//

Feminist Felsefe(Stanford Felsefe Ansiklopedisi)

4938 görüntülenme
92 dk okuma süresi
Kualia Analitik Felsefe

Kualia Analitik Felsefe

Çevirmen: Zeynep Duru

Kaynak: https://plato.stanford.edu/entries/feminist-philosophy/#Intr

 

ÖNSÖZ

Tarih boyunca bir özne olarak kadının toplumsal hayatta var olması ve kendi otonomisi bağlamında hareket edebilme özgürlüğü kısıtlanmış, ataerkil sosyal ve kültürel yapılar “toplumsal bir özne olarak kadın”ın önündeki en büyük makro engellerden olmuştur. Kendi otonomluğu içerisinde hareket edebilme kabiliyetini kaybetmiş/kaybettirilmiş kadınlar ataerkil normlar tarafınca idealize edilmiş ve bu idealizasyonun arka planını kadını pasif bir özne olarak kuran cinsiyet rolleri belirlemiştir.

“İdeal kadın özne” bu normlara göre pasif, itaatkar, boyun eğen; duygusallığı ve irrasyonaliteyi sembolize eden özneyken, erkek özne rasyonelliği, gücü ve karar verici ana otoriteyi sembolize etmektedir. Bu bağlamda ideal kadın özne adeta Yunan mitolojisinde/dininde ataerkil normların kendinde cisimleştiği Zeusa bağlılık yemini eden bakire tanrıçalara (ideal tanrıçalara) veyahut Henrik Ibsen’in “bir bebek evi” adlı oyununda ataerkil kültürün kendinde cisimleştiği eşi tarafınca ona adeta bebek gibi davranılan “Nora” karakterine indirgenmiştir.   Patriyarka  kendini gerek bireysel- toplumsal hayat içerisindeki davranış kalıplarında gerekse edebiyattan sanata, sanattan felsefeye kadar bir çok alanda göstermiştir.

19. yüzyılın ortalarından itibaren kadınların erkeklerle eşit statü ve eşit haklar bağlamında verdikleri mücadeleler feminizm kavramını ortaya çıkaran ana sebeplerden bir tanesidir. O günden bu güne kadınlar toplumsal ve siyasal hayat içerisinde verdikleri mücadelelerle zaten kendilerinin normatif olarak temellendirilen haklarının bir çoğunu kazandılar. Ancak her şeye rağmen en ileri demokrasilerde dahil olmak üzere patriyarka tam anlamıyla çözünmemiş ve her dönemde öyle ya da böyle, geçmişe kıyasla az veya çok tahakküm kurmaya çalışmıştır/çalışmaktadır. Bu bağlamda erkek egemen sosyal otorite biçimleri ve iktidar yaklaşımları günümüzde hala geçerliliğini korumaktadır ve “otonom bir özne olarak kadın”ın önündeki diğer bir çok değişkenle beraber dimdik durmaktadır.

Virginia Woolf’un tabiriyle kadınlar bu türden bir kültüre karşın “kendilerine ait bir oda” elde etmek için fikirsel sistemlerini siyasal-toplumsal ve felsefi düzlem içerisinde farklı ideolojilerden, düşünsel sistemlerden ve kavrama biçimlerinden almışlardır. Çevirisini siz değerli okuyucularımıza sunduğumuz bu girdinin (entry) de belirttiği gibi feminist felsefe ve mücadele monolitik bir düzlemde değerlendirilmemeli, farklı geleneklerin kadın mücadelesi için ortaya attığı tezler/yaklaşımlar unutulmamalıdır. Ancak bütün farklılıklara rağmen feminist gelenekler içerisinde sabitler ve ortak amaçlar bulunmaktadır: otonom bir özne olarak kadın, erkeklerle eşit haklar ve özgürlükler, bir gruba ait oldukları için yaşanılan adaletsizliklerin eliminasyonu ve toplumsal bir özne olarak kadının zincirlerinden azade bir biçimde inşası.

Kualia Felsefe Dergisi olarak feminist felsefesinin değerinin ve öneminin farkındayız. Buradan hareketle ülkemizde her geçen gün bir başka kadının cinayete kurban gittiğine tanık olmamız, kadınları ve LGBTİ+ bireyleri koruyan İstanbul Sözleşmesi gibi tartışmaya açılmaya abesle iştigal bir konunun tartışılmasından duyduğumuz rahatsızlıktan ve bütün bunların birleşmesi sonucunda toplumsal cinnetin eşiğine gelmemizden dolayı bu değerli metni tercüme edip yayınlama kararı aldık.

Bizler felsefenin toplumsal ve pratik olanla ilişkisi olması gerektiğini düşünüyoruz, felsefenin salt bir akademik çevreye ve o çevrede üretilen sorunlara çözüm bulma aracı haline getirilmesine karşı çıkmaktayız. Felsefenin toplumsal olanla ilişkili, ondan beslenen ve onu besleyen bir alan olduğunu; toplumsal problemlerden yalıtık ve salt akademik çevrelerin tekelinde olan bir alan olmadığını düşünmekteyiz.

Bu durumdan hareketle İstanbul Sözleşmesi üzerinden yaratılmaya çalışılan tartışmayı tehlikeli ve kötü niyetli bulmaktayız. İstanbul Sözleşmesi kadınları ve LGBTİ+ bireyleri koruyan, onların ait oldukları kimlikler bağlamında adaletsizliğe, haksızlığa ve nefrete uğramamalarını amaçlayan uluslararası bir sözleşmedir. Bu sözleşmenin ülkemizde belli çevreler tarafınca tartışmaya açılmasını şaşkınlıkla izliyoruz;  gelenek, görenek ve örf gibi sadece belli bir kesimin belli başlı değer yargıları atfettiği kavramlar aracılığıyla sözleşmenin kaldırılmasını savunmanın mevcut ataerkil alt kültürü ve pratikleri güçlendirmeyi ve korumayı amaçladığının farkındayız.

Kualia Analitik Felsefe Dergisi olarak kadınların kendi özerklikleri içerisinde kendi iyilik anlayışlarının peşinden en az erkekler kadar gitme haklarının olduğunu, özgür olduklarını ve tahakküm altına alınmamaları gerektiğini düşünmekteyiz. Tam da bu yüzden ülkemizde son günlerde artmakta olan kadın cinayetlerine ve nefret bağlamında LGBTİ+ cinayetlerine karşı Stanford Felsefe Ansiklopedisinin “Feminist Felsefe” girdisini yayınlama kararı aldık.

Son olarak bu metni Pınar Gültekin, Özgecan Aslan ve Ceren Damar gibi cinayete kurban giden kadınlara; Ahmet Yıldız, Hande Kader ve Ferhat İlken gibi LGBTİ+ birey olmaları hasebiyle nefret cinayetine kurban giden bireylere adıyor, farklı ahlaki standartları ve yaşam biçimlerini göz ardı ederek mevcut patriyarkayı güçlendirmek için öne sürülen sözde argümanları reddediyor, lanetliyoruz!

 

– KUALİA ANALİTİK FELSEFE DERGİSİ

 

 

 

 

İlk yayınlanma tarihi 28 Haziran 2018, Perşembe

Bu girdi, Stanford Felsefe Ansiklopedisi’nin (SEP) feminist felsefe bölümündeki bütün girdilerinin genel değerlendirmesi niteliğindedir. Feminizm tarihinin kısa bir açıklaması ve feminizmi tanımlama konusundaki çeşitli sorunlardan sonra, girdi üç ana bölümü ele almaktadır; (1) feminist felsefeye yaklaşımlar, (2) felsefedeki feminist girişimler, (3) feminist felsefi konular.

Çağdaş felsefenin Batılı gelenekleriyle çalışan feministler, analitik, kıta ve pragmatist felsefeyi de içermek üzere, başka çeşitli yönelim ve kesişimlerle beraber, çalışmalarında şahsi geleneklerini de kullanmaktadırlar. Bunu yaparken aynı zamanda süregelen temel felsefe sorunlarının nasıl anlaşıldığı konusuna da müdahale ederler. Feminist felsefeciler ahlaktan epistemolojiye kadar geleneksel felsefe alanlarındaki çalışmalarını devam ettirirken felsefenin kendisini değiştiren görüş ve perspektifleri de getirmiş oldular. Beden, sınıf ve iş, engellilik, aile, üreme, benlik, seks işçiliği, insan ticareti ve cinsellik gibi daha önce sorun haline getirilmeyen felsefe konularını da yorumlamaktalar. Bilim, küreselleşme, insan hakları, popüler kültür, ırk ve ırkçılık gibi konulara da bilhassa feminist bir bakış açısı getirmektedirler.

  1. Giriş
  2. Feminizm Nedir?

2.1 Feminist İnançlar ve Feminist Hareketler

2.2 Normatif ve Açıklayıcı Unsurlar

2.3 Feminizm ve Kadın Çeşitliliği

2.4 Cinsiyetçilik Karşıtlığı Olarak Feminizm

  1. Feminizme Yaklaşımlar
  2. Felsefedeki Girişimler
  3. Feminizmde Konular

-Bibliyografi

 

 

 

 

  1. Giriş

Bu girdinin de belirttiği gibi, feminizm hem entelektüel bir bağlılığı hem de kadınlar için adaleti ve cinsiyetçiliğin her şekilde sona ermesini amaçlayan politik bir harekettir. Toplumsal adalet arayışıyla güdülenen feminist araştırma; sosyal, kültürel, ekonomik ve politik fenomenlerle ilgili çok çeşitli perspektifler sunar. Paylaşılan birçok ortak bağlılıklara (commitment) rağmen, feminist filozoflar arasında felsefi yönelimlerle (örneğin; kıta ya da analitik), ontolojik bağlılıklarla (kadın kategorisi gibi) ve ne türden politik ve ahlaki çarelerin aranmasıyla ilgili sayısız farklılık vardır.

Çağdaş feminist felsefe, 1970’lerde daha çok kadının felsefeyi de içeren yükseköğrenim kariyerlerine başlamasıyla ortaya çıkmıştır. Böylelikle, felsefi soruşturmalarda konulara kendi deneyimleriyle/tecrübeleriyle yaklaşmaya başlamışlardır. Bu araştırmacılar hem ortalarında oldukları feminist hareketlerden hem de feminizmle hiçbir ilgisi olmayan kendi felsefi eğitimlerinden etkilenmişlerdir. Son zamanlara kadar “feminist felsefe” konusunda yüksek lisans yapmak mümkün değildi. Öğrenciler ve bilim insanları Simone de Beauvoir’un yazılarına bakabilir ya da Mary Wollstonecraft gibi “birinci dalga” feministlerin yazılarına tarihsel bir açıdan yaklaşabilirken, feminist felsefenin ortaya çıkışının ilk yıllarında yazan filozofların çoğu, 1960’larda ve 1970’lerde kadınların bağımsızlık hareketinin gündeme getirdiği kürtaj, pozitif ayrımcılık, fırsat eşitliği, evlilik kurumları, cinsellik ve aşk gibi sorunları analiz etmede kendi özel eğitimlerini ve uzmanlıklarını kullandılar. Buna ek olarak, feminist felsefe gittikçe felsefecilerin ilgilendiği konuların aynılarının üstünde durmaya başladı.

Feminist felsefe kadına, onun rollerine ve konumuna verilen ilgiyle başlar. Kadınlar ne yapmaktadırlar? Hangi sosyal/politik konumlara dâhildirler ve değildirler? Faaliyetleri erkeklerin faaliyetleriyle karşılaştırınca nasıl farklılıklar göstermektedir? Bazı kadın gruplarının faaliyetleri veya bazı şeylerden hariç tutulmaları diğer grupların aktivitelerinden ve hariç tutulmalarından farklı mıdır, eğer öyleyse neden? Kadınların çeşitli rolleri ve konumları neleri sağlamaktadır ve nelere engel olmaktadır? Kadınların rollerine nasıl önem gösterilmiştir ve gösterilmemiştir? Bir kadının karmaşık benliğinin kapsadığı sınıf, ırk, kabiliyet ve cinsel kimlik, onun konumunu nasıl etkiler? Buna ek olarak kadınların deneyimlerine ve kaygılarına dikkat çekeriz. Herhangi bir kadının deneyimi ya da problemi önemsenmemiş ya da gerekli ilgiyi görmemiş midir? Bunlara gösterilen ilgi şu anki metotları ya da değerleri nasıl değiştirir? Buradan sembolizm boyutuna geçmekteyiz. Kadınsılık nasıl somutlaştırıldı/desteklendi ve felsefe metinleri bağlamında nasıl yapılandı? Kadınsılık, merkezi felsefe kavramların biçimlenmesinde, yokluğu ya da varlığıyla, nasıl bir rol oynar? Bunun gibi daha birçok soru…

Feminist felsefeciler bu sorularla ilgilenmek için kendi felsefi araçlarını/metotlarını kullanmışlardır. Bu feminist felsefeciler en iyi bildikleri ve en çok umut vadettiklerini düşündükleri araçları kullandıkları için feminist felsefe, yirminci yüzyılın sonunda analitik, kıta ve klasik Amerikan felsefesi de dâhil olmak üzere, Batı felsefesinin geleneklerinden ortaya çıkmaya başladı. Bu yüzden, çalışmaların tematik odağının genellikle bu geleneklerin vurguladığı konular ve sorulardan etkilenmesi şaşırtıcı değildir. Dolayısıyla, sonuç olarak, belirli bir soru, aşağıda tartışıldığı gibi bazen çok çelişkili cevaplar ile bir dizi görüş açısından ele alınabilir ve incelenebilir.

Dolayısıyla feminist felsefe ne metot ne de sonuç konusunda homojen değildir. Feminist felsefi çevrelerde, feminist hedefler için felsefe babında belirli yöntemlerin etkisi konusunda önemli tartışmalar olmuştur. Örneğin bazıları, kıta felsefesinin bazı ekollerinde bulunmayan hem biçim hem de kanıtlamaların netliğini sağlamak adına analitik felsefe yöntemlerine yaklaşırken, diğerleri ise iddia edilen netliğin insan deneyiminin duygusal, ruhani veya somutlaşmış bileşenlerine ilişkin anlayışı sağlayan retorik tarzlara ve metodolojik yaklaşımlara mal olduğunu savunmuştur. Diğer feministler Kıta yaklaşımlarında bazen eksik olan biçim ve kanıtlama netliğini/sadeliğini ve analitik yaklaşımlarda bazen eksik olan gerçek dünyaya yönelik sorunlarla ilgili bağlantıları sağlamak için Amerikan Pragmatizminin yaklaşımlarını benimsemişlerdir.

1982’de feminist felsefe için bir çatı olarak kurulan Hipatia: Feminist Felsefe Dergisi, üç farklı geleneğin de çalışmalarını yayınlayarak feminist felsefeye yapılan metodolojik yaklaşımların çeşitliliğini benimsemiştir. Her bir gelenekteki feminist ilim, 1972’de Birleşik Devletler’de kurulmuş olan Felsefe Kadınları Derneği’ni de içeren birçok profesyonel kurumlardaki bilimsel değişimleri geliştirmiş ve desteklemiştir. Ayrıca, 1991’de kurulan Analitik Feminizm Derneği feminizm konularının geniş çapta analitik olarak yorumlanan yöntemlerin çalışmalarını ve feminist sorunlara uygulanan analitik metotların incelenmesini desteklemekte ve analitik feministlerle ilgilenenlerin buluşup fikir alışverişinde yapabileceği bir ortam sağlamaktadır. philoSOPHIA 2005 yılında kıta feminist ilmini ve pedagojik gelişimi desteklemek için kurulmuştur. Kadın Filozof Çalışmaları Topluluğu 1987’de kadınların felsefe tarihine katkılarının çalışmalarını desteklemek için kurulmuştur. Birçok kıtadaki benzer kuruluşlar ve dergiler feminist felsefeyi geliştirmeye devam etmektedir.

Feminist felsefenin monolitik olmadığı taraflar aşağıda tartışılacaktır. Yine de feminist felsefeciler, eleştirdikleri geleneksel felsefeden farklı olarak, kendi çalışmalarının bütün kadınlara hitap etmesini ve onların çeşitli deneyimlerini yansıtmasını istemiş olsalar da uygulamada bunun her zaman bu şekilde olmadığını en baştan belirtmekte fayda vardır. Feminist felsefecilerin üstesinden gelmeye çalıştıkları bir kısıtlama da insanlara yapılan baskılara verilen yetersiz dikkattir; örneğin, ırk, cinsellik, yetenek, sınıf, din ve milliyet. Feminist felsefe, yetersiz kalsa bile kapsayıcı olabilmek ve plüralizm için çaba gösterir.

  1. Feminizm Nedir?

2.1 Feminist İnançlar ve Feminist Hareketler

“Feminizm” teriminin birçok kullanımı vardır ve çoğunlukla anlamları tartışılmaktadır. Örneğin, bazı yazarlar “feminizm” terimini Birleşik Devletler ve Avrupa’daki belirli tarihi politik hareketleri nitelendirmek için kullanırken, diğer yazarlar kadınlara karşı yapılan adaletsizlikleri tanımlamak için kullanırlar ancak bu adaletsizliklerin tam listesi üzerinde bir fikir birliği yoktur. “Feminizm” teriminin İngilizcede kadınların 19. yüzyıl sonlarındaki aktivizmiyle bir bağlantısı olsa da kadınların tahakküm/baskı altına alınmasıyla ilgili önemli bir politik aktivizmin olmadığı dönemlerde bile, insanlar kadınlar adına adaletle ilgilenip ve teoriler ürettikleri için, feminist düşünce ve inançların feminist politik hareketlerden ayrılması faydalıdır. Bu yüzden, örneğin, kendi tarihi bağlamında bir istisna olsa bile (Bkz; Tuana 1994), Platon bazı kadınların yönetmek için eğitilmesi gerektiğini düşündüğünden (Devlet, Cilt V), onun feminist olup olmadığını sorgulamak mantıklıdır.

Buradaki amacımız fikir dizisi ya da politik hareketler silsilesi olarak feminizm tarihini incelemek değil, bunun yerine modern feminist felsefeye ilgi duyanlara bu terimin en çok ilgili olduğu bazı merkezi kullanımların bir portresini sunmaktır. Aşağıda belirttiğimiz referanslar söz konusu konulardaki mevcut çalışmaların yalnızca küçük bir örneğidir; konuyla ilgili spesifik girdilerde ve bu girdinin sonunda ise eksiksiz kaynakçalar mevcuttur.

1800’lerin ortasında “feminizm” terimi “kadınların özellikleri” anlamında kullanılıyordu ve 1892’de Paris’te düzenlenen İlk Uluslararası Kadın Konferansı’ndan sonra, Fransızca terim féministe sayesinde, İngilizcede sıkça cinsiyet eşitliği fikrine dayalı olarak kadınlar için eşit haklara inanç ve savunuculuk olarak kullanılmıştır. İngilizcede “feminizm” terimi kaynağını on dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başlarında Avrupa ve Birleşik Devletler ’deki kadınların oy hakkı seferberliğinden alsa da elbette kadınlar için adalet sağlama çabaları bu aktivizm dönemiyle başlamamış veya bitmemiştir. Bu nedenle bazıları, tartışmalı olsa da Birleşik Devletler’ deki kadın hareketlerinin “dalgalar” halinde gerçekleştiğini düşünmeyi yararlı bulmuştur. Dalga modelinde, on dokuzuncu yüzyılın ortasından 1920’deki On Dokuzuncu Değişikliğe (Nineteenth Amendment) kadar geçen temel siyasi haklara ulaşma mücadelesi “Birinci Dalga” feminizm olarak adlandırılır. Feminizm iki dünya savaşı arasında zayıflayıp 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında “İkinci Dalga” feminizm olarak “canlanmıştır”. İkinci dalgada feministler, daha geniş çaplı bir eşitlik için mücadele etmek üzere ilk zamanlardaki politik hak arayışlarının ötesine geçmişlerdir, örneğin; eğitimde, iş yerinde ve evde. Feminizmin daha yakın zamandaki değişimleri “Üçüncü Dalgayı” doğurmuştur. Üçüncü Dalga feministler, çoğunlukla İkinci Dalga feminizmi kadınlar arasındaki ırk, etnik yapı, sınıf, millet, din farklarını görmezden gelmesi sebebiyle eleştirir (Aşağıda bölüm 2.3’e bakılabilir, ayrıca Breines 2002; Spring 2002) ve cinsiyet mücadelesinin alanlarından biri olarak “kimliği” vurgularlar. (Dalga modeli ve her bir “dalga” hakkında daha fazla bilgi için: Other Internet Resources.)

Ancak bazı feminist araştırmacılar, tarih boyunca ve kültürler arasında “feminist” olarak düşünülmesi gereken erkek egemenliğine karşı direnişin var olduğu gerçeğini gölgede bıraktığı için, yani feminizm Batı’da son yüzyıldaki birkaç (Beyaz) kadınla sınırlı olmadığından dolayı, feminizmi politik aktivizmin belirli dönemleriyle tanımlamaya karşıdır. Dahası, Avrupa ve ABD’deki nispeten son zamanlarda erkek egemenliğine karşı gösterilen çaba da göz önüne alındığında, “Birinci” ve “İkinci” Dalga feminizm 1920 ve 1960 arasındaki erkek egemenliğine karşı devam eden direnişi ve ana akım siyasetin dışındaki, özellikle beyaz olmayan kadınlar ve işçi sınıfındaki kadınların direnişini görmezden gelir (Cott 1987).

Bu problemleri çözmek için bir strateji, feminizmi belirli bir siyasi harekete katılmaktan ziyade bir dizi fikir veya inanç açısından tanımlamak olacaktır. Yukarıda da gördüğümüz gibi, bu, çalışmaları zamanında anlaşılmayan veya takdir edilmeyen, izole edilmiş feministleri saptamamıza olanak verecektir. Ancak nasıl temel bir feminist inanç dizisi belirlemeliyiz? Bazıları, terimin görünüşte kadınların eşit haklarına olan bağlılığını sağlayabilmek için bir araya getirilen politik fikirlere odaklanmamızı önerebilir. Bu, kadın haklarına olan bağlılığın ve savunuculuğun Batı’daki Kadınların Kurtuluş Hareketi (Women’s Liberation Movement) ile sınırlı olmadığını kabul eder. Ancak bu da feminizmi politik ve ekonomik hayata liberal bir yaklaşım içine aldığı için tartışmalara yol açar. Çoğu feminist muhtemelen kadınlar için eşit haklara ulaşmanın feminizmin başarılı olması için gerekli bir koşul olduğu konusunda hemfikir olsa da çoğu aynı zamanda bunun yeterli olmayacağını savunur. Bu, erkek egemenliğindeki kadınların baskısının çoğu zaman yalnızca onları siyasi ve yasal haklardan mahrum etmekten ibaret olmakla kalmayıp aynı zamanda toplumumuzun yapısından ve kültürümüzün içeriğinden, lisanların işleyişinden; onların algılarımızı nasıl şekillendirdiğinden ve bilincimize nasıl işlediğinden kaynaklanır. (örneğin, Bartky 1988, Postl 2017).

Öyleyse, feminizmin ne olduğunu sormanın bir anlamı var mıdır? Bu terim hakkındaki tartışmalar ve bir toplumsal hareketin sınırlarını çizme politikası göz önüne alındığında, bazen yapabileceğimiz en iyi şeyin çeşitli feminist inançları yansıtan bir dizi ayrımı ifade etmek olduğunu düşünmek cazip gelebilir. Ancak, aynı zamanda hem anlaştığımız hem de anlaşmadığımız noktaların en azından bir kısmını saptamamıza olanak veren sistemli bir yapıya sahip olmak hem entelektüel hem de politik açıdan değerli olabilir. Feminizmin temel öğelerinden bazılarını politik bir konum veya bir dizi inanç şeklinde ele alarak başlayacağız/başlayalım.

  • Normatif ve Açıklayıcı/Tanımlayıcı Öğeler Unsurlar

Feminizm çoğu biçiminde, biri normatif, diğeri de tanımlayıcı/açıklayıcı (descriptive) olmak üzere iki iddia grubunu içermektedir. Normatif savlar kadınların nasıl görülmesi (ya da görülmemesi), onlara nasıl muamele edilmesi ve adalet ya da geniş ahlaki konumlarının arka planına dayanmayla ilgilenirken; tanımlayıcı olanlar kadınların normatif savlarda belirtilen adalet veya ahlak standartlarına uygun muamele görmediklerini iddia ederek, aslında nasıl görüldükleri ve muamele edildikleriyle ilgilenir. Normatif ve tanımlayıcı savlar işlerin gidişatını değiştirmek adına çabalamaya yönelik sebepler sunar; dolayısıyla, feminizm yalnızca entelektüel değil aynı zamanda politik bir harekettir.

Örneğin, daha önce bahsedilen türden liberal bir yaklaşım feminizmi (burada oldukça basit bir şekilde olmak üzere) iki sav açısından tanımlayabilir:

  1. (Normatif) Erkek ve kadın eşit hak ve saygınlığı hak eder.
  2. (Tanımlayıcı) Kadınlar şu anda erkeklere kıyasla hak ve saygınlık açısından dezavantajlı durumdadır. [… Falanca açılardan ve falanca koşullar nedeniyle…].

 

 

Bu yüzden, kadınlar ve erkekler eşit haklara ve saygınlığa sahip olmalıdır savı normatif iken, kadınlara eşit hak ve saygınlık gösterilmemesi savı tanımlayıcıdır. Kuşkusuz, kadınların hak ve saygınlık açısından dezavantajlı olduğu savı, makul bir biçimde değerlendirme unsuru içerdiği için “tamamen tanımlayıcı” değildir. Ancak buradaki amacımız, bu tür iddiaların nasıl olması gerektiğiyle ilgili değil, nasıl olduğuyla ilgilidir. Dahası, yukarıdaki üç noktayla belirtildiği gibi, esaslı bir feminist görüşün tanımlayıcı unsuru tek bir savda ifade edilmeyecektir, ancak kadınları, örneğin haklardan ve saygınlıktan mahrum eden belirli sosyal mekanizmaların bütününü içerecektir. Örneğin, kadınların tahakküm altına alınmasının birincil kaynağı aile içindeki rolü müdür? (Engels 1845; Okin 1989). Ya da işgücü piyasasındaki rolü müdür? (Bergmann 2002). Problemin kendisi erkeklerin cinsel şiddete eğilimi midir (ve bu eğilimlerin kaynağı nedir?)? (Brownmiller 1975; MacKinnon 1987). Yoksa yalnızca kadınların üremedeki biyolojik rolü müdür? (Firestone 1970).

Tanımlayıcı veya normatif iddialarla ilgili olarak feminizmin kendi içinde anlaşmazlıklar ortaya çıkabilir. Örneğin feministlerin kadınlar için neyin adaletli ya da adaletsiz sayılabileceği konusunda (Ne türden şeyler “eşitlik”, “baskı”, “dezavantaj” olarak kabul edilir, hangi haklar herkese tanınmalıdır?), ve kadınların aslında ne türden adaletsizlikler yaşadığı konusunda ayrışabilirler (kadınların mevcut durumunun hangi yönleri zararlı veya adaletsizdir?). Anlaşmazlıklar adaletsizliğin açıklamalarında da kaynaklanabilir: iki feminist, kadınların haksız yere haklarından ve saygınlıklarından men edilmesinde hemfikir olabilir ve yine de adaletsizliğin nasıl ve neden oluştuğu ve sona erdirmek için neyin gerekli olduğu konusundaki açıklamalarında önemli ölçüde farklılık gösterebilirler (Jaggar 1994).

Feministler ve feminist olmayanlar arasındaki anlaşmazlıklar hem normatif hem de tanımlayıcı savlar açısından ortaya çıkabilir, örneğin, bazı feminist olmayan kişiler kadınların nasıl görülmesi ve onlara muamele edilmesi gerektiği konusunda feministlerle hemfikir olabilirler, ancak işlerin şu anki gidişatıyla ilgili bir sorun görmezler. Diğerleri ise ahlaki veya politik görüşlerin arka planıyla ilgili aynı görüşte değildir.

Feminizmin şematik bir açıklamasını öne sürmek için Susan James feminizmi şu şekilde nitelendirir:

Feminizm, kadınların erkeklerle karşılaştırıldığında baskıya uğradıkları veya dezavantajlı oldukları inancına dayanmaktadır ve bu baskı gayrimeşru ve adaletsizdir. Bununla birlikte, bu genel nitelendirme şemsiyesi altında, kadınların ve yaşadıkları baskının birçok yorumu vardır. Bu yüzden, feminizmi tek bir felsefi doktrin olarak düşünmek ya da üzerinde anlaşmaya varılmış bir siyasi program olarak ima etmek bir hatadır. (James 1998: 576)

James, burada “baskı” ve “dezavantaj” kavramlarını, feministlerin anlaşmaya varamadığı daha somut adaletsizlik (hem normatif hem de tanımlayıcı) ifadeleri için vekil olarak kullanıyor.

Bazıları feminizmi yalnızca normatif bir sav olarak tanımlamayı tercih edebilir: feministler, kadınların eşit haklara veya eşit saygınlığa ya da… (boşluğu tercih edilen adaletsizlik unsuruyla doldurun) sahip olduğuna inanan kişilerdir ve kadınlara şu anda haksız muamele edildiğine inanmak gerekli değildir. Ancak, bu terminolojik yaklaşımı benimseyecek olursak, feminizmle ve feminizm içindeki anlaşmazlık kaynaklarının bazılarını tanımlamak daha zor olurdu ve “feminizm” terimi, kaygıları ve bağlılıkları, ahlaki inançlarının da ötesinde, toplumsala yönelik yorumlarına ve siyasal ilişkilerine uzanan kişileri birleştirme potansiyelinin çoğunu kaybedecektir.

Hem normatif hem de ampirik bağlılıkların önünü açmak için “feminizmi” kullanmak, son zamanlardaki popüler söylemlerde “feminizm” teriminin bazı kullanımlarını anlamlandırmaya yardımcı olur. Günlük konuşmada hem erkekler hem de kadınların, kadınlar hakkında yapacakları bir yoruma “Ben feminist değilim, ama…” uyarısıyla başladıklarını görmek nadir değildir. Elbette bu nitelik çeşitli amaçlar için kullanılabilir (ve kullanılmaktadır), ancak ısrarcı bir kullanım, feministlerin öne sürmeyeceği birtakım iddialardan ayırt edilmesi zor olan bir iddiayı sınırlamaya dairdir.  Örneğin, feminist değilim ama kadınların aynı iş için eşit ücret alması gerektiğine inanıyorum; ya da feminist değilim ama birinci sınıf kadın basketbolcuların nihayet WNBA’da biraz daha tanınmalarına çok sevindim. “Feminist” tanımlamasının, kişiyi hem işlerin nasıl olması gerektiğine dair normatif bir duruşa hem de mevcut koşulların bir yorumuna bağladığını düşünürsek, kişinin normatif ya da açıklayıcı iddiaya dair dair kabulünü reddetmek isteyen bir konumda olduğunu hayal etmek kolaydır. Dolayısıyla, örneğin, bu tür şeylere karşı tavır alan herhangi bir (geniş) ahlaki teoriye inanmak istemeden kadınların (özellikle de bu teorinin belirsiz olduğu durumlarda) kadınların dezavantajlı olduğu durumlar olduğu kabul edilebilir. Ya da belirli gündelik durumları haksız olarak yorumlamadan (özellikle bu yorumların ne raddeye varacağı belli değilse), kadınlar için eşitliğin iyi bir şey olduğunu genel olarak kabul etmeye istekli olunabilir. Bununla birlikte, feministler, (en azından) yaygın söylemlere göre, kadınlar için hangi adaletin gerektiğine dair kapsamlı bir açıklamayı/tanımı benimsemeye ve günlük durumları bu açıklamanın/tanımın standartlarına göre haksız olarak yorumlamaya hazırdır. Feminizme bağlılıklarını açıkça feshedenler, bu görüşün belirli bir kısmını desteklemekten mutluluk duyabilir, ancak temelde problemli olarak gördükleri şeyleri onaylamak istemeyebilirler.

Yukarıda belirtildiği gibi, feminizmin kendi içinde normatif soru ile ilgili önemli tartışmalar vardır: kadınlar için ne (tam) adalet sayılır? Feminizmin ele almaya çalıştığı yanlışın doğası nedir? Örneğin, kadınların eşit haklardan mahrum bırakılmaları yanlış mıdır? Kadınların farklılıklarına eşit saygı gösterilmemesi midir yanlış olan? Kadınların deneyimlerinin yok sayılması ve değersizleştirilmesi midir? Yukarıdakilerin hepsi ve daha fazlası mıdır? Sorunları tanımlamak ve çözmek için hangi sistemi kullanmalıyız? (see, e.g., Jaggar 1983; Young 1985; Tuana & Tong 1995)**. Özellikle feminist filozoflar şunu sordular: Standart adalet ve ahlak bilgisi, bize erkek egemenliğini kuramlaştırmak için yeterli kaynakları sağlıyor mu yoksa farklı feminist görüşlere ihtiyacımız var mı? (e.g., Okin 1979; Hoagland 1989; Okin 1989; Ruddick 1989; Benhabib 1992; Hampton 1993; Held 1993; Tong 1993; Baier 1994; Moody-Adams 1997; M. Walker 1998; Kittay 1999; Robinson 1999; Young 2011; O’Connor 2008).

Bununla birlikte, amaçlarının kadınların yaşadıkları (ve geçmişte yaşadıkları) zulmü tanımlamak, (bir grup olarak) ** kadınların (bir grup olarak) ** erkeklerle karşılaştırınca toplumdaki duruş ve konumlarını yararlı bir şekilde karşılaştırılabileceğine dair açık bir öneri sunmak olduğunu belirtmek gerekir. Bu, kadınlara aynı şekilde muamele edildiğini veya hepsinin aynı adaletsizliklere maruz kaldığını ve erkeklerin de aynı avantajlardan yararlandığını düşündürmektedir. Ancak durum, en azından bu kadar basit anlamda, böyle değildir. Bell hooks’un da açık şekilde belirttiği gibi, 1963’te Betty Friedan kadınları ev hanımı rollerini bir daha düşünmeye teşvik etmiştir ve işgücüne girmelerinde daha iyi fırsatlar verilmesini talep etmiştir (Friedan 1963). Friedan işçi sınıfındaki kadınlar veya birçok beyaz olmayan kadının adına konuşmuyordu (hooks 1984: 1–4). Lezbiyenler adına da konuşmuyordu. Kadınlar çok farklı adaletsizlikler yaşıyorlar ve karşılaştıkları cinsiyetçilik diğer baskı sistemleriyle karmaşık bir etkileşime giriyor. Çağdaş şartlarda bu, kesişimsellik problemi olarak bilinir (Crenshaw 1991, Botts 2017). Bu eleştiri, bazı teorisyenlerin “feminizm” etiketine direnmelerine ve görüşleri için farklı bir isim benimsemelerine yol açmıştır. Daha önceleri, 1860-80’lerin başında, “kadıncılık” terimi zaman zaman bu tür entelektüel ve politik bağlılıklar için kullanılmıştır; 1990’larda Alice Walker “kadıncılık” teriminin siyahi kadınların ve beyaz olmayan kadınların ihtiyaçlarını genel olarak ele olan “feminizme” çağdaş bir alternatif sunduğunu öne sürmüştür. Ancak, bu kadar cinsiyet merkezli bir terim trans meseleleriyle ilgili daha yeni çalışmalar göz önüne alındığında, günümüzde çözeceğinden çok daha fazla soruna yol açacaktır.

  • Feminizm ve Kadın Çeşitliliği

 

Kesişimsellik fenomenine yanıt vermek için bazı farklı stratejileri dikkate almak adına, kadınların baskıya uğradığı ve bu baskının yanlış ya da haksız olduğu şematik iddialara dönelim. O halde, çok kapsamlı olarak feminizmin hedefinin kadınların ezilmesine son vermek olarak nitelendirilebilir. Ancak kadınların yalnızca cinsiyetçilik açısından değil, diğer birçok şekilde de baskı altında olduğunu kabul edersek, örneğin; sınıfçılık, homofobi, ırkçılık, yaş ayrımcılığı, engellilere karşı yapılan ayrımcılık vb. o zaman feminizmin amacı kadınları etkileyen bütün baskıları sona erdirmek gibi görünebilir. Bundan dolayı bazı feministler bu açıklamayı benimsemişlerdir. (e.g., Ware 1970, quoted in Crow 2000: 1).**

Ancak herkesin bu kadar geniş bir feminizm tanımına katılmayacağını unutmayın. Feministlerin, tüm baskılara son vermenin feminizmin görevi olduğunu iddia etmeden baskıları sona erdirmek için çalışması gerektiği aşikârdır zira baskı yapmak haksızdır/adaletsizdir. Herkes gibi feministler de adaletsizlikle mücadele etmek adına ahlaki bir yükümlülüğe sahiptir. Feminizmin hedeflerine ulaşmak için ırkçılık ve ekonomik sömürü ile mücadele etmek gerektiğine bile inanılabilir, fakat aynı zamanda spesifik olarak feminist hedeflerin daha dar bir kapsamda olduğu düşünülebilir. Başka bir deyişle, farklı biçimlerdeki baskılara karşı çıkmak feminizm için gerekli bir araç olabilir, ancak esas değildir. Örneğin, bell hooks bununla ilgili şöyle söyler:

Bir özgürlük mücadelesi olarak feminizm, her şekildeki tahakkümü/otoriteyi ortadan kaldırmak için verilen daha büyük bir mücadeleden ayrı ve aynı zamanda onun bir parçası olmalıdır. Ataerkil tahakkümün ırkçılık ve diğer grup baskısı biçimleriyle ideolojik bir temel paylaştığını ve bu sistemler baki kaldığı sürece bu tahakkümün yok edilebileceğine dair bir umut olmadığını anlamamız gerekir. Bu bilgi feminist teori ve pratiğinin yönünü sürekli olarak bilgilendirmelidir. (hooks 1989: 22)

hooks’a göre, feminizmi diğer özgürlük mücadelelerinden ayıran tanımlayıcı özellik, cinsiyetçiliğe olan ilgisidir:

Birçok feminist yoldaşın aksine, eğer (feminizm) kitle temelli güçlü bir siyasi hareket olacaksa/olsaydı kadınların ve erkeklerin feminizmin ne olduğuyla ilgili temel bilgi hakkında ortak bir anlayış paylaşmaları gerektiğine inanıyorum.  Feminist Teori: Margin’den Merkeze’de, feminizmi kapsamlı olarak “cinsiyetçiliği ve cinsiyetçi baskıyı sona erdirme hareketi” olarak tanımlamanın, ortak bir politik hedefe sahip olmamızı sağlayacağını öne sürdüm… Ortak bir hedef paylaşmak, kadınların ve erkeklerin bu hedefe nasıl ulaşılacağı konusunun temelinde farklı perspektiflere sahip olmayacağı anlamına gelmez. (hooks 1989: 23)

hooks’un yaklaşımı, cinsiyetçiliğin günümüzde (ve nerdeyse her zaman/tarih boyunca) diğer tür baskılarla iç içe olmasına rağmen diğerlerinden ayırt edilebilen belirli bir baskı biçimi olduğu iddiasına dayanır, örneğin; ırkçılık ve homofobiden. Feminizmin amacı, diğer baskı şekilleriyle ilişkisinden dolayı cinsiyetçiliğe son vermektir, bu diğer baskı şekillerini de sona erdirme çabasını gerektirecektir. Örneğin, ırkçı feministler cinsiyetçiliğin renkli kadınların yaşamları üzerindeki başlıca etkisini yahut ırkçılık ve cinsiyetçilik arasındaki bağlantıyı tam olarak kavrayamayacaklardır.  Dahası, cinsiyetçi kurumlar aynı zamanda ırkçı, sınıfçı ve homofobik olabildikleri için, cinsiyetçi kurumların dağıtılması/parçalanması iç içe geçmiş diğer tahakküm biçimlerini ortadan kaldırmamızı gerektirecektir (Heldke & O’Connor 2004). hooks’u takip ederek, feminizmi şematik olarak (şemanın farklı şartlarda farklı şekillerde doldurulmasına izin vererek/müsaade ederek) kadınların cinsiyetçi baskıya maruz kalması ve bunun yanlış olduğu görüşü olarak nitelendirebiliriz. Bu hareket, araştırmamızın yönünü feminizmin ne olduğunun nitelendirilmesinden cinsiyetçiliğin ya da cinsiyetçi baskının ne olduğunun nitelendirilmesine kaydırıyor.

Yukarıda da belirtildiği gibi, bu baskının tam olarak neleri kapsadığına dair feminist ve başka türlü yorumlamalar vardır, ancak başlıca fikir, baskının bir grup ya da kategorideki bireylerin hareket alanını kısıtlamaya ve azaltmaya eğilimli kapsayıcı bir bariyer yapısını kuşatan bir yapıda olmasıdır (Frye 1983: 10–11). Ancak yalnızca herhangi bir “kuşatan yapı” baskıcı değildir, çünkü (makul bir biçimde) herhangi bir sosyalleşme süreci, içinde yaşayan tüm bireyleri hem sınırlayan hem de olanak sağlayan bir yapı yaratacaktır. Bununla beraber, baskıya gelince, söz konusu “çevreleyen/kuşatan yapılar”, bir grubu asimetrik ve haksız yere dezavantajlı hale getiren ve bir diğerine fayda sağlayan daha geniş bir sistemin parçasıdır. Dolayısıyla, örneğin, cinsiyetçilik hem erkeklere hem de kadınlara sunulan fırsatları kısıtlasa da ve tartışmasız bir biçimde her iki gruba da zarar verse de genel olarak, kadınlar haksız yere daha fazla zarar görmektedirler. Bu, çağdaş açıklamaların çok önemli bir özelliğidir, ancak ayrıcalıklı grubun üyelerinin sistemi isteyerek kendi yararlarına göre tasarladıkları veya sürdürdükleri varsayılamaz. Baskıcı yapı, yaratıcıları çoktan tarihe gömülmüş tarihsel bir sürecin sonucu olabilir ya da karmaşık iş birliği stratejilerinin yanlış gitmesiyle ortaya çıkan istenmeyen bir sonuç olabilir.

 

Bir anlığına baskıya dair açımlamaları detaylandırmayı bir kenara bırakırsak, bir soru sorulabilir: Bir baskı şeklini cinsiyetçi yapan nedir? Eğer bir baskı biçimi kadınlara zarar veriyorsa, hatta her şeyden önce salt onlara zarar veriyorsa, bunun cinsiyetçi baskı olarak sayıldığını söylersek, bu onu diğer baskı biçimlerinden ayırmak için yeterli değildir. Hemen hemen tüm baskı biçimleri kadınlara zarar verir ve tartışmasız şekilde cinsiyetçiliğin yanı sıra bazıları yalnızca (özellikle olmasa da) kadınlara zarar verir; örneğin vücut ölçüsü baskısı, yaş baskısı. Ayrıca, daha önce de belirttiğimiz gibi, cinsiyetçilik sadece kadınlara değil, hepimize zararlıdır.

Belirli bir baskı şeklini cinsiyetçi yapan şey, sadece kadınlara zarar vermesi değil, bir insanın özellikle kadın olduğu (ya da en azından kadın gibi göründüğü) için bu baskıya maruz kalmasıdır. Irk baskısı kadınlara zarar verir, ancak (kendi başına) ırk baskısı kadın oldukları için onlara zarar vermez. Onlara zarar vermesinin sebebi belirli bir ırka mensup olmalarıdır (ya da en azından mensupmuş gibi görünmeleridir. Cinsiyetçi baskının, bir kadın olması ya da kadın gibi görünmesi nedeniyle kişinin maruz kaldığı baskıdan ibaret olduğu önermesi, bize en azından bazı kadınları ve hatta tüm kadınları etkileyen cinsiyetçi bir bağlamda tahakküm kurucu yapıları ayırt etmek için analitik bir metodun başlangıcını sağlar. Ancak sorunlar ve belirsizlikler devam etmektedir.

Öncelikle, “kadın olduğun için” ezilmenin ne anlama geldiğini daha fazla açıklamamız gerekir. Örneğin, asıl kanı kadınlara özgü belirli bir baskı biçimi olduğu fikri midir? “Kadın olarak” ezilmek belirli bir şekilde ezilmek midir? Yoksa cinsiyetçi baskının kavramı bozmaksızın neler içerdiği konusunda plüralist olabilir miyiz?

Cinsiyetçi baskıyı açıklamak için iki stratejinin sorunlu olduğu kanıtlanmıştır. Birincisi, tüm kadınlar için ortak bir baskı biçimi olduğunda diretmektir. Örneğin, Catharine MacKinnon’un çalışmasını, bir kadın olarak ezilmenin cinsel açıdan bağımlı olarak görülme ve o şekilde muamele edilmeyi iddia ettiği şeklinde yorumlayabiliriz. Bu iddia erkek egemenliğinin ve kadın itaatkârlığının erotikleştirilmesinin (sözde) evrensel gerçeğine dayanmaktadır.  (MacKinnon 1987, 1989). MacKinnon, cinsel itaatin (subordination) sayısız yolla gerçekleştiğini kabul etse de, açıklaması, cinsel baskının çeşitli şekillerini cinsel nesneleştirme odağında birleştirme girişiminde monistiktir. MacKinnon’un çalışması kadınların tabiiyetini/tabii oluşunu analiz etmek için iyi bir kaynak sağlamasına rağmen, birçok insan bunun çok yetersiz olduğunu iddia etmiştir; örneğin, bazı bağlamlarda (özellikle gelişmekte olan ülkelerde) cinsiyetçi baskının yerel iş bölümü ve ekonomik sömürüyü daha fazla ilgilendirdiği anlaşılmaktadır. Her ne kadar cinsel itaat kesinlikle cinsiyetçi baskıda bir faktör olsa da kadınları (kadın olarak) sömüren tüm iş bölümlerinin “egemenliğin ve baskının erotikleştirilmesinden” kaynaklandığını düşünmek için sosyal yaşamın mantıksız açıklamalarını getirmemiz gerekir. Dahası, cinsiyetçi baskıları anlamak için tüm kadınlar için ortak tek bir baskı biçimi aramamız gerektiği bariz değildir.

İkinci bir sorunlu strateji, ek baskı biçimleri getiren karmaşık vakaların cinsiyetçi baskıyı ayırt eden şeyi gizleyeceği düşüncesiyle sadece kadın olarak ezilenleri örnek/paradigma olarak değerlendirmektir. Bu strateji, cinsiyetçiliği ırkçılık veya homofobi ile karışmamış “en saf” biçiminde bulma umuduyla ABD’deki beyaz, varlıklı, genç, güzel, sağlıklı, heteroseksüel kadınların, eğer varsa, hangi tür baskı altında olduklarını bulmaya odaklanır (see Spelman 1988: 52–54). Bu yaklaşım sadece paradigmasındaki en seçkin kadınlar dışında herkesi hariç tutmasının yanı sıra, diğer alanlardaki ayrıcalığın söz konusu olguyu etkilemediğini varsayar. Elizabeth Spelman’ın da dediği gibi:

… hiçbir kadın sırf kadın olduğu için bir baskıya maruz kalmaz; hangi baskı şekline maruz kaldığı ne “tür” bir kadın olduğuna bağlıdır. Bir kadının ırkçılığa, sınıfçılığa, homofobiye, anti-semitizme maruz kalabileceği bir dünyada, eğer çok fazla maruz kalmıyorsa bu durum onun ırkı, sınıfı, dini, cinsel yönelimi sayesindedir. Bu nedenle, bir kadına yapılan muamelenin yalnızca onun cinsiyetiyle ilgili olması ve sınıfı ya da ırkıyla hiçbir ilgisi olmaması söz konusu değildir/olamaz (Spelman 1988: 52–3).

Diğer baskı açıklamaları, baskının farklı şekillerde olabileceğini göstermek ve bir şeklinin diğerlerinden daha temel veya esas olarak tanımlanmasını reddetmek için tasarlanmıştır. Örneğin, Iris Young baskının beş “yüzünü” şöyle tanımlamaktadır: sömürü, marjinalleşme, güçsüzlük, kültürel emperyalizm ve sistematik şiddet (Young 1980 [1990a: ch. 2]). Muhtemelen diğerlerinin de listeye eklenmesi gerekir. Örneğin cinsiyetçi veya ırkçı baskı, kendisini farklı bağlamlarda farklı şekillerde gösterecektir, mesela bazen sistematik şiddet yoluyla, bazen de ekonomik sömürü yoluyla. Ancak, bunu kabul etmek belirli bir noktadan öteye gidemiyor, çünkü MacKinnon gibi monist teorisyenler bu kadarını verebilirdi. Cinsiyetçi baskıya ilişkin çoğulcu/plüralist açıklamalar, tüm biçimleri için geçerli olan cinsiyetçi baskının kapsamlı bir açıklamasının olmamasına da açık kapı bırakmalı/izin vermelidirler: bazı durumlarda kadınlara yönelik baskı erkek egemenliğinin erotikleştirilmesinden kaynaklanıyor olabilir, ancak diğer durumlarda akrabalık yapılarının kurulmasında kadınların üreme değerleri ya da etnik olarak sınıflara ayrılmış bir işyerinde küreselleşmenin değişen talepleri ile daha iyi açıklanabilir (Rubin 1975). Başka bir deyişle, plüralistler cinsiyetçiliğin açıklamasının belirli bir tarihsel bağlamda, cinsiyetçiliğin tüm örneklerine genelleştirilmesini engelleyecek şekilde, bağlama özgü ekonomik, politik, yasal ve kültürel faktörlere dayanmasını sağlamak için “büyük sosyal teoriye”, “kapsayıcı üst anlatılara”, “tek nedenli açıklamalara” karşı direnmektedirler (Fraser & Nicholson 1990). Kadınların sosyal konumlarındaki kalıpları ve sosyal bağlamları içindeki ve karşısındaki yapısal açıklamaları araştırmak adına plüralist yöntemler hala uygundur ancak bunu yaparken tarihsel ve kültürel çeşitliliğe son derece duyarlı olmalıyız.

 

 

 

2.4 Cinsiyetçilik Karşıtlığı Olarak Feminizm

Ancak, cinsiyetçi baskıyı anlamak için plüralist bir strateji izlersek, bütün örnekleri cinsiyetçiliğin örnekleri olarak birleştiren nedir? Sonuçta, söz konusu baskının farklı bağlamlarda aynı formu aldığını ve kendisini açık etmesinin farklı yollarının altında yatan bir açıklama olduğunu varsayamayız. Öyleyse, “cinsiyetçi baskı” diyebileceğimiz birleşmiş bir vakalar dizisinden bahsedebilir miyiz?

Bazı feministler, cinsiyetçiliğin farklı örneklerini bir araya getirmenin sistematik bir yolu olmadığını ve buna bağlı olarak, feminizm olarak kabul edilen kavramda sistematik bir birlik olmadığını fark etmemizde ısrarcılardır; bunu yerine koalisyon/birleşme yapımında feminist birliğin temelini görmemiz gerekir (Reagon 1983). Farklı gruplar farklı baskı biçimleriyle mücadele etmek için çalışırlar; bazı gruplar, (kadın oldukları için) kadınlara karşı yapılan baskıyı birincil kaygı olarak ele almaktadır. Belirli bir bağlamda bu grupların bazı alt kümeleri arasında iş birliği için bir temel varsa, bu temeli bulmak bir başarıdır ancak yine de kesin gözüyle bakılmamalıdır.

Ancak, bir alternatif olarak, uygulamada feministler arasında birliğin kabul edilemeyeceğini ancak cinsiyetçiliğin bütün bağlamlarda aynı şekilde ya da aynı sebepten ortaya çıktığını varsaymayan feminist görüşler arasındaki teorik bir ortak zeminden yola çıkılmalıdır. Yukarıda cinsiyetçiliği ırkçılıktan, sınıfçılıktan ve adaletsizliğin diğer formlarından ayırmanın umut verici bir stratejisinin şu fikriyata odaklanmak olduğunu gördük: eğer bir birey cinsiyetçi baskı kaynaklı bir acıya sahipse o halde bu bireyin adaletsizliğe uğrama sebebinin açıklamasının önemli bir kısmını onun kadın olması teşkil etmektedir. Bu durum (bir grup olarak) kadınların bir politika veya bir uygulama tarafından açıkça hedeflendiği vakaları içerir, aynı zamanda, açıkça hedeflenmemiş olsalar bile, politikanın veya uygulamanın cinsiyetçilik tarihi nedeniyle kadınları etkilediği vakaları da içerir. Örneğin, kadınların çocukların birincil bakıcıları oldukları ve iş için erkekler kadar kolay seyahat edemedikleri bir senaryoda, (rahatça) seyahat edebilenleri mükâfatlandıran istihdam uygulamaları cinsiyetçi sayılabilir, çünkü fark cinsiyetçi uygulamalardan kaynaklanmaktadır. Vakaların ortak yönü, adaletsizliğin aldığı özel biçimden ziyade adaletsizliğin açıklanmasında cinsiyetin oynadığı rolde bulunmaktadır. Buna dayanarak, çeşitli feminist görüşleri, (çok soyut) iddialara bağlı olarak görerek bir araya getirebiliriz:

  1. (Betimleyici/Tanımlayıcı iddia) Kadın ve kadın gibi görünenler, en azından kısmen ya da tamamen kadın oldukları için yanlışlara ve/ya da haksızlıklara maruz kalmaktadırlar.
  2. (Normatif iddia) Bahsi geçen yanlışlar/haksızlıklar vuku bulmamalıdır ve ne zaman ve nerede yapılıyorlarsa durdurulmalıdırlar.

 

 

Şimdiye dek, söz konusu her türlü yanlış ya da adaletsizlik biçimini kapsayacak şekilde “baskı” terimini genel olarak kullanıyorduk. Yanlışın doğasına dair bu kasıtlı açıklıkla devam ettiğimizde, kadınların kadın oldukları için adaletsizliğe maruz kaldığını söylemenin ne anlama geldiği sorusu hala süregelir. Bu soruyu ele almak için, “çünkü” kavramında tanıdık bir belirsizliği göz önünde bulundurmak yardımcı olabilir: burada nedensel açıklamalar veya gerekçelerle mi ilgileniyoruz? Bir yandan, bir kişinin kadın olduğu için ezildiği iddiası, söz konusu boyun eğdirmenin en iyi (nedensel) açıklamasının cinsiyetine atıfta bulunacağını göstermektedir: örneğin, Paula işte cinsiyetçi baskıya maruz kalmaktadır, çünkü Paul’la benzer bir iş yapıp saatte $10.00 daha az kazanmasının en iyi açıklaması (muhtemelen ırkıyla veya diğer sosyal sınıflandırmalarıyla birlikte) cinsiyetiyle ilgilidir. Öte yandan, bir kişinin kadın olduğu için ezildiği iddiası, baskıcı yapıların mantığı veya temeli, birinin nasıl görülmesi ve muamele edilmesi gerektiğinin belirlenmesinde cinsiyete duyarlı olmayı gerektirir. Yani, birisinin söz konusu yapılara tabi olmasının gerekçesi, erkek veya kadın olarak temsil edilmelerine bağlıdır. Örneğin, Paula işte cinsiyetçi baskıya maruz kalmaktadır, çünkü iş sınıflandırması için ödeme ölçeği, kadınların çalışmalarını erkeklere kıyasla ayıran ve değersizleştiren bir çerçeve içinde gerekçelendirilmektedir.

Ancak, her iki durumda da iki kişiden birinin kadın olması ya da kadın gibi görünmesinin adaletsizliği açıklamakla ilgili tek faktör olması gerekmediğinin altını çizelim. Örneğin, bir insan ırkı, sınıfı veya cinsiyeti nedeniyle bir grupta öne çıkabilir ve bu durum onu adaletsizliğin hedefi haline getirebilir. Ancak adaletsizlik, örneğin bir kadın için özellikle uygun görülen bir biçim alırsa o halde adaletsizlik kesişimsel olarak değerlendirilmelidir. Örneğin, Bosnalı kadınlara tecavüz uygulaması, kesişen bir haksızlıktı: zira hem Bosnalı hem de kadın oldukları için onları hedef almıştı.

Elbette, kadın olduğu için baskıya uğramanın iki (farklı) anlayışı uyumsuz/çelişkili değildir; hatta genel olarak birbirilerini desteklerler. İnsan eylemleri genellikle onları haklı çıkarmak/gerekçe göstermek için kullanılan çerçeve ile en iyi şekilde açıklandığından, kişinin cinsiyeti ona nasıl muamele edileceğinin belirlenmesinden büyük bir rol oynayabilir, zira uygun muamelenin ne olduğunu dair arka plan/geçmiş anlayışı cinsiyetler arasında korkutucu ayrımlar yapmaktadır. Başka bir deyişle, cinsiyetçilik için nedensel mekanizma genellikle kadınların sorunlu/problemli temsillerinden ve cinsiyet rollerinden geçer.

Yukarıda bahsedilen kadın olarak ezilme durumlarının her birinde, Paula adaletsizliğe maruz kalmaktadır, ancak adaletsizliği açıklamak için çok önemli bir faktör, Paula’nın belirli bir grubun, yani kadınların üyesi olmasıdır. Bunun cinsiyetçiliğin (ve ırkçılığın ile diğer mekanizmaların) neden çoğunlukla baskı türleri olarak anlaşıldığını kavramada çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Baskı, her şeyden önce grupları ilgilendirir; bireyler, grup üyeliklerinden dolayı adaletsizliğe maruz kalmaları durumunda ezilmektedirler. Bu görüşe göre, kadınların kadın olarak adaletsizlik yaşadığını iddia etmek, kadınların ezildiğini iddia etmektir.

Peki, bu bizi nereye vardırır? “Feminizm”, kadınlara yönelik adaletsizliklerle ilgili bir dizi görüş için bir şemsiye/genel/kapsayıcı bir terimdir. Feministler arasında genel olarak adaletin ve cinsiyetçiliğin doğası, feminist çabaların birincil odağı olması gereken grup, özellikle de kadınların çektiği belirli adaletsizlik ya da yanlışlar konusunda anlaşmazlıklar vardır. Yine de feministler, kadınlara karşı olan adaletsizlikleri, özellikle kadınlara kadın oldukları için yapılan adaletsizlikleri, sona erdirmek için toplumsal değişimi getirmeye kararlıdır.

  1. Feminizme Yaklaşımlar

Feminizm, felsefeye yalnızca çeşitli belirli ahlaki ve politik iddialar değil, aynı zamanda soru sorma ve cevaplama yolları, ana akım felsefi görüş ve yöntemlerle yapıcı ve eleştirel diyalog ve yeni araştırma konuları da dâhil olmak üzere birçok şeyi getirir. Feminist filozoflar, analitik felsefe, Amerikan pragmatist felsefesi ve Kıta felsefesini de içermek üzere, felsefenin tüm ana geleneklerinde çalışırlar. Bu Ansiklopedide “feminizm, yaklaşımlar” başlığı altında yer alan girdiler, bu geleneklerin feminist ilim üzerindeki etkisini tartışmakta ve iki gelenek arasında bağlantı kuran çalışmanın olasılığını ve istenilebilirliğini incelemektedir. Ana akım felsefi tartışmalara yapılan feminist katkılar ve girişimler bu Ansiklopedide “feminizm, girişimler” altındaki girdilerde ele alınmaktadır. Kırmızı harflerle yazılmış “feminizm, konular” başlığı altında ele alınan girdiler, feministlerin cinsiyetçilikle ilgili açıklamalarını dile getirirken, cinsiyetçi sosyal ve kültürel uygulamaları/adetleri eleştirirken ve adil bir dünya için alternatif vizyonlar/görüşler geliştirirken ortaya çıkan felsefi meseleler ile ilgilidir. Kısacası, feminizm bünyesinde ortaya çıkan felsefi konulardır.

Feminist felsefeye yaklaşımlar, felsefenin kendisine yaklaşımlar kadar çeşitlidir ve ne tür bir felsefenin verimli ve anlamlı olduğuna dair çeşitli inançları yansıtır. Bu farklılıkları (en iyi şekilde) açıklayabilmek için, SEP’in bu bölümü feminist felsefeye aşağıdaki baskın yaklaşımların (en azından daha gelişmiş toplumlarda) genel bir değerlendirmesini sunmaktadır. Bu bölümdeki makalelerin bağlantıları (link’leri) şunlardır:

  • https://plato.stanford.edu/entries/femapproach-analytic/

 

 

 

Tüm bu yaklaşımlar, bir takım feminist bağlılıkları ve tarih boyunca erkekleri kadınlara tercih eden kurumların, varsayımların ve uygulamaların/adetlerin kapsamlı bir eleştirisini paylaşmaktadırlar. Ayrıca ataerkil teorilerin özelliklerini ve özgüllüklerini göz ardı eden evrensellik ve nesnellik iddialarının genel bir eleştirisi de paylaşmaktadırlar. Birçok felsefi eğilime sahip feminist felsefeler, feminist olmayan mukabillerinden (çok daha geniş bir) perspektif sahibi, tarihsel, bağlamsal ve (yaşanmış) deneyime odaklı olacaktır. Kavanozdaki beyinler felsefi bilmecesini ciddilikle değerlendirebilen ana akım filozofların aksine, feminist filozoflar her zaman insanları kanlı canlı olarak görerek işe başlarlar. Feministler, kabul edilmiş yapıların ve felsefenin sorunsallarının yeniden düzenlenmesi için de tartışmışlardır. Örneğin, feministler, epistemolojik kaygıların felsefenin çoğunda ortak olan ahlaki ve politik kaygılar üzerindeki ayrıcalığını reddetmekle kalmamış, bu iki ilgi alanının ayrılmaz bir şekilde iç içe geçtiğini iddia etmişlerdir. (Analytic feminism) girdisinin 2. kısmı bu çeşitli yaklaşımlar arasında diğer ortaklıkları ortaya koymaktadır. Birincisi, feminist filozoflar genellikle felsefenin anlamak için güçlü bir araç olduğu konusunda hemfikirdir.

 

Felsefenin birçok işlevi arasında şunlar yer alır: kendimizi ve birbirimizle, topluluklarımızla ve devletle ilişkilerimizi anlamamıza yardımcı olmak; ne ölçüde bilen ve ahlaki özne olarak ele alındığımızı fark etmek; çeşitli bilgi kütüklerinin varsayımlarını ve yöntemlerini ortaya çıkarmak, vb..

 

İkincisi, feminist filozofların tümü genel olarak felsefe tarihinde iş başında olan, incelendiğinde neredeyse hiç tarafsız görünmeyen erkek önyargılarını, örneğin “kadının doğası” ve sözde değer tarafsızlığına ilişkin olanlar gibi, keskin bir biçimde fark ederler. Evrensellik iddiaları, feministlerin keşfetmiş olduğu üzere, o iddialarının apaçıklığının aksine, genellikle çok spesifik ve özel bir bakış açısından yapılmıştır. Feminist filozofların genellikle paylaştığı bir başka eğilim, normatiflik ve sosyal değişime olan bağlılıktır; hiçbir zaman bir şeyi olduğu gibi analiz etmekten memnun değillerdir, bunun yerine cinsiyetçi uygulamaların/adetlerin ve kurumların üstesinden gelmenin yollarını ararlar.

Felsefeye karşı ana akım yaklaşımların sorunsalının bu şekilde sorgulanması, çoğu zaman feministlerin birden fazla felsefi geleneğin metot ve yaklaşımlarını kullanmalarına yol açmıştır. Ann Garry’nin (link)’in (2017) girisinin üçüncü bölümünde belirttiği gibi, Beauvoir, Foucault veya Butler gibi analitik olmayan figürlerden yararlanan analitik feministleri bulmak alışılmadık değildir ve diğer feministlerle iletişim kurma motivasyonlarından ötürü, “metodolojik çapraz döllenme arayışında” diğer felsefecilerden daha isteklilerdir.

Ortak ve örtüşen yönelimleriyle bile, feminizme yönelik çeşitli felsefi yaklaşımlar arasındaki farklar; özellikle yazma stilleri, etkiler ve felsefenin neyi başarabileceği ve başarması gerektiğine dair genel beklentiler açısından önemlidir. Analitik feminist felsefe, analiz ve tartışmaya, Kıta feminist teorisi yorumlama ve dekonstrüksiyona/yapı söküme ve pragmatist feminizm, yaşanmış deneyim ve keşfe önem verir. Hegel geleneğinden sonra ortaya çıkan, hem Kıta hem de pragmatist filozoflar genellikle, kendisi artık her neyse, “gerçeğin” tarihsel olarak ortaya çıktığından ve geliştiğinden şüphelenir. Nietzsche gibi onlar da gerçek iddialar/gerçekliğe yönelik iddiaların genellikle arkada yatan iktidarı maskelediği görüşünü paylaşmaktadırlar. Bununla birlikte, Kıtanın ve pragmatistin genellikle doğruluk kavramları konusunda ihtiyatlı oldukları durumlarda, analitik feministler cinsiyetçiliğe ve erkek egemenliğine karşı koymanın yolunun, gerçeği, mantıksal tutarlılığı, nesnelliği, rasyonelliği, adaleti ve iyiliğe ilişkin açık bir anlayış oluşturmak/kavramak ve sürdürmek olduğunu iddia etme eğilimindedirler. (Cudd 1996: 20).

Bu farklılıklar ve kesişimler, çeşitli feministlerin ortak ilgi alanlarını ele alma biçimlerinde ortaya çıkarmaktadır. Georgia Warnke’nin belirttiği kilit bir kesişme alanı, psikanalitik teorinin benimsenmesidir; Anglo-Amerikan feministleri genellikle nesne ilişkileri teorilerini benimserler ve Kıta feministleri daha çok Lacan ve çağdaş Fransız psikanalitik teorisinden daha çok yararlanır, ancak bu zaten değişmeye başlamıştır.. Psikanalitik yaklaşımların önemi de Shannon Sullivan’ın (https://plato.stanford.edu/entries/femapproach-prag-cont/ ) makalesinde vurgulanmaktadır. Her üç gelenek için psikanalitik feminizmin önemi göz önünde bulundurulduğunda, feminist teoriye bu yaklaşımla ilgili ayrı bir makale bu bölümde yer almaktadır.

Hiçbir konu feminist felsefede cinsiyet ve toplumsal cinsiyetten daha esasi değildir, ancak burada bile temadaki birçok varyasyon gelişmektedir. Analitik feminizmin, esasçılık/tözcülük eleştirisi ile cinsiyet/toplumsal cinsiyet ayrımını pratikte bir inanç malı/nesnesi olarak tuttuğu yerde, Kıta feministleri (1) sözde saf biyolojik cinsiyet kategorisinin bile sosyal olarak oluşturulduğundan (Butler 1990 ve 1993) veya (2) cinsel farka değer verilmesi ve kuramlaştırılması gerektiğinden şüphelenmektedirler (özellikle Cixous 1976 and Irigaray 1974’e bakınız).

Farklı yaklaşımlara, stillere, toplumlara ve eğilimlere rağmen, feminist filozofların ortak yönleri farklılıklarından daha fazladır. Birçoğu birbirinden özgürce bir şeyler ödünç alacak ve diğer eğilimlerin kendi çalışmalarına katkıda bulunduğunu göreceklerdir. Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet farklılıkları bile kültür ve toplumun bedenler, deneyimler ve değişime dair yolları üzerindeki etkisi hakkında daha kapsamlı bir tartışmaya katkıda bulunmaktadırlar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1 Comment

  1. Feminizmin ve feminist felsefenin irdelemesi gerektiğini düşündüğüm sorular şu şekilde:
    – Ataerkilliğin temel nitelikleri nedir? Pozitif ve negatif yönleri nelerdir?
    – Ataerkillik dünyada neden baskın hale gelmiştir? Kök sebepleri nedir? Ne kadarı genetikle ne kadarı çevre koşulları ile alakalıdır?
    – Ataerkilliğin baskılanması ne gibi tehlikeler getirebilir?
    – Anaerkil bir toplum ataerkil bir topluma göre mutlaka daha evla mı olacaktır? Hangi yönlerden?
    – Anaerkil/feminist tahakküm nasıl tespit edilir, hangi alanlarda tezahür eder?
    – Feminizm dogmatik ve baskıcı hale gelebilir mi (geldi mi)? Buna karşı öz-denetleme mekanizmaları nelerdir?
    – Hangi meslekler eril akıl hangi meslekler dişil akıl gerektirir? Kadınlar toplumun her alanında erkeklerle eşit temsil oranına sahip olmak zorunda mıdır? Peki ya tersi durum?
    – Eşitlik veya eşitsizlik tanımı ve nesnel ölçütleri nedir? Eşitsizliklerin ne kadarı serbest piyasanın eseridir? Ne kadarı mevzuatla düzenlenebilir? Aşırı regülasyonun tehlikeleri nelerdir?

    Metinde geçen baskı, cinsiyetçilik vb. terimler için ben abuse (suistimal) terimini kullanıyorum. Meseleyi suistimal çerçevesinde ele almaz isek cinsiyet ekseninden kurtulamaz ve kadınlardan gelebilecek suistimal edici tavırlara karşı körlük oluştururuz. Zira, aşırı-eril beyinli insanlar başkalarını suistimal etmeye meyillidirler ve kadınlarda da aşırı-eril beyin (erkekteki oranda olmasa bile) vardır. Bu tip insanlar toplumda genelde “atarlı” insanlar olarak tabir edilmektedir.

    Kadın ve erkek rol ayrımı avcı-toplayıcı ve savaşçı toplumda keskinleşmiştir zira bu tip toplumlarda fiziksel güç ve saldırganlık yoluyla bir ava ya da düşmana karşı galip gelme ihtiyacı bulunmakta idi. Dolayısıyla bu tip toplumsal “görevler” açısından kadın, yetersiz ve zayıf görülmekteydi. Ayrıca bu tip toplumlarda, nüfus artırmak ve doğurganlık, dış düşmanlara karşı korunma açısından önemli olduğundan kadının bir “üretim aracı” olarak düşmandan korunması ya da rakiplerce kaçırılması tehlikesi söz konusu olmuştur. Kültür de bunu perçinleyici söylemler etrafında oluşmuştur (mertlik, yiğitlik, delikanlılık, önce kadınlar ve çocuklar vb., erkek işi vb.)

    Bu tip toplumdan modern topluma geçişte bu düşüncenin terki zaman almıştır zira toplumsal dinamikler değişse bile hala avcı-toplayıcı ya da savaşçı fıtratına sahip ve bu dürtülerle hareket eden bir hayli insan bulunmaktadır ve bunlar dişil vasıfları, rakibe/düşmana karşı gösterilecek bir zayıflık olarak görmektedirler. Dünya üzerinde savaşlar da henüz durulmuş değildir.

    Bazı mesleklerde (örneğin, satış pazarlama, finans, hukuk, politika vb.) bu tip saldırgan ve yırtıcı (aşırı-eril, tuttuğunu koparan diye tabir edilen) fıtrat (belki de işin doğasından gereği) daha makbul sayılmaktadır. (Örneğin: İstanbul sözleşmesinin iptali ile ilgili Canan Kaftancıoğlu’nun “haklarımızı “söke söke” alacağız” ifadesi bu tip bir aşırı-erile kayan, atarlı bir söylemdir.)

    Feminizm ayrıca hipokrasiden de kaçınmalıdır. Örneğin: Anais Nin’in hayatını kadının ve cinselliğin özgürleşmesi (ya da erkeklerden alınmış rövanş) gibi görüp eşlerini kandırmasını (suistimal etmesini) ve aldatmasını kınamamak iki yüzlülük olacaktır. Bir durumla ilgili hüküm vermeden önce cinsiyetleri yer değiştirip tekrar değerlendirmesi feminizmin çıkar çatışmasına düşmesini engelleyecektir.

    Bazı feministlerde (ya da kadınlarda) erkeklerden rövanş alma hırslanmasının olduğunu görmekteyim. Buna dayanarak erkeklere kötü muamele etmeyi ya da ayrımcılık yapmayı kendilerine hak görebilmektedirler ki bu da ayrı bir cinsiyetçilik yaratacaktır. (Ya da zaten kötü muameleye meyilli olduklarından Feminizmi ya da kadınların mağduriyetini buna kılıf yapmaktadırlar). Bu Hitler’in Yahudiler hakkında yarattığı mağduriyet söylencesinden pek de farklı değildir.

    Ayrıca, “erkeğe kendimi açıklamak, hesap vermek zorunda değilim ya da kendimi erkeğe ezdirmem tarzı” bir refleksle tepki veren kadınlar ile de karşılaştım. Bu tip refleksler, karşısındaki kişiye eşit değer vermemektedir ve yapıcı değildir. Olayı anlaşmaktan ziyade çatışmaya sevk etmektedir. Aşırı-eril toplumlarda savunma ve zayıf görünmeme güdüsüyle oluşturulmuş refleksler de olabilirler.

    Yukarıda bahsettiğim çatışmacı ve suistimale meyilli feminizm benim gözümde şu şekilde özetlenebilir:

    https://thepracticalfeministblog.files.wordpress.com/2017/05/superman.jpg?w=656&h=570

    Metinde geçen diğer hususlar ile ilgili görüşlerim:

    “Örneğin, kadınların çocukların birincil bakıcıları oldukları ve iş için erkekler kadar kolay seyahat edemedikleri bir senaryoda, (rahatça) seyahat edebilenleri mükâfatlandıran istihdam uygulamaları cinsiyetçi sayılabilir.” ifadesini ele alırsak:

    Burada mesele seyahat edeni mükafatlandırmak değildir. İşin özelliği seyahat etmeyi gerektiriyorsa işveren bu şartı sağlayabilen çalışan istihdam etmek ister. Bu örnekte mesele olarak kadınların birincil çocuk bakım görevini üstlenmek zorunda kalması görülüyor gibidir.

    Bu ise, devletin değil eşlerin aralarında karar vereceği bir mevzudur. Eğer kadın birincil çocuk bakıcısı olmak istemiyorsa, eş seçiminde bunun ön pazarlığını yapmalıdır. Eşlerin ikisi de çalışmak istiyorlar ise, bakıcı tutarak ebeveynlik vazifelerinden feragat edebilirler ve seyahat engeli ortadan kalkar.

    Burada erkeğin birincil çocuk bakıcısı olmak istememesini erkeğe verilmiş bir imtiyaz saymak doğru değil. Doğal olanı kadının (dişil fıtrattaki eşin) çocuk bakımını üstlenmesidir, genetik olarak böyledir. Bu tip aşırı detaycı hesaplamalar, çocuk sahibi (ebeveyn) olmanın erkekler üzerinde cezalandırıcı etkiye sahip olmasına ve kaçınmaya yol açar.

    Kadına temel hakların teslim edilmediği toplumlarda bu durum kadının istihdama ve ekonomik bağımsızlığa erişimini kısıtlayacağından sorun olabilir, onu erkeğe bağımlı kılar ve erkekten gelebilecek suistimale açık bırakır. O durumda ise kadının birincil çocuk bakım rolüne mecbur bırakılması, temel hakların teslimine göre ikincil (daha az öncelikli) bir mesele haline gelecektir.

    Eşit işe eşit ücret meselesini işyerlerinin kurumsallaşmasını sağlamak ile çözülebilir. İşletmeler, her bir pozisyon için sabit bir taban maaş belirler ise, aynı pozisyonda istihdam edilen insanlar aynı taban maaşı alır. Nicel performans ölçütlerine göre de (adam-saat ya da başka bir gerçekleştirilen iş miktar ölçütü) çalışanlarına farklı bonus öderler. Ancak küçük işletmeler bunu uygulamakta zorlanabilir.

    NOT 1: Ann Garry’nin “linki” unutulmuş bu arada.

    NOT 2: “Georgia Warnke’nin belirttiği kilit bir kesişme alanı, psikanalitik teorinin benimsenmesidir”. Georgia Warnke’nin görüşlerini de yayınlarsanız sevinirim.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

Sosyalizm (Stanford Felsefe Ansiklopedisi)

Önceki Makale

Modern Feminist Düşüncenin Gelişimi – Saarang Narayan