoridir.

İfadesel Bilinç

Bilincin içeriksel kısmıyla ilgili olan bu ayrım temel olarak bilincinde olduğumuz nesnelerin veya içsel algımıza dair bilincinde olduğumuz şeylerin, bilincinde olma koşullarını veriyor gibi görünüyor. Temel olarak farkında olunan ifade, niteliksel ifade, fenomenal ifade ve yetki bilinci bu alana dahildir.

İlk olarak bilincinde olduğumuz şeyin bilincinde olmamız gerekir. Bu döngüsel bir ifade gibi gözükse de az önce bahsedilen farkındalık şartının aynısıdır. Bilinçli bir zihinsel ifadenin bilincinde olabilmemiz ve aynı şekilde kendimizin bilinçli olduğu çıkarsamasını yapabilmemiz, bilinç denilen mekanizma veya yapının kendini doğruluyor olmasını gerektirir. Fiziksel bilinç teorileri bu doğrulamayı bilincin kendisine içkin görebilirken anti fiziksel veya düalist görüşler bu doğrulama işlemini bilincin kendisinden ayırıp beyne ilişkin bir özellik olarak ele almaktadır.

Bilince dair en önemli içerik, belki de içeriğin önemli bir kısmını ifade eden niteliksel durumlardır. Temel olarak fizikselden çok bağımsız gözüken acı durumumuz, hüzün ve melankoli gibi mod durumlarımız veya kırmızı bir çiçeğe dair renk algımız bu niteliksel ifadenin kendisine içkin zihinsel ifadelerimizdir. Bilincin fiziksel olduğunu söyleyebilmemiz önündeki en büyük güçlüklerden birisi niteliksel ifadelermiş gibi görünüyor

Fenomenal ifade ile niteliksel ifade çoğu zaman iç içe geçmiş şekilde kullanılabilirler. Fenomenal ifadenin farkı deneyimin yapısıyla ilgili uzamsallık, zamansallık gibi unsurları içinde barındırıyor olmasıdır.

Etrafına duyarlı, bilinçli bir organizmanın en nihayetinde üçüncül kişi bakış açısıyla ve birincil (içsel, başkası tarafından deneyimlenmeyen) kişi bakış açısıyla deneyimlediği verileri birbiriyle bağıntılı hale getirebilme, kullanabilme yetisine sahip olması gerekmektedir. Dışarıdan aldığı uyaranlar doğrultusunda hareket etmeyen bir kaplanı düşünmek ilk başta bizim için en kolay örnek olacaktır. Ancak yetki bilinci, tanımda da geçtiği haliyle sadece bilincinde olunan uyaranlara tepki verilmesini içermez, aynı zamanda bilinçli ayrı ayrı ifadelerin birbirine bağlı olmasına (örnek olarak saatin 15:00 olduğunun bilincinde olunmasının kişi için önemli olan sınav vaktinin geldiğinin bilinçli bir şekilde hatırlanmasına) tekabül eder ve netice itibariyle buna göre davranılmasını beraberinde getirir.

Canlı bilinci ve bu kategorilerin bir altındaki spesifik durumları kategorilerine ayırdığımız ifade bilinci, bilinç içerisindeki tartışmaları vermekten öte bilincin dış hatlarını yansıtmaktadırlar. İncelenecek bir olgu olarak ortaya konduğu zaman bir anlamda bilinci betimlemeye çalışırız ve bilince eşlik eden, onlar olmaksızın düşünemeyeceğimiz bilince ait faktörlerin içerisinde bilincin fiziksel bir kavram olup olmadığı, fiziksel veya değilse bile tarif eden en iyi teorinin hangisi olduğu gibi yargılara kapı aralamamızı sağlar. Böylece bilince eşlik eden kategorilerden bilinç demek istediğimiz şey üzerine tartışmaların nasıl şekillendiğini görebiliriz.

Kendilik

Kendilik olarak Türkçeye çevrilen ifadenin farklı anlamlarda ancak birbiriyle ilişkili iki kullanımı vardır. Bunlar “self-conciousness” ve “personal identity”, yani kendilik bilinci ile kendilik kimliği olarak çevrilen ifadelerdir. Kendilik bilinci derken canlılık bilinci derken bilinçli ifadenin bir özneye sahip olmasını kast etmekteyiz. 

Özne dediğimiz zaman birbirine işaret eden bir deneyim yığını mı yoksa deneyime zemin olan deneyim öncesi bir var olan mı kast edilir? Hume’unda (2) sözünü ettiği gibi, iç gözlem yapıldığı esnada aslında sadece bir yığın olarak birbirine bağlı deneyim öbeklerini görüyoruz. Geçmiş içerisinde kompleks yapılar geliştiren bu ağlar bütününün benlik olarak alınması, biyolojimiz açısından da sonraki deneyimlerin bir merkezce bir araya getirilmesi anlamında kolaylık ve avantaj sağlıyor.

Kimlik olarak kendilikten bahsettiğimiz zaman ise deneyim merkezi olan öznenin kendini zaman içinde devam ettirmesini algılıyoruz. Devam ettirme kavramı, sürekli farklı kendilik anlayışlarının olmaması açısından önem arz ediyor. Zira az önceki benliğimiz ile şu anki arasında aynı kimliğe sahip olma durumumuz olmasaydı elimizdeki avantaj tamamen ortadan kalkabilirdi.

Kimlik tartışmaları içerisinde baskın iki alternatif bulunmakta. Bunlar psikolojik devamlılık (3) ve organizmacı görüşler (4) olarak karşımıza çıkıyor. İlk seçeneğimizde basitçe kimliğin devamı için bilinç dediğimiz mekanizmanın kendisini ve ek olarak hafızayı devamlılık için esas alıyoruz. 

Bu alternatife getirilen eleştirilerden birisi, hayatımızın belirli dönemleri arasında hafıza olarak bir bağıntının olmamasına rağmen aynı kimliğin sağlanamayacağı yönünde. Mesela 70 yaşındaki kişi ile 7 yaşındaki kişi aynı kişinin aynı kimliğe sahip olduğunu düşünmesine rağmen, iki yaştaki kişinin hatırladıkları arasında büyük bir uçurum var. Bu durumda karşıt cevap olarak, doğrudan bağıntı olmasa bile, dolaylı bağıntının devamlılığı sağladığı karşıt eleştirisini görüyoruz.

Daha güçlü bir eleştiri bundan bir sonraki kuramımıza da getirilebilir. Farz edelim bir insanın beynini tam olarak ortadan ikiye ayırmak suretiyle ameliyata aldınız. Ve ameliyat olmadan önce iki lobda da devamlılık için yeterli bağıntıların olduğunu biliyoruz. Bu durumda elimizde iki tane mi aynı kişiden olurdu?

 

Değiştirilmiş formatta ise, bir ışınlama makinasının A kişisini olduğu konumdan hedeflenen konuma iletmesi gerekirken o kişinin x zamandaki bütün fizyolojik durumunu kopyalayıp, esas kişiye hiç dokunmadan aynı yerde bıraktığını ve devamlılık açısından kusursuz kopyayı hedeflenen yere ışınladığını düşünelim. Bu durumda organizmacı görüşün karşılaştığı yarık beyin benzeri bir eleştiriyi gündeme getirmiş oluyoruz. Organizmacı görüşün karşılaştığı bir diğer eleştiri ise zihinsel ifadeleri eşlemeye çalıştığı beden parçaları arasındaki ayrımın muğlak olmasıdır.

Kısacası şunu söylemiş oluyoruz: Organizmacı görüş içerisinde zihinsel ifadelerin devamlılığı psikolojik süreçlere bağlı olmaktan ziyade, bütünsel bir karmaşık organizma olan insanın kendisine bağlı olduğu için, “bu devamlılık tam olarak nerede kopabilir?” türünden bir muğlaklık söz konusudur. Psikolojik devamlılıkta, devamlılığı önemli oranda hafızanın elementlerine bağlı tutarak sağladığımız için, sürecin durumuna ilişkin öne süreceğimiz yargı daha kesin olabilse de, aynı kesinlik, organizmacı görüş için geçerli değilmiş gibi görünüyor. Örnek olarak, başına kadar vücudunu yitirmiş ve sadece beyniyle yaşayan birisini düşünelim. Bu kişi gerçekte ne kadar aynı kişi olmaya devam edebilir?

Bilincin Birliği

Yaşadığımız bütün deneyimler esasında kompozit yapıda bulunuyorlar ve çoğu zaman bu durumun önemini görmezden gelebiliyoruz. Ama az önceki hem kimlik hem de öznellik görüşünde, “birlik” kabul edilmeden tam anlamıyla iki kategoriyi de elde edemiyoruz gibi duruyor. 

Bu kategorinin olmadığı durumlar bize önemini epey iyi kavratabilecektir. Bazı şizofreni hastalarında ve dysexecutive sendrom gibi kimi hastalıklara sahip olan kişiler, bu tarz bir birliği önemli oranda kaybedebiliyorlar veya ikincisinde olduğu gibi ortadan tamamen kaybolabiliyor. Bu durumu sadece öznellik çerçevesinde düşünmemize de gerek yok. Algısal bir birlik durumunu düşündüğümüz zaman, karşımızdaki su şişesi ve kapağının mekansal olarak birleşemez olduklarını düşünelim. Aslında aynı yerdeler, ama birleşim için gereken zihinsel durumdan yoksun olan kişi için, bariz karşıladığımız durum gerçekleşmiyor. Biraz daha değiştirerek baktığımız şişenin kendi görüntüsüyle şişeden yansıyan ışığın birlikte algılanması durumunu örnek gösterebiliriz. Mekansal olarak yine birliktelik söz konusu olsa da birbirlerinden ayrılabilen durumlardır. Daha da iyi bir örnek, gitar telinin dokunsal olarak algılanması ile çıkan sesin birleştirilmesi … Burada farklı türde algıları birbirine eş olarak algılamamız, gündelik hayatta bizim çoğu durumdan emin olmamızın anahtarı gibi duruyor.

Alan içerisindeki önemli tartışmalardan birisi ise iki ayrı deneyim öbeğinin gerçekten iki ayrı deneyim olarak mı görüleceği yoksa iki deneyimin farklı bir deneyim mi meydana getirdiği sorusudur.

Yönelimsellik

Zihinsel ifadelerin fiziksele indirgenmesi konusunda yönelimsellik önemli bir konu. En genel tabiriyle yönelimselliğe zihinsel ifadelerin bir şey hakkında olması durumuyla tanımlayabiliriz. Tarihsel bağlamıyla Brentano’dan itibaren “mark of mental” (zihinsellik işareti, imgesi) olarak alınsa da, tüm zihinsel durumların hakkındalık kategorisine sahip olduğuyla ilgili de net bir konsensüs yok.

Yönelimselliği açıklamakla ilgili ilk teorilerden birisi, zihnimizin yöneldiği nesnelere benzerlerini canlandırması olarak yorumlayan imge teorisidir. Bu teoriye göre bir nevi zihnimizde canlanan bir temsil bizim bilincimizin hakkında olduğu şeyi işaret etmek için yeterli kritere sahiptir. 

Ne var ki bu görüşün sayısız eleştirisi vardır ve konuya aşina olmayan bir okuyucunun bile hemen aklına gelmesi içten bile değildir. En basit haliyle sadece mekansal olarak ayrı olan iki tane aynı özelliğe sahip şeyi imgelemsel olarak ayırt etmek zor gözükmektedir. Buna benzer olarak uzakta olduğu için ayrıntılarını seçemediğimiz, hareket ettiğini bir şekilde bildiğimiz dağın eteğinde olan bir adamın zirveye mi çıktığını yoksa aşağıya mı indiğini seçemediğimizi varsayalım. Bu durumda zihinsel durumumuz hangisini işaret edecektir? Seçeneklerden herhangi birisi diğerine üstün olmayacağı için durumun kendisini düşünsek de iki seçeneği de düşünmememiz gerekecektir ki bu makul bir sonuç değildir.

Diğer bir teori tanım teorisidir. Aslında tanımladığımız şeyleri yönelimsel ifadeler olarak alabileceğimizi söyler ki ilk seçeneğimize göre çok daha avantajlı durmaktadır. Ne var ki burada da düşüncelerimin hakkında olduğu kimi şeyler konusunda açık tanımlara sahip olmadığım örnekler akla gelebilir. Belli belirsiz bir halüsinasyon gören kişi kesinlikle bu ilginç durum hakkında düşünecektir, ama düşüneceği şeyi tanımlayamamaktadır! En fazla belli belirsiz bir karaltı olduğunu söyleyerek tanımlayabildiği şey basit bir gölgeden, tanım olarak farksızdır. Ama gölgeden bariz bir şekilde ayrılması gereken bir hakkındalık durumu vardır.

Daha da geliştirilmiş formunda zihinsel ifadelerimizin hakkında olduğu şey çevreyle nedensel ilişkiye girmesi bağlamında bir hakkındalık içerme kategorisidir. Burada da bu tarz bir etkileşimin zor gözüktüğü soyut alana dair yönelmişliklerimizin (mesela sayılar gibi olmayan kavramlar hakkında düşünmemiz) zor olduğunu ve bu kategoriye engel teşkil ettiğini söyleyebiliriz.

Son seçenek olarak hibrit teorilerin ortaya atılıp az önce anlatılan teorilerin birbirlerinin açıklarını kapattığı kompozit bir yönelmişliği düşünebiliriz.

Niteliksel İfadeler ve Nitelik Algısı

Zihin kuramlarının çoğu zaman hedefindeki asıl nokta kualia (İng: “qualia”), yani niteliksel algılarımız olagelmiştir. Böyle olması da gündelik deneyimlerimizin zenginliğini düşünürsek oldukça anlaşılır bir durumdur denebilir. Çoğu kişinin hayatının en unutulmaz ve yer kaplayan anları yoğun deneyimlerle geçen zamanlardır ve hayatımızda o kadar çok alana yayılmıştır ki niteliksel algıdan bahsetmediğimiz taktirde bilinç kavramının içini tamamen boşaltmış gibi duruyoruz.

Peki nitelik algısı dediğimiz kavram hangi zihinsel ifadelerde mevcut? Genel bir cevap olarak duyumsal algılarımızın nitelik algısıyla donatıldığını söyleyebiliriz. Binayı yıkan dozerlerin sesini algılamamız, yağmur sonrasında gördüğümüz gökkuşağı, çöp poşetinden gelen kötü koku gibi, temel duyu organlarımızı alakadar eden algılarımızdan nitelik algısını çıkaramıyoruz gibi durmakta. 

Yine benzer olarak, ama fiziksel ile bağı biraz daha kopartılacak şekilde bedensel algılarımız; kaşınma, acı hissi gibi durumlar nitelik algısına işaret etmektedirler.

Mod durumlarımız da nitelik algısı olarak sayılabilir. Kendimizi nasıl hissettiğimiz, depresif mi yoksa hüzünlü veya neşeli bir halet-i ruhiyede bulunup bulunmadığımız da nitelik algısının konusu sayılabilir.

Tartışmaya kapalı son bir tür olarak reaksiyonel tavırlarımıza dair deneyimlerimiz nitelik algısı kapsamında sayılabilir. Bize ani bir sürpriz yapılmasında yaşadığımız şaşkınlık veya aniden alınan kötü bir haber karşısındaki üzüntümüz bu tepkilere örnek verilebilir.

Tartışmaya açık olan kısım ise bilinçle o kadar alakalı olmayan kimi zihinsel içeriklerin de deneyimsel karşılığının olup olmadığı sorusudur. Bir düşünceye niteliksel algı kapsamında değerlendirmeye alabilme ihtimalimiz düşüncenin bağlı olduğu duruma ne kadar sıkı eşlik ettiğine bağlı gibi duruyor. Yeni öğrendiğim bir bilgi karşısında şaşırmam ve bunun üstüne düşünmem bir nitelik algısı sayılabilir mi mesela? Burada söylenebilecek iki ihtimal ya düşüncenin niteliksel bir karşılıkta incelemeye tabi tutulabileceği ya da şaşırma durumunun fizyolojik karşılığı ile ortaya çıkan nitelik algısı ve bunun üzerine düşünme durumunun birbirlerine yakın olmasından kaynaklı bu ayırdın gerçekleşemeyeceğidir.

Bilincin Doğrulanmasının Önündeki Bir Takım Zorluklar 

Bilincin fiziksel olduğu varsayımı günümüz zihin felsefesinde yaygın bir kanı. Bunu desteklemek adına anti fizikselci argümanlara karşı ciddi eleştiriler getirildiğini ve ciddi fizikalist teorilerin üretildiğini söyleyebiliriz. Yazının devamında da bu teorilerden kısaca bahsedilecektir. 

Lakin, bütün fiziksel teorilerin önünde duran temel sıkıntı olarak Chalmers’ın Concious Mind (5) kitabında belirttiği analiz yokluğu durumudur. Bu varsayıma göre herhangi bir fizikselci teori zihnin dayanaklarına ilişkin ciddi bulgular elde etse ve bu sonuçlar günümüz sinirbilimi, bilişsel bilimlerince doğrulansa dahi teorinin doğruluğunu kanıtlamak için gereken en son aşama olan sağlama durumunun alınamaycak oluşudur. Chalmers kitabında analiz yokluğu durumuna sadece bir eleştiri kategorisiyle yer verse dahi temel olarak üç tipte analiz yokluğunu ortaya atabiliriz. Bilincin nedensel bağıntısıyla bilgisel bağının sağlanamaması anlamında yokluk, üçüncül kişi bakış açısıyla ve birincil kişi bakış açısıyla yokluk.

İlk argüman bizim genel bilgi durumumuz üzerinden düşünülebilir. Genelde “Ahmet kalemi biliyor.” gibi bir cümle sarf ettiğimiz zaman iki tür anlama işaret ederiz. Ahmet’in kalemin bulunduğu durum, kalemin kendi algılayışı tarafından doğrulanması veya kalemin kökeninin ne olduğunu bilmesi, kalemin neyden yapıldığını bilmesi. Bu kullanımıyla iki anlamı da kabul ettiğimizi varsayalım ama bizim işimize yarayan analiz yokluğu kapsamında ikinci anlam olacaktır. Ahmet’in kalemin neyden yapıldığını bildiğini söylemesi kalemi oluşturan mikro ifadelerin makro ifade, yani en nihayetinde kalem olan sonuç ile arasındaki bağının anlaşılması/bilinmesine işaret eder. Ahmet bunu söylediği için, bir anlamıyla kalemi oluşturan mürekkep, plastik ve bir parça demirin kalem denilen yapıyı oluşturduğunu bize söylemiş olur. 

Bildiğini söyleme durumunu, bu örnekte olduğu gibi pek çok yere uyarlayabiliriz. Bilim insanı suyun ne olduğunu biliyor dediğimiz zaman burada yine işaret edecek durumlardan biri suyu teşkil eden moleküllerin kendisi olacaktır. “Ben, bilinç durumumu biliyorum.” dediğim zaman ise, buradaki kesinkes bilme durumu (kimi zihinsel ifadeler tam olarak bilinmese veya ne olduğu üzerinde kişi emin olamasa bile kesin zihinsel ifadelerin olduğunu gündelik hayatımızdan yola çıkarak varsayabiliriz) güzel bir yemek yediğim zaman o yemekten aldığım memnuniyet durumunun, durumu oluşturan mikro ifadeleri bildiğim anlamını taşımaz. Zaten bilinçli olma durumunun bu kadar tartışma yaratmasındaki en büyük sebeplerden birisi de budur. Bilincinde olduğumuz şeyler ile iç gözlem yaparak fiziksel nesneler arasında bir bağ kuramayız ama yine de bu durumların ne olduğundan oldukça eminizdir. 

O halde burada söylenecek şey, argümanın, bilinç için, mikro yapıdan makro yapıya geçişin olmadığından kaynaklı bilincin açıklamasına ulaşamayacak oluşumuzdur.

Bu tespite getirilebilecek eleştirilerden birisi, kesinkes emin olduğumuz şeyin bir yapı olmaklığı ile sonuç olmaklığı arasındaki farkı ayırt etmemizin argümanın esas kusuru olabileceğidir.

Şöyle ki, yapı dediğimiz zaman birbiri ardına eklenen ve geçişleri görebileceğimiz bir düzenek düşünürüz. Ama daha farklı bir kullanım olan ve kimi fizikselci teorilerde kullanılan şekliyle sonuç dediğimizde bir anlamda ortaya çıkan, meydana gelen şeyden bahsederiz. Spesifik olarak, yeniden temsilcilik adındaki zihin görüşünün belirli yönelimsel durumların aslından farklı olan temsili sayesinde sonuç ile ilk örnek arasındaki farkın temsil etme şeklinden kaynaklanmasıdır. Yani burada ilişkili iki durum arasına bir bir tür dönüştürücü eklemiş oluruz. Bu sayede başlangıç ile son arasındaki geçişi bilemeyebiliriz.

Bu kabul edilebilecek cevaplardan birisi olsa dahi analiz yokluğu içerisinde daha iddialı iki tane argümantasyon var. 

Üçüncül kişi bakış açısından, gerçekten bilince sahip olduğunu düşündüğümüz beyni silikondan yapılmış yapay bir insanı düşünelim. Bu ‘kişi’nin bilinçli olduğunun sanılması için elimizdeki felsefi teoriler ile bilimsel veriler bir şekilde bize yaklaşık bir sonuç vermelidirler. Elimizde kalan en iyi ihtimal, bize o anlık bilincin ne olduğunu gösteriyor gibi durmaktadır. Yine de bu sonucun sağlamasını almak adına bir diğer bilinçli varlık tarafından kontrol edilmesi gerekecektir. Çünkü birincil kişi bakış açısının olup olmadığını yine bir başka birincil kişi bakış açısı sahibi değerlendirebilir. Lakin hemen göreceğimiz üzere bilinç kendini doğrulayan, bilincinde olduğu şeyin farkında olmasını gerektiren bir durum olduğu için iki tane kendini doğrulayan sistemin birbirlerini doğrulaması yolunda kullanılması oldukça zor gözükmektedir.

Birincil kişi argümantasyonunda ise kısaca kişinin kendisinin, birincil kişi bakış açısından yola çıkarak kendi bilinçlilik durumunu değerlendirmesini düşünebiliriz. Burada varsayımsal bir kişi, kendi bilinçlilik düzeyiyle oynayabiliyor olsun. Bu oynama üst düzey bilinçlilik seviyelerinden daha alt kademelere, hatta rüyada sahip olduğumuz türde silik bir bilince dönüşebilir. Burada ayırmamız gereken iki kısım, bilinç eğer fiziksel ise onu var eden beyinsel yapının daha bilinçli hale ulaşmamış durumu ve bilinçli olduktan sonraki kısımdır. Bilinçli olma ve olmama durumu arasında ise bilinçliliği var eden temel koşullar vardır. Bilinçli kişi, kendi seviyesini bu koşullara getirdiği vakit, bilinci var eden bir anlamıyla sıfır noktasında bilinçli olmayacaktır. Onun bilinçlilik süreci sıfır noktasından bir sonraki adımdır. Ama temel özelliği gereği bilincinde olduğumuz şeyin gerçekten bilincinde olduğumuzu kavrayabilmek için farkındalığa sahip olmalı yani kendilik bilincine sahip olmalı, bir diğer anlamıyla kendini doğrulayan refleksif bir zihinsel ifadeye sahip olmalıyız. Sıfır noktası bu doğrulamaya sahip olmadığı için tam olarak sıfır noktasındaki kişi bilinci var eden koşulların bilinçli bir şekilde o koşullar olup olmadığını test edemeyecektir. 

Birincil kişi argümanını üçüncül kişi argümana da uyarlanabilir. Özellikle fizikselci teorilere karşı getirilmiş olsa da bu argümanların kendi başlarına fiziksel argümanları çürütmeden çok fiziksel argümanın kanıtlanmasına yönelik olduğunu tekrardan belirtelim. Yine de bu bilinç araştırmalarında fizikselciler adına bir zorluk olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kuramlardan Bağımsız Argümanlar

Bilgi Argümanı

Pek çok düşünce deneyi ile karşımıza çıkmış olsa dahi bilgi argümanının en bilinen formu Mary’nin Odası düşünce deneyidir. Argümanın temel amacı fiziksel bilgiden deneyimsel bilginin çıkarsanamayacağını gösterip deneyimsel olanın fizikselden ayrı olduğunu kanıtlamaktır.

Argümanın baş rolü olan Mary, doğumundan itibaren siyah beyaz bir odada tutulan, dolayısıyla etrafındaki her şeyi siyah beyaz gören bir kızdır. Onu esir tutan insanların olduğunu ve dışarıya çıkmasına izin vermediklerini de hatırlatmamız gerek. Mary, insan doğasının gereği hiç karşılaşmadığı renklerin ne olduğunu merak edecektir ve bu konuda sürekli araştırma yapan bir insan olacaktır. Onu esir tutan kişilerce bilgiden mahrum edilmediği gibi önüne okuması için pek çok kaynak bırakılır ve yıllar yılı geçen bu süreç içerisinde Mary en büyük merakı olan renkler konusunda bir uzman haline gelir. Öyle ki sadece renklerin kendisi içerisindeki ilişkileri, dalga boyu gibi fiziksel karşılıklarıyla kalmaz renklerin beyindeki karşılıklarına kadar renklerle ilgili her şeyi öğrenmiş bir otorite halini almıştır. 

Bir gün, Mary’yi esir tutanlar onun kaldığı odanın dışına çıkıp bahçede, çiçekleri görmesine, dolayısıyla da ilk kez renklerle karşılaşmasına izin verirler. Burada çoğu insanın gayet normal bulacağı şey Mary’nin yeni birşey öğrenmiş olmasıdır. Ama bu kabul bir başka kabulü, Mary’nin fiziksel bilgilerden çıkarsayamayacağı bir bilgiyi öğrendiğini, buna müteakip Mary’nin fiziksel olmayan bir bilgi edindiğini söyleyeceklerdir. Argüman sezgilerimize çok güçlü birşekilde hitap etse de birçok eleştiri getirilmiştir. İlk olarak Lewis (6) ve Nemirow tarafınca Mary’nin kazandığı yetilerin bilgisel bir karşılığı olmadığı için, aslında bilgi gibi gözükmesine karşın öğrenilen şeyin bir bilgi olmadığı sadece bir yeti olduğu itirazı öne sürülmüştür.

Çünkü bu iki saygın felsefecinin itirazına göre esasında Mary, odasına döndükten sonra edindiği şeyi bilgisel olmayan her süreçte kullanabilse de bilgisel bir durumda kullanamamaktadır. Odasına döndüğü vakit gördüğü renkleri hatırlayabilmekte, kafasında canlandırabilip çeşitli kıyaslamalar yapabilmektedir. Ama hepsi bu kadardır ve edindiği şeyin önermesel bir karşılığı yoktur. Öğrendiğini söylediğimiz şeylerden bir çıkarsama yapmasını bir bilgiye ulaşmasını bekleyemeyiz. 

Bu itiraza karşıt olarak fizikalistlerin içerisinden bile pek çok karşıt eleştiri geldi. Bunlardan birisi Mary’nin dışarı çıktığı zaman gördüğü spesifik bir renkten rengin konseptini çıkarsadığı eleştirisi oldu ki pek çokları için bu yeterli bir eleştiri olarak kabul edilmekte (Loar). Mary bu eleştiriye göre dışarı çıktığı zaman sadece bir renk görüyorsa, o rengi görmekle kalmıyor, aynı zamanda rengin bağlı olduğu (kırmızı rengiyse) kırmızı konseptini de çıkarsamış yani yetiden bağımsız bir edinimden söz edilebilir gibi durmakta.

Çoğu zihin felsefecisi farklı kategorilerde eleştirilere yönelseler de en çok rağbet gösterilen eleştiri türü olarak old fact/new knowledge (7) görüşü ele alındı ki fenomenal konsept bölümü sırasında bu eleştiriye yer verilecektir.

Kavranabilirlik Argümanı

Zombi veya kavranabilirlik argümanı bizden birebir ikizimizin bilinçsiz bir kopyasını düşünmemiz talebinde bulunur. Öyle ki sahip olduğumuz bu ikizimiz bizim güldüğümüz şeylere gülmekte, bizim sinirlendiğimiz, üzüldüğümüz şeylere tepki göstermekte hatta felsefe problemlerine kafa yorabilecek düzeyde kabiliyete sahiptir. Lakin denildiği gibi bilinçten yoksundur. Böyle bir şeyin düşünülemez olduğunu söyleyenler için anti-fizikalistler bilincin temel fonksiyonunun ne olduğunu bizden öğrenmek isteyeceklerdir. Gündelik hayata dair verdikleri pek çok örnek de en azından ilk başta onların düşünmemizi istedikleri örneğin kavramsal olarak çelişkili olduğunu düşünmemiz için bir engel gibi gözükmetedir. 

Yine de argüman bu haliyle çok kaba gözükmekte. Anti-fizikalist argüman geliştirme ve savunma konusunda çok yetkin bir isim olan D.Chalmers argümana en keskin haline getirerek fizikalizme karşı en güçlü argümanlardan birisinin ortaya çıkmasını sağladı. 

Argümanın ana formuna bakacak olursak;

  • P1 (Öncül 1): P’iken değil Q kavranabilirdir.
  • P2: P’iken değil Q kavranabilir ise değil Q olasıdır.
  • P3: Değil Q olasıdır.
  • Sn (Sonuç): Fizikalizm yanlıştır.

Bu argümandaki temel sıkıntı a posteriori zorunlulukları argümanın içine dahil edemiyor oluşudur. Kısaca sonradan ortaya çıkan zorunluluklardan bahsetmekteyiz. 5+7=125+7=125+7=12 tanımdan dolayı zorunlu bir doğruluk iken, Su=H2O eşitliğini bulmamız sonradan ortaya çıkan ve tanıma dayanmayan bir zorunlu doğrudur. Eğer belirli “entiti”lerin (varlıkların) kimlikleri sonradan ortaya çıkabiliyorsa bu durumda kavranabilirlik argümanı temel formuyla çok da bir işe yaramıyor gibi gözükmektedir. Çünkü bilimin ışığında elde ettiğimiz veriler bize bilincin ne olduğuna dair sonradan kanıtlanmış bir zorunluluk durumu olduğunu gösterebilir. 

Tam bu noktada argümanın ana formunu değiştirmek amacıyla Chalmers formata bir ekleme yapıyor. Normalde kavranabilir olma durumu ile olası olma durumu arasındaki ilişki sonradan çıkan zorunlulukları (a posteriori zorunlulukları) dahil edecek şekilde genişletilmemişken “iki boyutlu semantik” yardımıyla sonrada bulduğumuz eşitleri olası dünyalar kapsamında inceleyebilmeye başlıyoruz. İki boyutlu semantik yazının devamında anlatı içerisinde anlam kazanacaktır. Buna ilaveten olası dünyalardan bahsetmemiz elzem duruyor. 

Olası bir dünyadan bahsederken bizim şu anki dünyamızı veya evrenimizi merkez aldığımız, bu dünya veya evrene paralel, olası evrenleri kast ediyoruz. Bu evren veya dünyaların gerçek olduğu tartışması şimdilik önemli değil. Dünyalar arası ilişki içerisinde kavranabilir dediğimiz bir varlık olasılık dahilinde herhangi bir evrende var olma ihtimalini taşıyor denmekte. Kavranamaz dediğimiz zaman ise bütün olası evrenlerde çelişki içerecek bir durumdan bahsediyoruz. Bu olası dünyalara sonradan ortaya çıkan zorunlulukları eklediğimizde, bizim dünyamızda varlığı bir kimliğe eşitlenen (su=H2O) şeyler artık bizim dünyamız içerisinde zorunlu olan durumlar haline geliyorlar. Suyun sahip olduğu kimlik ile görünüşü eşlenmiş oluyor, suya benzeyen diğer tüm “suyumsu şeyler” (İng: “watery stuff”) böylelikle su olmamış oluyorlar. Çünkü su dediğimiz şeyin kimliğini artık bilmekteyiz. 

Bilinç için böyle bir olasılığı düşünelim; bilincin olası herhangi bir görünüşte karşımıza çıkması, yani bilincimsi şey olarak adlandıracağımız şeyin ayrı ayrı olası dünyalarda tıpkı suyun sahip olabileceği, denizleri ve gölleri doldurma, içilebilir olma gibi görünüşlere sahip olma bağlamında değerlendirilip farklı bir kimliğe sahip olması düşünülebilir miydi? Burada sorunun cevabı hayır olarak gözüküyor. Çünkü zaten “bilincimsi şey” olarak adlandırdığımız şeyin kendisi bilinç olmak durumundadır. Daha derinine inildiği zaman başka bir şeyin çıkmasını, ısının moleküler hareket olması gibi bir bulgu olması gibi bir sonuca ulaşacağımızı bekleyemeyiz. Bunun kendisi içinde bulunduğumuz bilinçli deneyimden ötürü de gayet açık durmakta.

Bu görünüş-kimlik eşlemesi bilinç için gerçekleştikten sonra, bir dünyada olası olmayan (suyun artık H2O’dan başka bir şey çıkma ihtimali) ikincil olası kavramı ve aslında suyun kimliğinin “başka olabilirliği” durumu da bilinç için eşlenmiş oluyor. Su keşfedilmeden önce bir başka kimliğe sahip olabilirdi algısı taşıyoruz. Dolayısıyla birincil anlamıyla suyun H2O olmaması bizim olmadığımız bir dünya için olası gibi gözükürken bizim dünyamızda olası değil hatta kavranabilir değil. Burada kavranabilirlik ile olası olma durumu arasındaki bağı bilincin kendi görünüşünden başka “bir şey olamama”durumuna bağladığımız için kavranabilirlik ile olasılık arasındaki geçişi sağlamış oluyoruz ve bilincin fiziksel olmaması böylelikle herhangi bir olası dünyada olasıysa diğer bütün dünyalarda da olası olmamış oluyor. 

Bu güçlü argümana pek çok eleştiri getirildi. Bunların tamamını verilmesine yer olmadığı için iki tanesine yer verilecek ve diğer eleştiriler de isim olarak verilecektir.

Argümana bu haliyle getirilebilecek bir eleştiri bilincin analitik fonksiyonalizmden gelen tanımını kabül edip, bilinci olduğu düşünülen bir varlığın bilincinin kendi bilişsel sisteminden a priori olarak bağlı olduğu bağıntılara sahip olması, yani daha en başında bilinci temellendirebileceğimiz ve bizimle fonksiyonel olarak tamamen aynı ama bilinçsiz eşimizi düşünemeyeceğimiz üzerine.

Bu görüş genel olarak reddedilse bile, fonksiyonalizm kısmında detaylı ele alınacaktır.

Daha çok savunulan eleştirilerden birisi fiziksele dair konseptin dar olmasına yöneliktir (Stoljar) bizim şuan elimizde bulunan fiziksele dair konseptler aslında metaryallerin kendileri arasındaki nedensel bağıntıları incelemek üzerine kurulu gibi gözükmektedir. Ama tek tek nesnelerin yönelimleri ile ilgili konuşmaz ve buna bilimde de yer vermeyiz. Mesela incelediğimiz belirli atomların davranış tiplerini gözlemledik diyelim ve bundan belirli sonuçlar çıkarsadık. Ama yine de incelediğimiz parçaların niye o davranışları verme eğiliminde olduğuna bakmamış oluyoruz. Stoljar’ın (8) burada önerdiği fiziksele dair konseptimizin genişletilmiş haliyle bilinçlilik durumumuzu anlayabileceğimiz olmuştur. Belki de bilinç sadece nedensel ilişkilerle ortaya çıkamayacak bir fenomendir.

Daha pek çok eleştiriyi saymak mümkün. Anti-zombilerin kavranabilir olduğu üzerinden (9), zombilerin bilinçle ilgili konuşamayacak olmalarından kaynaklı aslında bizim tasarladığımız ikizimizin tamamen ‘ikiz’imiz olmadığı için argümanın başta hatalı olduğundan (10), bilincin bu argüman gereği nedensel bir etkisi olmadığının varsayılması ve epifenomenalizm gibi savunulması epey zor bir zihin görüşünü beraberinde getirmesine (11), paralel bir zombi dünyasında zombilerin bu argümanı kullanarak fizikalizmin yanlış olduğunu göstermeleri (12) gibi pek çok örnek eleştiri de mevcuttur. 

Fenomenal Konsept Strateji

İlk önceki, hatta bütün anti-fiziksel argümanlara uygulanabilecek genel bir cevap mevcut. Bizim bilincin fiziksel olmadığını söylememiz yani bilincin kendi varlığına dair bir varsayımda bulunmamız ile bilinci fiziksel olmayan bir entite olarak algılamamız arasında bir fark mevcut. Konsept stratejiyi savunanlar da tam olarak bu noktada karşımıza çıkıyor ve bütün anti-fizikselci argümanların aslında bizim bilinci fiziksel olmayan bir entite olarak gördüğümüzü kanıtlamaktan başka hiçbir şey yapmadığını iddia ediyorlar. 

Konsept strateji kendi içinde pek çok türe ayrılabilse dahi tüm konseptlerde ortak olarak bulunan özellik bizim fizikselle ilgili konseptlerimizden farklı olduğu ve arasındaki bağıntıyı kuramamamızın sebebinin de tam bu sebepten olması.

Fenomenal konseptlere gelen eleştiriler için Levine, karşı cevap için Papineau (13).

Zihin Kuramları

Günümüzde pek çok zihin kuramı mevcuttur. Bu kuramları fiziksel ve anti-fiziksel olarak ayırabileceğimiz gibi monist ve dualist olarak da isimlendirebiliriz. Ve kimi kuramlar zihnin nasıl işlediğini açıklamaya çalışırken kimileri (genellikle anti-fizikselci olanları) zihnin ne olduğunu açıklamayla yetinmektedir. 

O zaman ilk kuramımızla başlayalım.

Düalizm

Yazının başında Descartes’ın sözünü vermiştik. Descartes şüphesiz ki zihin felsefesine analitik felsefeye kadar ki dönemde içerisinde ilgiyi en çok çeken kişi olmuştur. Husserl ve Brentano’ya kadar ise bu tartışmaya ciddi elementlerin eklemlendiğini söylemek zor.

Düalizm, Descartes’ın ortaya attığından itibaren değişik formlar halinde gelişti ve karşımıza çıktı. Bunlar en genel haliyle yüklem, nitelik ve töz düalizmi olarak adlandırılabilir.

Yüklem düalizmi zihinsel durumları incelenmesi kapsamında fizikseli inceleyeceğimiz yüklemlere indirgenemez görmektedir. Esasında, yüklem düalizmini savunan birisi için, nitelik veya töz olarak ayırt edilecek iki durum söz konusu değildir. Ondan ziyade zaten olan bir durumun farklı adlandırılmasının kuramın ana tanımı olduğunu söyleyebiliriz. Nasıl ki, aşık olmak dediğimiz durum esasında belirli kimyevi süreçlere indirgenebiliyor olsa da, biz aşık olduğumuz zaman bu durumu formüllerle ifade etmeyiz. Duruma yönelik algımız veya içinde bulunduğumuz ruh hali bize formüllerden çok uzak şeyler yaptırır veya söyletir. Ama aslında durum tamamen kimyaya indirgenebilecek bir süreçtir. Tıpkı bunun gibi yüklem düalistleri fizikseli incelerken kullandığımız konspetlerin (bir anlamda fenomenal konsept stratejide kullandığımız haliyle) zihinler için kullanışsız olduğunu söyleyecektir.

Günümüzde düalizm popüler bir görüş değil. Öyle olmasına karşın bu görüşün içinde dikkate değer düşünürler yer almakta ve çoğunlukla nitelik düalizmine bir yönelmenin olduğunu da söyleyebiliriz.

Nitelik düalistleri zihni yüklem düalizminin ilerisinde tanımlanabilecek şekilde değerlendirirler. Burada fiziksel ile yine bağ söz konusudur. Ama hem zihinsel durumların ifade etme veya etkileme şekli fizikselden ayrıyken bu sefer bu duruma zihnin sıfatları da eklemlenmiştir. Basit bir örnek verecek olursak, bir insanın güzel bir hareket yapması yüklem düalizmi ise, o insanın sadece güzel olması bakımından değerlendirilmesi nitelik düalizmi olacaktır. Ama güzel olarak değerlendirilmesi güzel olmama durumundan bağımsız olarak verilmiş değildir.

Güzel olmamanın, güzel olmadan tamamen kopuk olduğunu, veya dolaylı yoldan bağıntılı olduğunu düşünebileceğimiz en ileri örnek ise töz düalizmi oluyor.

İnsanın aklına tamamen ayrı olan iki şeyin nasıl etkileşime geçebileceği aklına gelebilir. Doğal olarak etkileşim için bir ortak nokta aranacaktır. Ve buradaki çözüm, Descartes’ın benimsediği de buydu, iki ayrı şey arasında üçüncü bir etkileşim sağlayan etmen eklemek olacaktır. Bu sayede zihinsel durumlarımızın fiziksel durumlara olan etkisi anlaşılabilir.

Düalizm türlerine çok fazla eleştiri gelmiştir. En bilinen eleştirilerden birisi fiziksel gözlemlerimize dayanan nedensel kapalılık durumunun düalizm kabulünde reddedilecek oluşudur. Çünkü zihinselden fiziksele bir enerji akışı sağlanacaktır. Ama bizim gözlemlediğimiz kadarıyla kapalı bir sisteme dışarıdan herhangi bir eklemlenme olmuyor görünmektedir. 

Bu itiraza karşıt olarak nedenselliğin ayırt edilemezliği, mikro fiziksel durumda enerji korunumunun kaybolduğu iddiası, enerji aktarımı olmadan etkileşim gibi yanıtlar gelmiştir.

Bu itirazın da genel olarak töz düalizmine yönelik olduğunu hatırlatalım. 

Davranışçılık

Zihin felsefesine olan ilgi 20’nci yüzyılın başlarında tekrardan alevlendi ve yeni bakışlar gelişti. Fizikalizme dair çok tutulmuş olan bu görüşlerden ilki de davranışçılıktır.

Temel olarak kendi başına mental durumların olmadığını öne süren bu görüş bütün zihinsel durumları esasında potansiyel davranışlar olarak görmektedir. Mesela benim hüzünlü olmam, potansiyel olarak Müslüm Gürses dinlemem demektir. Daha fazlası değil. Dolayısıyla ortada çözülecek bir sorun, ayrım yoktur. Ne var ki günümüzde tamamen terk edilmiş bu görüşe çok ciddi eleştiriler yöneltilmiştir ve şuan davranışçılığı sadece zihnin belirli kategorileri kapsamında savunanlar vardır. En basit eleştirilerden birisi potansiyellerin sonsuz olmasıdır. Üzgün olma durumunda verildiği gibi, eğer Talha isimli arkadaşımız üzgün ise pek çok şey yapabilir. Yapabileceği milyon şeyden birisi bir müzik dinlemek olacaktır. Ve bu durumların toplamını üzgünlük olarak göstermek de pek makul kaçmayacaktır çünkü duruma bağlı olarak yapabileceğimiz şeyler de değişmektedir. Talha’nın bu eleştiriye bağlı olarak üzgünken belirli bir davranışı niye yaptığı da açık değildir. Bu bize davranışçılık tarafından gösterilememiştir. Niye üzgün bir haldeyken yüzümüzde çiçekler açmasın?


Son bir eleştiri de hiçbir şekilde aktüalize olmayacak (gerçekleşmeyecek) zihinsel durumlarımız içindir. Mesela atıl hissetme halimizin davranış olarak herhangi bir karşılığı yoktur. Bu durumda atıl olma ile sadece durma arasındaki ayrımı nasıl yapabiliriz? Bu durum davranıştan fizyolojik durumlara ilerletilebilir. Lakin o zaman davranışçılıktan fonksiyonalizme doğru bir kayma gerçekleşmekte.

Fonksiyonalizm

Zihni belirli nöral bağıntılarla eşitlemek zorunda mıyız? Yoksa zihni nöral bağıntılarda gerçekleşen bir sürece de indirgeyebilir miyiz? 

Fonksiyonalizme göre ikinci sorunun peşinde gitmek bize doğru cevabı verecektir. Davranışçılığa artı olarak belirli zihin durumlarının niye belirli davranışlara tekabül ettiğini de açıklayabilecek ve zihinsel durumları sadece kendi türümüze endekslemek zorunda da kalmayacağız. Davranışçılık belirli davranışları belirli zihinsel durumlarla eşlediği için bu tarz davranış kalıplarına sahip olmayan dünya dışı bir canlıyı düşündüğümüzde ona bilinci atfetmenin zorluğunu yaşarken, tamamen farklı maddelerden meydana gelmiş olmasına karşın aynı beyinsel (veya bilişsel) fonksiyonlara sahip olması o canlıyı bizim sahip olduğumuz bilinçlilik durumuna getirecektir.

Bu anlamıyla fonksiyonalizm bilinci bizim biyolojimizin dışına itebilecek, genişletebilecek bir görüştür de.

Sadece psiko fonksiyonalizm için böylesi bir düşünceyi savunamayız gibi duruyor. Temel olarak bilişsel psikolojik durumlarımızın incelenerek zihinsel yapımızla ilgili doğru saptamalara ulaşacağımızı söyleyen bu görüş içerisinde halk psikolojisine (temel olarak zihnimizle ilgili geniş halk kitlelerince benimsenen açıklamalar) dayanmayan bir psikolojik kuramdan yardım alma zorluğuyla karşı karşıyadır.

Makine fonksiyonalizmi üç seçenekten davranışçılığa en yakını gibi duruyor. Önümüzde bir potansiyel durumlar tahtasının olduğunu düşünecek olursak, belirli bir seçeneği işaretlediğimiz zaman o seçeneğe bağlı diğer kısımların aktif olması makine fonksiyonalizmini anlatabilecek bir analoji denebilir. Çevremizden gelen belirli girdiler ve girdilerin işlenme şekli en nihayetinde çıkan sonuçla birlikte bizim zihinsel durumumuza refere (işaret) eder. Yani bütün zihinsel durumlarımız bir olasılık tahtası etrafında gerçekleşiyor denebilir.

Daha önce kavranabilirlik argümanı eleştirisinde verilen analitik fonksiyonalizm ise bilince dair nüvelerin a priori belirli bağıntılar olduğunun ortaya çıkacağını söyler. Buna göre, belirli potansiyallerimiz aslında davranışçılığın ön gördüğü sonuçlarla birlikte engelleyici ve çevresel diğer sonuçları da katabilir. Bir kaplan çalılardan dışarı çıktığı zaman ondan uzaklaşacak olmanın anlamı kaplanın bize yakınlaştığı taktirde varlığımızı devam ettiremeyecek olmamız ve bizim karmaşık organizma olarak varlığımızı devam ettirme amacında olmamızdan kaynaklıdır. Yani zihinsel durumlar tek başlarına potansiyaller değildirler. Potansiyallerin gerçekleşme koşuludurlar aynı zamanda.

Fonksiyonalizme getirilen ve en çok bilinen eleştirilerden birisi tersine döndürülmüş renk spektrumu düşünce deneyidir. Herkesin bir şekilde aklına gelen, “Benim gördüğüm kırmızı rengiyle seninkinin aynı olup olmadığını nereden biliyoruz?” sorusunun uyarlanmış hali diyebiliriz. Bu deneye göre Taner isimli arkadaşım ile karşılıklı olarak renkler ve bağlı oldukları nesneler üzerine konuştuğumuzu düşünelim. Taner’in genel olarak mor renkli nesnelerden bahsetmesi ile benim bahsetmem, nesnelerin aynı çıkması konusunda sıkıntı yaratmayacaktır. Taner benim sarı algımla mor nesnelere mor nesne dese bile… Gündelik hayatında herhangi bir değişiklik olmayacak ‘fonksiyonel’ herhangi bir fark olmayacaktır. Bu anlamıyla deneyime içkin durumlardan birisinin fonksiyonel bir karşılığı yok ise fonksiyonelliğe dayanan bir teoriyi niye savunalım? Bu eleştiriye gelen yanıtlardan birisi nesneleri ayırt ederken kullanılan fonksiyonel bağıntılardaki ufak değişimlerin buna neden olabileceği fonksiyonda ise temel olarak bir değişikliğin olmasına gerek olmadığıdır.

Bir diğer yaygın eleştiri inanç düşünce gibi zihinsel olguların anlaşılma şekliyle alakalı ve bu anlaşılmanın fonksiyonel yapıyla alakasız oluşudur. Şöyle ki, inanç ve düşüncelerimize direktman bir erişime sahibiz, içe bakış (introspection) yoluyla bir başka ara neden olmadan hakkında bilgi edinebildiğimiz bu süreçlerin fonksiyonel, yani belirli süreçlerle ve ara basamaklarla açıklanması tezat görünmekte. 

Panpisişizm

Bilim sayfalarını takip eden çoğu kişi aslında atomların da minimal düzeyde bir bilinçliliğe sahip olduğuyla ilgili kimi savlara denk gelmiştir. Bu düşünceler ilk başta akla ziyan gelse ve “Nasıl, bu atom seninle, benimle aynı hislere mi sahip?” tepkisi verdirtse bile, esasında bilincin belirli parçalara bölünebildiğini, bilinç öncesi bir evre olduğunu veya bilinçlilik ile fiziksel arasında bir ortaklık olduğunu kast ediyoruz. Kimse bir hidrojen atomuyla aynı zihinsel düzeyde olduğumuzu iddia etmedi. Ama bilincimizden bir parçaya sahip olabileceğini söylemek de, ilk seçenek kadar absürt değil.

Bilincin doğaya içkin olduğu iddiası iki şekilde gerçekleşebilir. Bilincin tek tek parçalardan oluştuğunu ve bizimkisi gibi bir sürece gelene kadar bir nevi kurulum süreci geçirdiğini söyleyebiliriz veya bilincin evrene içkin olup bizim bilince ulaştığımızı ya da bilincin kurulumun tersi bir ilişkiye girerek çözüldüğünü söyleyebiliriz.

Bilincin nasıl içkin olduğu yani doğada bulunan ilkel formun bir anlamıyla, şimdiki bilinçliliğimizden ne kadar uzakta olduğuna verilecek cevap bilincin doğasına ilişkin cevabı barındıracaktır. Yukarıda da bahsedildiği gibi üç temel seçenek var gibi durmaktadır. Bilincin belirli parçalara ayrılabilir gibi durması, bilinç öncesi ve sonrası ayrımı yapabileceğimiz bir yapı veya bilinçlilik ile fizikselin ikisi de olmayan bir ortaklıktan gelmesi.

Düalizm içerisinde değerlendirilebilecek bir yaklaşımdan muzdarip olduğundan zihinsel etkileşim eleştirisinin panpisişizme de uyarlanma tehlikesi var. Lakin yukarıdaki seçeneklerden birisi bu eleştiriye özellikle dirençli görünmekte. Eğer ki fiziksel ve zihinselin kökensel bir bağının olduğunu kabul ediyorsak ikisi arasındaki etkileşimin kabulü çok daha kolay olacaktır. Nötral monizm olarak adlandırılan bu görüşün kombine versiyonunu da kullanabiliriz. Mesela kurulumcu bir nötral panpisişizm ile bilinçlilik düzeyinin arttığını iddia edebiliriz. Bu yine aynı direnci göstermemizi sağlayacaktır. 

Fizikalizm lehine getirilen nedensel etkileşim argümanı da yine anti-fizikselci kuramlara yönelik bir tehdit içerse de bu tarz bir zihin kuramı için herhangi bir tehdit barındırmamaktadır. Zihinsel ile fiziksel olarak ayırdığımız yapıların bu kadar etkileşim halinde olması, beyinde spesifik bölümlerin aktif olmasıyla yine spesifik bilinç durumlarının eşlenmesi gibi gözlemler bilincin aslında fiziksel ile bu kadar eşlenik hareket etmesinden kaynaklı aynı tehdidi nötral panpisişizme karşı gösteremiyor. Yani bu teori bir anlamda iki karşıt zihin kuramı yaklaşımının nihai eleştirilerinden uzakta konumlanabilmektedir.

En temelde böyle bir dokunulmazlık noktasına sahip olarak gözüken panpisişizmin dezavantajları da yok değil tabii ki. Kurulumcu panpisişizm veya türevleri için, birleşen bilinçli parçacıkların hepsinin ayrı bir benliğe sahip olmasının tek bir benlikle niye son bulması gerektiği gayet makul bir şekilde sorulabilir. Aynı soru farkındalık için de getirilebilir. Eğer tek tek birleşen farkındalığa sahip parçacıkların tek bir farkındalığa sahip özneye evrilmesi a priori olarak zorunlu değilse, kavranabilirlik argümanında getirdiğimiz eleştirinin benzerini getirerek birlikte hareket eden ama bir benlikte birleşmeyen bir durumu hayal edebiliriz. Buradaki olumsallığın ortadan kalkması için bilinçli parçacıkların olumsal bir ‘1000’ parçacık sayısında kendilerini yeni bir benliğe teslim edeceklerinin ön kabulü olmalıdır. Ama burada sayı neden 1000 olmalı veya başka bir sayıysa da niye o sayı olmalının cevabı olumsal kaçacaktır.

Aynı sorun çözümlenme, yani evrene içkin olma durumu için de geçerlidir. Evrene içkin olma durumunun bir diğer alternatifi için bilince ulaşan bilişsel bir yapıya sahip olduğumuzu düşünelim. Bu durum kurulum ve çözülüm ihtimallerinin yarattığı olumsallığı bertaraf eder. Lakin burada da farklı bir olumsallık var gibi durmakta. Hepimizin aynı benliğe sahip olması ihtimali ile farklı benliklere sahip olmamız arasında bir olumsallık var. Eğer ki hepimiz aynı benliğe bağlıysak ve bizim kendimize ait algıladığımız benliğimiz bir yansımadan ibaret ise nasıl bu kadar farklı kişilik tipleri dünyada var olmakta? Diye makul bir soru daha zinciri izleyebilir. Burada verilen cevap benlik ile kişilik arasındaki ayrımı işaret ederek benliğin temelde ayırt edilemez olduğu söylenebilir. Nitekim gerçekten öyledir. Benliklerimiz kıyasa kapalıdır. Kimlik özelliklerimiz kıyaslanabilir durumdadır. Ama bu durumda kimliksiz bir benliği varsaymak durumunda kalıyoruz.

Alternatif olarak belirim panpisişizmi savunulabilir. Kısaca tuğlalardan binaya olan dönüşümü gözlemlediğimiz kurulum panpisişizmi gibi bir yapıdan ziyade yakıcı oksijen ile yanıcı hidrojenin birleşiminden ortaya çıkan su analojisi gibi bir kuram düşünebiliriz. Burada mikro yapıya yine bir bağlılık durumu var ise de aralarındaki bağıntının izi sürülemez.

Bu seçenek dualizme gelen etkileşim ilkesinden kaçamaz görünmektedir. Çünkü kurulumcu panpisişizm gibi bir devamlı sürece sahip değildir. Alt yapı ile üst yapı arasında kopukluk vardır.

Bir diğer seçenek kimlik panpisişizmidir. Üç ihtimal görüş alanı dahilinde bulunmakta. Bunlardan ilki Leibniz’e aşina olacağı monadcı panpisişizm, kuantum ve kozmopanpisişizmdir.

Son seçeneği yukarıda zaten verdiğimiz için onu es geçebiliriz. Ama iki ihtimal incelenmeye değer. İlk görüşe göre bizim benliğimiz ve bütün deneyimlerimiz tek bir atomla eşlenik. Yani diğer bütün atom gruplarını dışlayarak sadece bir atomu işin içine katıyoruz. Bu ihtimal, yazının başında verdiğimiz tek bir atomun bizim bütün deneyimlerimize sahip olma ihtimaline ciddi ölçüde kapı aralıyor. Eğer bütün deneyimlere eşitlemiyorsa bile şuan bilişsel süreçlerden çok ayrı gözüken pek çok deneyimsel zihinsel ifadeyi de bilişsel durumlarla eşleştirmek zorunda. Ama bir diğer sıkıntı niye belirlli bir atomun eşlenik olacağı, diğer atomlardan farklı kılan nedir? Sorusunu yöneltebilmemiz ve bu atom ortadan kaybolduğunda (birşekilde sistemimizden atıldığında) bilinçliliğimizin aniden gidip gitmeyeceği sorusu, gidecek olması ihtimali de bize makul görünmemektedir. 

Kuantum panpisişizmine başvurduğumuz zaman da pek çok sorunla karşılaşırız. İlk başta kuantum dolanıklık kavramını kullanarak olumsal olan benliklerin tek bir benliğe dönüşmesi durumunu birbirine bağlı farklı benliklerin sistem içerisinde tekleşmesiyle giderebilir gözükmektedir. Lakin burada yine bir başka sıkıntı olarak bu sistemin kendisinin üst benlik olarak alınmasının olumsal bir benlik olacağı gözümüze çarpar. 

Panpisişizm bu ve bunun gibi pek çok sıkıntıdan muzdarip olsa da günümüzde en çok tercih edilen anti-fizikselci kuram olduğunu söyleyebiliriz.

Yeniden Temsilcilik

Bilincin dış dünyanın temsili olduğunu söylemek seçeneklerimizden birisi sayılabilir. Eğer ki temsil edilen şeyin kendisinin nasıl temsil edildiğinin bilgisine ulaşılma gibi bir durum yoksa bu durumda zihin ile fiziksel arasındaki ayrımı var gibi algılamamız normal oluyor. Çünkü zaten konsept kısmında belirtildiği gibi algılamamız açısından bir bağıntısızlık yaşıyoruz.

Burada yeniden temsilciliği üç kola ayırabiliriz gibi gözüküyor. Kendi başına yeniden temsilin bilinçliliği açıklama seçeneği, yeniden temsilin bir başka teoriyle eklemlenerek bilincin ana hattını oluşturması ve bilinçte duyumsal deneyimlere eşlik etme seçenekleri.

Fark edileceği üzere yeniden temsilin güçlendirilmiş halinden zayıf haline doğru bir geçişlilik sağladık. En güçlü formunu salt temsil olarak alabiliriz ve bu seçeneğin tercih edilmediğini söylemek yalan olmaz. Kendi başına bir şeyin yeniden temsili o şeye hiçbir şey eklemlemez. Tıpkı bir sözcüğün başka bir dile çevrilmesi gibi bir niteliğe bağlamamış oluruz. Daha seçilesi bir seçenek olarak fonksiyonalizm gibi bir başka zihin kuramına eklemlenen ama baskın olarak yeniden temsilin dahil olduğu seçenek karşımıza çıkar. Burada da tekrardan yeniden temsilin asıl görevinin ne olduğu sorulabilir. Kendi başına hiçbir nitelik ekleme durumu yok ise aslında eklemlendiği teorinin kendisini tartışmaya açacaktır. Kendisini değil.

Diğer bir seçenek de yeniden temsili epey bir kısıtlamaktadır. Ve fizikalizmi kendi başına destekleyebilecek bir savunu gibi durmamaktadır.

Yeniden temsile genel olarak getirilen eleştiri kimi zihinsel durumlarımızın herhangi bir şeyi temsil etmemesidir. Mesela ağacın bilincinde olduğumuzu söylerken aslında onun bir temsiline sahip olabiliriz, peki ya acı dediğimiz zaman veya mod durumlarını işaret ettiğimizde orada temsil edilen nedir? Verilen cevaplardan birisi acı durumunda sistemimizin edindiği olumsuz uyaranı temsil ettiği söylenebilir. Depresyon gibi bir ruh halinde ise işlemeyen beyinsel sistemimizin genel bir temsilini işin içine katıyoruz denebilir. Tabii ki bunlar genel cevaplardır. Detay için bkz (Nanay, B).

Global Çalışma Alanı Kuramı

Baars tarafından geliştirilen bilişsel bir kuram olan bu tez bilinci erişim ve kullanım için sınırlı kaynaklara sahip beynin içinde işlemciler ve girdi-çıktı terimleriyle ifade edilebilecek bir yarıştan doğduğunu ifade eder.

Bilinçli sayılması için bilgi içeren bir ifadenin kortekse dağılması ve diğer bölgelerle etkileşime geçmesi gerekmektedir.

Üstel Düzey Kuramlar

Bilincin bir tür meta bilişsel ifade olabileceği fikri gayet açık durmakta. Zira temel kategorilerden bahsederken de bilincin kendini doğrulayan bir sistem olduğundan ve refleksif olduğundan sürekli bahsedildi. Eğer ki bilinci desteklemek için bir argüman kullanacaksak; bilinç için bilince sahip bir öznenin bilincinde olma durumunun farkında olduğunu söyleyerek başlayabiliriz. Bilincinde olma durumu bir ‘-in’ takısı içerme durumundadır. Takıyı içermeyen bilinçli ifade bizim bildiğimiz anlamıyla bilinçli ifade sayılamaz. Eğer bu ifade bilinçsel ifadelerimizden ayrılamıyorsa bilincin belirli şeyleri temsilden ibaret olduğunu söyleyebiliriz demektir. Eğer bilincin üstel bir temsili ifade ettiğini söylüyorsak da bilincin üstel düzey bir durum olduğunu bir meta zihinsel ifade olduğunu söyleyebiliriz. 

Ne var ki bu argüman bilinçli olma durumuna eşlenik olma ile özsel olma arasındaki ayrımı gerçekleştirememektedir. Tıpkı konseptlerde getirilen bilincin doğasına getirilen eleştiri ile algısına getirilen eleştiri ayrımının yapılamaması gibi. 

Bununla birlikte üstel düzey kuramı yeniden temsilcilikle bağıntılı olduklarını da hemen söyleyebiliriz. Aralarındaki fark temsil durumunda temsil etme durumunun esas açıklayıcı olmasıyken burada üstelliğin açıklama rolünde kullanılmasıdır.

Üstel teorileri, algıyı veya düşünceyi baz alarak geliştirmek mümkündür. 

Yukarıda verilenler dışında pek çok kuramı daha eklemek mümkün. Ancak yazının okunabilirliği açısından daha sonra ilgili makaleler girilecektir.

İngilizce İleri Okuma Tavsiyeleri

  • Michael Tye – Consiousness, Color and Content
  • Robert Kirk – Robots, Zombies and Us
  • David Chalmers – Conscious Mind — Panpsychism and Panprotopsychism — The Combination Problem for Panpsychism 
  • David Papineau – Phenomenal and Perceptual Concept
  • Joseph Levine – Phenomenal Concept and Materialist Constraint
  • Martine Nida-Rümelin – Grasping Phenomenal Properties
  • Tim Bayne – Unity of Consciousness
  • Stephen Stich, Ted A. Warfield, Kenneth Aizawa, John Bickle – The Blackwell Guide to Philosophy of Mind
  • Uriah Kriegel – Self-representational Approaches to Consciousness – Subjective Consciousness
  • Jonathan J. Loose – Blackwell Companion to Substance Dualism
  • Freya Mathews – A Contemporary Panpsychism
  • Jiri Benovsky – Panpsychism, Dual-Aspect Theory and the Combination Problem

Türkçe İleri Okuma Tavsiyeleri

  • Daniel Dennet – Bilinç Açıklanıyor — Aklın Gözü
  • John Searle – Zihnin Yeniden Keşfi — Bilinç ve Dil
  • Stephen Priest – Zihin Üzerine Teoriler
  • Thomas Nagel – Zihin ve Evren
  • Roger Penrose – Zihnin Gölgeleri
  • Paul M. Churchland – Madde ve Bilinç, Platon’un Kamerası

1 Comment

  1. Zihin felsefesine dair okuduğum tek şey sizin bu yazınız oldu. Anlamakta da zorlandım diyebilirim. İngilizce ileri okuma önerilerinizi okursam anlayabilir miyim?

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

Demokratik Sosyalizm, Sosyal Demokrasi Değildir – Michael A. Mccarthy

Önceki Makale

Öz-Bilgi (Stanford Felsefe Ansiklopedisi)