/

Sömürü -Matt Zwolinski (Stanford Felsefe Ansiklopedisi)

4392 görüntülenme
159 dk okuma süresi
Fatih Buharalı

Fatih Buharalı

Bilkent Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans eğitimine devam ediyor. Marksizm, psikanaliz, yapısalcılık ve yapısöküm gibi konular üzerine okuma yapmayı seviyor.

Çevirmenin Önsözü:

Aydınlanma sonrasının belki de en tartışmalı ve en etkileyici ideolojilerinden biri olan Marksizm düşünüldüğü zaman akla gelen ilk şeylerden biri sömürü teorisidir ve aynı durum tam tersi bir çağrışım için de geçerlidir.

Gerçekten de ne Marksizmi ondan sömürü teorisini çıkararak düşünebiliriz ne de sömürü üzerine olan tarihsel tartışmalardan Marksizmin katkısını dışlayabiliriz.

Bu doğrultuda, inkâr edilemez bir tarihsel öneme sahip olan ve güncelliğini koruyan bu konu üzerine, uzun zamandır yaptığımız Stanford Felsefe Ansiklopedisi (SEP) çevirilerine bir yenisini eklememiz isabetli olmuştur. Bu metin, sadece iktisadi devinim bağlamında Marksizm’in sömürü üzerine duruşunun bir özetini vermiyor, aynı zamanda sömürü tartışmalarının kökenlerine, post-marksist sömürü teorilerine ve sömürü tartışmalarının
uygulandığı farklı alanlara da ışık tutuyor. Bu bakımdan çevirdiğimiz bu metnin, konu üzerinde ilgisi olan herkes tarafından faydalı bulunacağını düşünüyoruz. İyi okumalar.

Yazar: Matt Zwolinski

Çevirmen: Fatih Buharalı

SÖMÜRÜ

Bir insanı sömürmek, o insandan haksızca faydalanmaktır. O kişinin zayıflığını kişisel çıkar uğruna kullanmaktır. Elbette ki bir insanın zayıflığından faydalanmak her zaman ahlaki açıdan yanlış değildir. Bir satranç oyuncusunu rakibinin savunmasındaki bir zayıflıktan faydalandığı için yadırgamayız mesela. Fakat başkalarından faydalanmanın bazı biçimleri gerçekten de yanlış gibi görünmektedir- ki zaten ahlak ve siyaset felsefecilerinin asıl olarak ilgilendiği de bu normatif anlamdaki sömürüdür.

Sömürü ticari veya yapısal olabilir. Sömürünün ticari biçiminde, haksızlık iki birey arasındaki somut bir mübadelenin bir niteliğidir. Düşük ücretlerle çalıştıran bir ağır iş atölyesinin (İng: sweathshop) veya gelişmekte olan ülkelerde, zavallı denekler üzerinde uyuşturucu testi yapan bir ilaç şirketin başkalarını bu bağlamda sömürdüğü söylenebilir. Fakat sömürü yapısal da olabilir- yani “oyunun kurallarının” bir grup insana haksızca zarar verirken bir başka grubun faydasına işlediği kurum ve sistemlerin bir özelliği de olabilir. Aşağıda göreceğimiz gibi Karl Marx, kapitalizmin ekonomik ve siyasi kurumlarının bu tür bir sömürgeciliğe tabi olduğuna inanıyordu. Bazı çağdaş feministler de geleneksel evlilik kurumunun, erkekler ve kadınlar arasında eşitsizliğin kötücül biçimlerini teşvik etmesi ve bunlar üzerinden beslenmesi itibariyle sömürgeci olduğunu öne sürmektedir. (Sample 2003: Ch. 4)

Sömürü, aynı zamanda zararlı veya karşılıklı olarak faydalı da olabilir. Zararlı sömürü bir kurbanın eski halinden ve hak ettiğinden daha kötü bir durumda bırakıldığı bir etkileşimi içerir. Zora dayalı seks işçisi kaçaklığı bu türden sömürüye bir örnektir. Fakat aşağıda göreceğimiz gibi, sömürünün bütün biçimleri zararlı değildir. Sömürü aynı zamanda iki tarafın da önceki durumlarından (ex ante) daha iyi bir durumda ayrıldıkları, karşılıklı olarak faydalı bir durum da olabilir. Böylesi karşılıklı olarak faydalı olan değişimleri her şeye rağmen sömürücü kılansa, bir şekilde adil olmayışlarıdır.

Sezgisel olarak bir davranışın adil olmadığını ve sömürü niteliği taşıdığını söylemek görece olarak kolaydır. Bununla beraber, bu sezgileri felsefi analizle destekleyip pekiştirmek çok daha zordur. Bu konudaki en aşikâr zorluk, bir ticaretin veya kurumun hangi koşullarda adaletsiz olduğunu belirlemektir. Sömürünün adaletsizliği, kurbanına herhangi bir şekilde zarar veriyor mu, ya da manevi haklarının herhangi bir ihlalini içeriyor mu? Sömürünün adaletsizliği, yöntemle mi yoksa içerikle mi ilgili bir mesele? Yoksa her ikisi birden mi? Ve sömürü meselesini inceleyen öznelerin tarihiyle ilgili olgular ve aleyhine çalıştıkları geri plan koşulları sömürü meselesinin incelenmesiyle ne kadar bağlantılıdır?

1.Sömürü Üzerine Tarihsel Teoriler

     1.1 Sömürü ve Adaletsiz Ticaret Üzerine Marksizm Öncesi Teoriler

     1.2 Marx’ın Sömürü Teorisi

2.Sömürü Konsepti

     2.1 Sömürü ve Kazanç

     2.2 Sömürü ve Zarar

     2.3 Sömürü ve Adalet

          2.3.1 Süreçsel Adalet

          2.3.2 Kendinde Adalet

                2.3.2.1 Eşitlik

                2.3.2.2 Bireylere ve Temel İhtiyaçlara Saygı

                2.3.2.3 Adaletsiz Mülkiyet İlişkileri

                2.3.2.4 Zararlı Parazitlik-Asalaklık

                2.3.2.5 Tahakküm

     2.4 Sömürü ve Geri Plan Koşulları

3.Ahlaki Yükümlülük ve Sömürü Gücü

4.Sömürü Teorisinde Uygulamalı Sorunlar

     4.1 Evrensel Temel Gelir

     4.2 Ağır Emek Gerektiren İş

     4.3 Taşıyıcı Annelik

1.Sömürü Üzerine Tarihsel Teoriler

“Sömürü” terimi her ne kadar 19. Yüzyıla kadar eşitsizce faydalanmak anlamında kullanılmadıysa da felsefe tarihinde günümüzdeki sömürü tartışmalarını oluşturan problemleri ve konseptleri şekillendirmiş geniş tartışmalar bulunmakta. Bahsettiğimiz bu konseptler, ekonomik mübadelelerde adaleti ve adaletsizliği, emeğin değerin oluşumundaki rolünü ve özellikle sermaye ve toprak sahipliği bağlamında özel mülkiyetin aklanımını ve kötüye kullanımını içeriyor.

1.1 Sömürü ve Adaletsiz Ticaret Üzerine Marksizm Öncesi Teoriler

Sömürüyle ilgili tartışmalar genellikle adaletsiz ekonomik mübadelelerin tartışması olarak karşımıza çıkıyor. Bir mübadeleyi adil veya adaletsiz kılan prensiplerin belirlenim girişimi Aristoteles’te ve belki de daha öncesinde bile görülebiliyor. Aristoteles’e göre, bir mübadelenin adil olması için mübadele edilen emtianın eşit değerde olması gibi bir ölçülülük üzerine kurulmuş olması lazımdı. (Nicomachean Ethics, Book V, Part V) Fakat ölçülülük kavramı içgüdüsel olarak çekici olmakla beraber, Aristoteles’in bu terimle neyi kastettiği veya bu terimin en savunulabilir tanımlamasının ne olduğunu düşündüğü kesin değildir. Aristoteles’in kendi verdiği örneği kullanacak olursak, bir inşaatçı ve kunduracı mübadelede bulunacak olduğu zaman, bir ev kaç adet ayakkabıyla eş değer sayılmalıdır?

Aziz Thomas Aquinas’ın yazılarında bu tür sorular hakkında çok daha gelişmiş ve umut verici bir yaklaşımla karşılaşıyoruz. Thomas Aquinas, Summa Theologiae’sinde “Bir insan bir şeyi ederinden daha pahalıya adil bir şekilde satabilir mi?” sorusuna cevap bulmaya çalışmıştı. Aquinas’a göre bir şeyin “değeri” onun adil olan ücreti kadardı. “Adil olan ücret” ise, Aquinas’a göre, basitçe hükümde olan rayiç fiyattı. (Summa Theologiae, part 2, second part, question 77; ayrıca de Roover 1958 and Friedman 1980’a bakınız.) Aquinas’ın adil ücret kavramı sabit bir ölçülülük anlayışına dayanmaktan ziyade, arz ve talebin gerektirimlerine göre şekilleniyordu. Fakat Thomas Aquinas’a göre bu, iki bireyin karşılıklı olarak anlaştığı herhangi bir ücretin adil olduğu anlamına gelmiyor. Buna göre, dolandırıcılıktan veya geçici tekellikten kâr sağlayan bir satıcı, benzer ürünlerin ilgili piyasalarda satıldığı ücretin çok üstünde bir fiyatta satış yaptığı takdirde adaletsiz davranmış olur. Yine de Aquinas, bir bireyin bir şeyi aldığından daha pahalıya satmasında veya kâr etmeye yetecek kadar ya da üretim sürecinde alınan riskleri telafi etmeye yetecek kadar pahalıya satmasında günah olan bir şey görmüyordu. Birinin kendi iyiliği adına kâr arayışında olması belli bir “itibarsızlık” içerebilir fakat kâr aynı zamanda gerekli ve hatta erdemli bir amaç uğruna da aranabilir.

Geç dönem Skolastikleri adil ücret kavramını geliştirmek ve berraklaştırmak için hatırı sayılır bir vakit harcamışlardı. Paranın ödünç verilmesi ve faizlendirmesi özellikle üzerinde düşündükleri bir konuydu. Katolik kilisesinin kuruluşundan beri başkalarına ödünç para veren kişilerin borçlularına faiz bindirmesi yaygınlıkla günah olarak kabul edilirdi ve bu tür bir “tefecilik” kilise yasalarınca ve bazen de seküler yasalarca yasaklanmıştı. Tefeciliğe yöneltilen eleştirilerin büyük bir kısmı faiz yüklemenin haksız bir değişim içerdiği düşüncesine dayanıyordu- alacaklı olanlar borçlu olanlara bir şeyler veriyor, fakat karşılığında verdiklerinden daha fazlasını talep ediyorlardı. Fakat Aquinas’ı özellikle endişelendiren şey ise borç alan kişinin gereksinimden ötürü borç alması ve bundan dolayı böylesi bir mübadeleye gayri ihtiyari razı olmalarıydı. (Summa Theologiae, part 2, second part, question 78)

Bundan çok daha sonra yaşayan doğal hukuk kuramcısı John Locke da adil ve haksız ücretle ilgili soruları hükümet hakkındaki yaygınca bilinen incelemelerinde ele almadıysa da daha az bilinen bir broşürü olan Venditio’da ele aldı. Locke, Aquinas’tan bile daha açık ve seçik bir şekilde, adil ücretin “satıldığı yerdeki piyasa değerine” mukabil olduğundan yanaydı. (Locke 1661: 340) Adil ücretin mübadelenin gerçekleştiği yerdeki piyasaya göre görecelilik göstermesi önemlidir. Zira Locke’a göre, biri neredeyse kıtlığın yaşandığı Dunkirk’e, diğeri normal hayat koşullarının bulunduğu Ostend’e giden iki mısır yüklü gemiye sahip bir tüccarın, mısırı Dunkirk’te Ostend’de sattığından ciddi miktarda daha pahalıya satması, bahsedilen yüksek miktarın alıcılar tarafından karşılanabildiği sürece herhangi bir adaletsizlik teşkil etmezdi. Locke’a göre, eğer tüccar daha yüksek bir fiyat tahsis etmeseydi iki problem ortaya çıkacaktı. İlki, tüccarın ürünlerinin basitçe vurguncular tarafından satın alınıp ikinci bir pazarda satılması, böylece kârın gerçek alıcılara hiçbir faydası bulunmadan başkalarının ceplerine gitmesi olasılıkla muhtemel olacaktı. İkincisi, Locke’un iddiasına göre tüccarlar eğer “işlek” pazarlarda yüksek fiyat biçerek “durgun” olan pazarlardaki kayıplarını karşılamasaydı, safi zarara geçeceklerdi ve böylece tüccarlığı “bırakmak durumunda” kalacaklardı. (Locke 1661: 342)

Eğer tüccar bir ürünü genel pazar fiyatından daha pahalıya, özellikle zor durumda olan birisine satsaydı o zaman haksızlık yapmış olurdu. Yani, Locke’a göre eğer çapalar kesin bir fiyata satılsaydı -diyelim ki 100 pound- ve bir çapa, darboğazda olan bir geminin kaptanına 5000 pounda satılsaydı bu adaletsiz (sömürgeci) olurdu zira kimse kaptanın bunu ödemek zorunda bırakılıp bırakılmayacağını bilemezdi. O zaman adil ücret, herhangi bir alıcının veya satıcının spesifik ihtiyaçları ve hassaslıkları tarafından değil, arz ve talebin genel nitelikleri tarafından belirlenen halihazırdaki pazar değeridir.

Görüldüğü gibi, ekonomik mübadelenin bir parçası olarak sömürüye olan ilgi neredeyse felsefenin kendisi kadar eskidir. Bununla beraber, iş ilişkilerinin bir parçası olarak sömürü, 19. Yüzyıla kadar felsefi ve politik düşüncenin bir parçası değildi. Elbette ki iş ilişkileri de emekçinin emeğini işverene maaş karşılığında satması itibariyle, belli bir açıdan ekonomik mübadelenin basitçe başka bir türevidir. Fakat özellikle iki düşünce insanları emekle ilgili özel bir şeyler olduğunu düşünmeye itti. Bunlardan ilki, emeğin bütün ekonomik değerlerin nihai kaynağı olduğuydu. İkincisiyse, emeğin, ahlaki olarak emekçinin ürettiği her şeyin tam karşılığının sahibi olmasını gerektirdiği düşüncesiydi.

Bu düşüncelerden ilki üzerinde Marx’ın sömürü teorisi hakkında aşağıda yer alan tartışmada daha fazla durulacak. İkinci düşünce ve bu düşüncenin emek sömürüsü teorisiyle olan bağlantısı belki de en iyi şekilde 19. Yüzyıl liberal düşünürü Thomas Hodgskin’in ortaya attığı teori tarafından tasvir edildi. Hodgskin’e göre, düşüncelerinden fazlasıyla etkilendiği Locke’a göre olduğu gibi, özel mülkiyet hakkı doğal, siyaset öncesi (pre-politik) bir haktı.

Bu hak, bireylerin ihtiyaçları ve zevkleri doğrultusunda, kendi emeklerinin çıktısına ve bu çıktıyı kendilerine en uygun gelen doğrultuda kullanma yetkilerine dayanıyordu. (Hodgkin 1832: 24)

Fakat doğal mülkiyet hakkının emeğe dayanmasıyla beraber, bir de yasama kuvvetinden başka hiçbir şeye dayanmayan yapay mülkiyet hakkı vardı. Bu yapay hak emeğe dayanmayıp, hükümet mekanizmaları aracılığıyla şiddete, zapta ve soyguna dayanan mülkiyet hakkı iddialarına dayanıyordu. Bu hak böylece kapitalistlerin basitçe emeğe gerek duymadan, üretim araçları üzerindeki yasal olmayan sahipliklerini kullanarak kâr etmelerini sağlıyordu. (Reeve 1987b)

Hodgskin’e göre kapitalistler, işçileri tam olarak ev sahiplerinin kiracılarını sömürdüğü gibi sömürüyordu. Her iki durumda da bir birey sırf sahiplik iddialarına dayanarak bir gelir akışı üzerinde hak sahibi oluyordu. (Hodgskin 1832: 97) Bir ev sahibi, kiracısının bir emekçi olarak kazandığı parayla ödediği kirayla para kazanırken, bir kapitalist de çalıştırdığı emekçilerin ürettiği ürünlerin satışından elde edilen kârdan para kazanıyordu. Her iki durumda da sırf devlet etkin bir biçimde emekçilerin emeklerinin tam karşılığını almak adına sahip olduğu doğal hakkı, şiddet yoluyla edinilen yapay bir mülkiyet hakkının lehine zapt ettiği için bir insan, başkalarının üretim faaliyetleri üzerinden bir parazit gibi beslenebiliyordu.

Marx’tan önce bile, 19. Yüzyılda sömürü teorileri ile sınıf ve sınıf çatışması teorileri arasında sıkı bir bağlantı olduğunu görüyoruz. Hatta Marx’ın kendisi de Fransız Endüstriyalist okulunun “burjuva iktisatçılarını” sınıf çatışmasının ekonomik analizinin öncüleri olarak atfeder. (Marx & Engels 1965: 69) Bu okulun mensuplarına göre, toplum üretken emekçiler ve üretken olmayan toplumsal parazitler olarak ikiye bölünmüştü. Bu okulca “üretken emekçilerden” anlaşılan sadece somut ürünler ve hizmetler oluşturmak adına fiziksel emek sarf edenleri değil, ürünleri olduğundan daha iyi bir hale getirmek için çalışanları da kapsıyordu. Yani sadece emekçiler değil, aynı zamanda girişimciler, komisyoncular ve hatta işletmeci ve yatırım denetmeni konumundaki kapitalistler de bu sınıfın içinde yer alıyordu. Üretken olmayan sınıflar ise, tam aksine, ordu, hükümet veya devlet destekli ruhban sınıfı gibi üretilen değeri tüketen fakat değer üretmeyenlerden oluşuyordu. (Raico 1977: 395)

Charles Comte ve Jean-Baptiste Say gibi endüstriyalistlere göre üretici olmayan sınıflar, baskıcı hükümet gücü aracılığıyla üreticilerin varlıklarını zorla ellerinden alarak geçimlerini sağlıyordu. Bu türden bir “yağmanın” en aşikâr olan formları haraç ve gümrük vergileriyken, aynı amaca ayrıcalıklı işletmeler için sınırlı tekel gücü devri gibi özel koruma yöntemleriyle de ulaşılabiliyordu. (Say 1964: 146–147)

Yani Hodgskin için de endüstriyalistler için de devlet, bir sınıfın bir diğeri tarafından sömürülmesinin kolaylaştırmak için kilit unsurdu ve sömürüyü sonlandırmak için en kesin yol devletin gücünü ağır biçimde sınırlandırmak ve “doğal” özel mülkiyet hakkını güçlendirmekti. Fakat bütün 19. Yüzyıl teorisyenleri duruma böyle bakmıyordu. John Bray gibi Ricardian sosyalistlere göre sömürüyü sonlandırmak, herkesin üretim araçlarına eşit erişiminin bulunmasını ve böylece emek-değer teorisine dayalı bir eşit değişim sistemini güvenceye almayı gerektiriyordu. (Bray 1839) Hodgskin ve endüstriyalistler kapitalizmi devlet müdahaleciliğinden arındırmaya çalışırken, Bray ve yoldaşları kapitalizmi topyekûn lağvetmek için uğraşıyordu.

1.2  Marx’ın Sömürü Teorisi

Açık arayla bugüne kadar öne sürülen en etkili sömürü teorisi, kapitalist bir toplumdaki işçilerin emek güçlerini, kendi emekleriyle ürettikleri metaların net değerinden daha azına kapitalistlere satmaları itibariyle sömürüldüklerini söyleyen Marx’ınkidir.

Bununla birlikte, Marx’a göre sömürü sadece kapitalizmi değil, bütün sınıflı toplumları niteleyen bir fenomendi. Sahiden de sınıfsal ilişkilerin sömürgeci doğası en çok kapitalizmde değil, feodalizmde bellidir. Feodalizmde, halihazırda zaten bellidir ki serfler emek gücünün bir kısmını kendi çıkarları adına kullanırken, başka bir kısmı (angarya) feodal lordun çıkarına kullanılıyordur. İşçilerin tamamen efendilerinin çıkarlarına çalıştığı kölelikte durum tam tersidir – tabi gerçeklikte emeklerinin ufak bir kısmı kendi geçimlerini sağlamaya da gidiyordur. Kapitalizmde ise işçiler, emeklerini tamamen hür anlaşmacılar olarak kapitalistlere satarak tamamen kendi çıkarlarına çalışır gibi görünüyordu. (Cohen 1978: 332–3)

Gerçeklikte ise, Marx’a göre, işçilerin emekleri kapitalizmde ne gerçekten gönüllüdür ne de tamamen kendi çıkarları adınadır. Gerçekten gönüllü değildir, çünkü üretim araçlarına sahip olmadıkları için kapitalistlere emek güçlerini satmak zorundadırlar ya değilse açlıktan öleceklerdir. İşçiler tamamen kendi çıkarları için de çalışmıyorlardır zira kapitalistler imtiyazlı pozisyonlarını kullanarak işçilerin emekleri tarafından yaratılan değerin bir kısmına el koyarak onları sömürüyorlardır.

Marx’ın sömürü hakkındaki suçlamalarını anlamak için öncellikle onun büyük ölçüde Adam Smith ve David Ricardo gibi klasik ekonomistlerden miras aldığı pazar fiyatları analizini anlamak gereklidir. Marx’a göre kapitalizmde işçilerin emek gücü bir meta konumundadır. Marx emek-değer teorisinden taraf olduğu için bu, tıpkı mısır ve yağ gibi diğer metalarda olduğu gibi emek gücünün ücreti de yani maaşı da üretim maliyeti tarafından- özellikle toplumsal olarak gerekli olan emek miktarı tarafından- belirlenir demektir. İş gücü üretmenin maliyeti bir işçinin emek gücünün devamlılığı ve yeniden üretimi için gerekli olan değer veya işgücü maliyetidir. Bir başka deyişle, Marx’a göre kapitalizmde işçiler kıl kanaat yaşamlarına devam edecek kadar ödeme alacaktır. Yani asgari maaşla ödeme alacaklardır.

Fakat emek gücü, ücretinin belirlenmesi bağlamında herhangi bir diğer metadan farksız olmakla beraber, çok önemli bir açıdan da eşsizdir. Emek ve yalnızca emek, der Marx, kendi yeniden üretimi için gerekli olanı aşan bir değer üretmeye muktedirdir. Bir başka deyişle, bir işçinin on iki saatlik bir iş gününde hayatta kalmasını sağlayacak metalar için harcanan değer, o işçinin on iki saatlik bir iş gününde üretebileceği metaların değerinden daha azdır. Marx, bir işçinin verili bir süre zarfı içerisinde ürettiği değerin ve bu işçinin bu süre zarfında hayatta kalması için gerekli olan tüketim mallarının değeri arasındaki farkı artı-değer olarak adlandırır.

Buna göre, Marx için işçinin bir günü iki kısma ayrılmıştır. İlk kısımda, emekçi kendi için çalışır. Aldığı maaşın değerine mukabil değerde meta üretiminde bulunur. İkinci kısımda, emekçi kapitalist için çalışır. Kapitalist için, karşılığında eşdeğer bir ücret almadığı artı-değer üretiminde bulunur. Günün bu ikinci kısmında işçinin emeğinin karşılığı, gerçekte, tıpkı feodal bir serfin “angaryasının” ücretinin ödenmediği gibi, ödenmez- tabi görünürde bu böyle değildir. (Marx 1867)

Kapitalist sömürü böylece kapitalistlerin, işçilerin ürettiği artı-değere zorla el koymasına dayanır. Kapitalizm altında işçiler üretim araçlarına sahip olmayışları nedeniyle emek güçlerini ürettikleri ürünlerin net değerinden daha ucuza satmak zorunda bırakılır. Kapitalistler, buna karşılık hiçbir şey üretmek zorunda değillerdir ve işçilerin üretici enerjileri üzerinden gelirlerini sağlarlar. İşçilerce yaratılan ve kapitalistlerin el koyduğu artı-değer böylece kapitalist kârın kaynağı haline gelir ve “onları köleleştiren güç daha da kuvvetlenir.” (Marx 1847: 40)

Kapital’in ilk cildinde Marx emek, sömürü ve kapitalist kâr arasındaki sıkı bir ilişkiye işaret eden bir dizi formülü ortaya koyar. Marx’a göre bir metanın değeri üç faktörün bileşimidir: Değişmez sermaye (C, emekle doğrudan ilgisi olmayan; makinalar fabrikalar ve hammadde gibi üretim araçlarının emek değeri), değişken sermaye (V, üretimde yer alan işçilerin iş gücünün emek değeri) ve artı-değer. (S) Artı-değer makinalardan ve topraktan ziyade emeğin sömürüsünden elde edildiğinden dolayı, sömürü oranını artı-değerin değişken sermayeye oranı olarak tanımlamıştır. (S/V) Elbette ki farklı sektörler emeğin ve üretimin öbür faktörlerinin, değişken ve değişmez sermayenin, farklı karışımlarını kullanacaktır. Marx bu karışımı sermayenin organik bileşimi olarak adlandırdı ve C/V olarak tanımladı. Fakat kapitalist kâr, emeğin sömürüsünden elde edildiğinden dolayı öyle görünüyor ki daha yüksek miktarda emek kullanan sektörler (yani değişmez sermayeden çok değişken sermayeye bağlı olan) daha fazla kâr oranı elde etmelidir. Böylece Marx kâr oranını, sömürü oranı bölü sermayenin organik bileşimi + 1’e denk olan (S/(C+V)) olarak tanımladı. Bu son önerme, Jon Elster tarafından “Marksist iktisadın temel denklemi” olarak adlandırılmıştır. (Elster 1986: 67)

Marx’ın kâr oranı analizi, yoğun iş gücü gerektiren sektörlerin, daha büyük ölçüde değişmez sermayeye dayanan sektörlere kıyasla daha kârlı olmasını zorunlu kılıyor. Fakat bu sonuç ampirik açıdan açıkça yanlıştır (Böhm-Bawerk 1898) ve dahası, Marx’ın yatırımların sektörler arasındaki kâr oranını eşitlemek amacıyla denkleştiği bir rekabet ekonomisi varsayımıyla uyumsuzdur. (Arnold 1990: Ch. 3; Buchanan 1985: Ch. 3) Marx’ın kendisi bu olguyu kabullenmiş ve Kapital’in üçüncü cildinde, birinci cildinde yer alan değerin ve ücretin denk olduğu varsayımından vazgeçip, onun yerine değerin daha karmaşık bir sürecin sonucunda nasıl ücrete dönüşebileceğini göstererek ele almaya çalışmıştır. Marx’ın bu “dönüşüm problemine” getirdiği çözüm girişiminin başarılı olup olmadığıysa çok geniş tartışmaların konusudur. (Arnold 1990: Ch. 3; Samuelson 1971; Kliman 2007)

Marx’ın sömürü teorisi emeği bütün değerin kaynağı olarak varsayıyor gibi görünmektedir. Fakat Marx ve erken dönem klasik iktisatçıların bağlı olduğu emek-değer teorisi aşılması imkânsız gibi görünen birçok soruna tâbidir ve 1870’lerin marjinalist devriminden sonra birçok iktisatçı tarafından bu teori terkedilmiştir. En aşikâr olan problem emeğin heterojen olmasından kaynaklanmaktadır. Emeğin bazısı nitelikli, bazısı niteliksizdir ve nitelikli emeği niteliksiz emeğe dönüştürmek ve böylece metaların değerini ölçebilmek adına tek bir standart ölçüt tesis etmek için herhangi bir tatmin edici yol yok gibidir. Dahası, emek-değer teorisi toprak ve hammadde gibi insan emeğiyle üretilmeyen ve üretilemez olan metaların ekonomik değerini açıklayamıyor gibi gözükmektedir. Sonuncusu ve belki de en ölümcül olanı, Marx’ın emeğin artı-değer yaratabilmek gibi eşsiz bir gücü olduğu varsayımı temelsizdir. Robert Paul Wolff’un da öne sürdüğü gibi, Marx’ın emeğe bakışı keyfi gibi görünmektedir. Herhangi bir metanın emeğin yerini alacak şekilde, biçimsel olarak birebir aynı olan bir değer teorisi geliştirilebilir ve böylece bir “mısır-değer teorisi” en az Marx’ın emek-değer teorisi kadar geçerli ve kullanışlı olur. (Wolff 1981) Bundan dolayı, eğer bazılarının öne sürdüğü gibi Marx’ın sömürü teorisi emek-değer teorisinin doğruluğuna bağımlıysa eğer, emek-değer teorisinin reddini, Marx’ın sömürü teorisinin reddi takip etmelidir. (Nozick 1974; Arnold 1990)

Bununla beraber, herkes Marx’ın teorisinin, emek değer teorisine bu biçimde bağımlı olduğunu düşünmüyor. Örneğin G.A. Cohen, Marx’ın sömürü teorisinin emek değer teorisine yalnızca bağımlı olmadığını değil, onunla uyumsuz bile olduğunu iddia ediyor. (Cohen 1979: 345–6) Marx’ın sömürü teorisi işçiler tarafından yaratılan değere kapitalistlerce el konulduğu iddiasını temel alıyor. Fakat emek-değer teorisine göre bir nesnenin değeri, onu üretmek için ne kadar emek harcandığından bağımsız olarak, o anda onu üretmek için gerekli olan emektir. Her ne kadar çelişkili görünse de emek-değer teorisi, değeri yaratan tek şeyin emek olduğu iddiasıyla uyumlu değildir.

Cohen’in görüşünde, sömürüyle ilgili asıl problem kapitalistlerin emek tarafından yaratılan değere el koyması değildir. Asıl problem, kapitalistlerin emek tarafından üretilen ürünlerin değerinin bir kısmına el koymasıdır. Emek, değer üretmiyor olabilir fakat değeri olan bir şey üreten sadece odur ve bu da Marx’ın sömürü teorisini yeniden ayakları üzerine oturtması için gereken tek açıklamadır. (Cohen 1979: 354)

Fakat Cohen’in sömürü teorisi, emek-değer teorisiyle olan bir bağlılıktan uzak dursa bile yine de sömürünün, artı-değere zorla el konulması olduğu yönündeki Marksist fikre olan bağlılığını sürdürüyor. Böylesi bir anlayışsa en az iki açıdan sorunsaldır. İlkin, sömürünün kaçınılmaz olarak artı-değerin zorla aktarımını içerip içermediği kesin değildir. Marx’ın teorisi, emekçinin kapitalistler için çalışmak zorunda olduğunu çünkü geriye kalan tek alternatifin açlıktan ölmek olduğunu ileri sürer. Fakat hükümetin, emekçilerin geçim ihtiyaçlarını karşılamak için etkili bir güvenlik ağı sağladığını varsayalım. Eğer birisi keyfi gelir elde etmek için çalışsa bile, bir emekçinin yarattığı değere el koyan bir kapitalist tarafından sömürülmeleri hâlâ gayet olasıdır. (Kymlicka 2002: 179) Bir emekçinin, çalışmak zorunda bırakılmasa bile adaletsiz bir maaş ödenerek sömürülebileceğini düşünebiliriz.

İkincisi, artı-değerin zorla aktarımını içeren bütün durumların kaçınılmaz olarak sömürü niteliğinde olup olmadığı kesin değildir, en azından ahlaki bir yanlış içermeleri bakımından. Hükümetlerin işçileri vergiye tuttuğunu ve elde edilen gelirin çocukların ve engelli insanların bakımına harcandığını varsayalım. Eğer kapitalistlerin, işçiler tarafından üretilen şeylerin değerinin bir kısmına el koyması sömürü niteliğindeyse, hükümetin de vergi mekanizması üzerinden bunu yapması aynı nitelikte değil midir? Bazı liberteryenlerin öne sürdüğüne göre hükümetin zorlayıcı gücünü tam olarak böyle anlamalıyız. Bununla birlikte, Cohen’e göre Marx’ın sömürü teorisinin işçilerin kendi emeklerine ve bu emekle ürettikleri ürünlere sahip olduğu yönündeki liberteryen düşünceye -bu, liberteryen öz-sahiplik düşüncesidir- bağlı gibi görünmesi son derece sorunsaldır. (Cohen 1995: Ch. 6)

2.Sömürü Konsepti

En geniş anlamıyla ticari/mikro düzeyde sömürü, karşısındakini sömüren bir özneyi, A’yı ve sömürülen özneyi, B’yi içerir. Dolayısıyla haksız avantaj sağlamak iki şekilde anlaşılabilir. Birincisi, sömürü niteliğindeki bir eylemin veya işlemin herhangi bir boyutuyla ilgili olabilir. Bu durumda işlemin kendinde adaletsiz olduğunu söyleriz. İkinci durumda, A’nın B’den haksız avantaj sağladığını söylemek adaletsiz sonucun beraberinde geldiği o süreçte bir kusur olduğunu ima edebilir. Örneğin A, B’yi zorlamış, dolandırmış veya manipüle etmiştir. Bu durumdaysa, işlemin süreçte adaletsiz olduğunu söyleriz.

2.1 Sömürü ve Kazanç

A, B’yi sömürdüğünde, B ile etkileşimde olmaktan kazanç elde eder. “A’ya olan faydanın” geçerliliğini kötülük yapmanın ayrımcılık, suistimal ve baskı gibi başka biçimleriyle karşılaştırdığımızda da görebiliriz. A’nın B’yi, B’nin A’nın eylemiyle alakası olmayan bir özelliğinden dolayı bir imkândan veya faydalı herhangi bir şeyden mahrum bırakarak ona ayrımcılık yaptığını düşünelim. Amerikan tarihinde kadınların hukuk ve tıp gibi başka meslek alanlarına girme şansı verilmediği için devlet okulu öğretmeni olduğu bir dönem vardı. Durum öyle bir noktaya gelmişti ki toplum, yüksek nitelikli öğretmen çokluğundan kazanç sağlıyordu. Bu ayrımcılık istemeden de olsa sömürü niteliğindeydi. Fakat eğer A, sırf ırkından dolayı B’ye iş vermeyi reddediyorsa A’nın B’yi sömürdüğünü iddia etmek garip olurdu zira A, B’ye yaptığı yanlış hareketten bir şey elde etmiyordur.

Suistimali ele alalım. Tıp öğrencilerinin sözlü hakaretler ve aşağılamalarla sıklıkla taciz edildiği ve bu tacizin uzun süren duygusal yaralar bıraktığı iddia edilmiştir. Bazen tıp stajyerlerinin sömürüldüğü de ileri sürülür zira düşük bir ücret için uzun saatlerce çalışmaktadırlar. Buradaki karşılaştırma tam olarak doğrudur. Herhangi birinin tacizden bir şey elde ettiğini düşünmek için (normal bir açıdan) hiçbir nedenimiz yoktur. Fakat hastanelerin veya hastaların tıp stajyerlerinin sömürüsünden bir kazancı olduğunu düşünmek en azından mümkündür.

A’nın B’yi, sahip olduğu özgürlükler ve olanaklardan mahrum bırakarak, B’ye zulmettiğini düşünelim. Eğer A’nın bu baskıcı ilişkide çıkarı varsa, mesela B’yi köleleştirmişse o zaman A, B’ye hem zulmediyor hem de onu sömürüyordur. Fakat eğer A baskıdan bir şey kazanmıyorsa o zaman bu baskıcı ilişki yanlıştır fakat sömürü niteliğinde değildir. İşsizlerin baskı altında olduğunu söyleyebiliriz fakat işsizliğin nasıl bazılarının çıkarına olduğunu belirtemiyorsak eğer o zaman işsizler sömürülmüyordur. Bu noktada Marksistler, kapitalistlerin çalışanlarına sömürücü oranlarda ücret ödediğini zira ortada çalışanların rekabet etmek zorunda olduğu işsizlerden oluşan yedek bir ordunun var olduğunu söyleyecektir. Fakat bu sadece işçilerin sömürüldüğünü çünkü baskıcılığın kapitalist sınıfa çıkar sağladığını ve böylesi bir sömürünün, işsizlerin değil, sömürülen çalışanların sayesinde mümkün olduğunu gösteriyor.

Açıktır ki bir mübadele A’ya net kazanç sağlamıyorsa bile sömürü niteliğinde olabilir. Eğer A, B’yle olan etkileşiminden haksız kazanç elde ediyorsa fakat öngörülememiş masraflar yüzünden zarar etmiş ve etkileşimden önceki halinden daha kötü bir duruma düşmüşse bile, yine de B’yi sömürmüş sayılır. Daha az açık olan bir meseleyse, bir şeyin sömürü sayılabilmesi için A’nın gerçekten kazanç sağlaması mı gerekir, yoksa kazanç sağlama niyetine sahip olması yeterli midir? Diyelim ki bir ağır iş atölyesinin sahibi işçilerini, onların emeğinden olabildiğince kâr elde etmek için acımasızca çalıştırıyor olsun fakat üretilen ürün olayların beklenmedik yönde gelişmesi sebebiyle sıfır piyasa değerine sahip olsun. Bu durumdaki atölye işçileri yine de sömürülmüş olurlar mı?

A’nın kâr etme niyetinin sömürü için yeterli olup olmadığı meselesiyle alakalı bir soru da bir şeyin sömürü olması için A’nın haksızca kâr etmek istemesini gerektirip gerektirmediğidir. Birisini yanlışlıkla sömürmek mümkün müdür? Bir insan, bir başkasıyla olan etkileşiminin öyle olmasını istemese bile sömürü niteliğinde olacağını öngörebilir mi? Eğer bu mümkünse, A hala suçlu mudur?

2.2 Sömürü ve Zarar

Sömürü böylelikle A’nın B’yle olan etkileşiminden haksızca kazanç sağlamasını içerir. Fakat haksızca kazanç sağlamak tam olarak nedir? Bu soruya verilecek oldukça doğal bir cevap, A’nın B’nin zararından kazanç sağlamasının haksızlık olduğudur. Belki de sömürü A’nın çıkarına işlerken B’ye zarar veriyordur. Sömürü böylece, bir tür asalaklık olarak anlaşılabilir. Ya da Allan Buchanan’ın da açıkladığı gibi sömürü “bir kişinin kapasitesinin başkasının avantajı veya nihai çıkarları adına aracı olarak kullanılmasıdır.” (Buchanan 1985: 87)

Sömürünün bazı paradigmatik örnekleri bu analizi açıkça destekler niteliktedir. Kölelik, sömürge niteliğindeki bir ilişkidir ve kölelere, efendilerinin çıkarları uğruna açıkça zarar vermektedir. Fakat Alan Wertheimer’ın da belirttiği gibi, sömürü bazı durumlarda zararlı olmaktan ziyade karşılıklı olarak faydalıdır. (Wertheimer 1996: 14) Çölde yürüyüş yaparken kaybolmuş birisine bir şişe suyu 1,000 dolara satan bir kişi ondan haksız kazanç elde etmiş olur. Buna rağmen iki taraf da bu ticaretten, ticaret hiç gerçekleşmemiş olsaydı olacakları durumdan daha iyi bir durumda ayrılırlar. Satıcı daha az değer verdiği bir şeyi (bir şişe su) çok daha fazla değer verdiği bir şeyle (1,000 dolar) takas etmiştir. Fakat aynı durum alıcı için de geçerlidir. Eğer bir şişe su hayatını kurtarmak için gerekliyse ve hayatına, onu kurtarmak için harcadığı bin dolardan daha fazla değer veriyorsa, o zaman bu ticaretin gerçekleşmesi onun için de yeğdir.

Bu açıdan sömürü tehditten, her ne kadar iki durum da bireylerin bazı ölçütlerde eskiden oldukları durumdan daha iyi bir duruma geldikleri teklifleri kabul etmelerini içerebilse de oldukça farklıdır. Tehdidin paradigmatik bir örneği olan, kurbanını “ya paranı verirsin ya canını” diyerek tehdit eden gaspçının durumundaysa, kurbanın hayatını kaybetmektense parasını vermesi yeğdir. Fakat kurban, gaspçı hiçbir zaman ortaya çıkmasaydı ve ona bu teklifi yapmasaydı daha iyi bir durumda olacaktı. Buna karşılık yolda kalan yürüyüşçü, onu sömürecek kişiyle hiç karşılaşmasa daha kötü bir durumda olacaktı. Tehdit etmek tipik olarak tehdit eden kişinin, kurbanını eğer istediklerinin yapmazsa olduğundan daha beter bir duruma sokacağını ileten tehditleri içerir. Sömürü, bunun aksine, genellikle kurbanın, sömürücünün istediklerini yaptığı takdirde olduğundan daha iyi bir durumda olacağı teklifleri içerir.

Bununla birlikte, bir sömürücünün kurbanına zarar verdiğinin söylenebileceği önemli bir örnek vardır. Hiçbir etkileşimin gerçekleşmediği başlangıç noktasına kıyasla sömürü, genellikle kurbanını daha iyi bir durumda bırakır. Joen Feinberg’e göre, sömürücünün kazancı kurbanın zararından gelir. (Feinberg 1988: 178) Her iki taraf da bu ticaretten kazansa da sömürünün kurbanı kazanması gerektiğinden daha azını kazanır zira hakkı olan “iş birliği artı-değeri” sömürücü tarafından elinden alınmıştır.

Bundan dolayı sömürü, kurbanını eğer sömürücüyle hiç etkileşimde bulunmasaydı olacağından daha iyi bir durumda bıraktığı için kurbanına zarar vermez. Daha ziyade, kurbanını, eğer ona adil bir şekilde davranılsaydı olacağından daha kötü bir durumda bırakır. Tehdidin yer aldığı benzer durumlarda olduğu gibi, analizimizin kesin detayları bundan ötürü B’nin etkileşimden sonraki durumunu kıyaslamak için kullandığımız başlangıç noktasına bağlıdır. Fakat bu detayların, “her şeyin hesaba katıldığı” ahlaki değerlendirmelerimiz açısından muhtemelen pek bir önemi yoktur. Sömürü ister A’nın B’yi olduğundan daha iyi bir duruma getirmesini, fakat getirmesi gereken daha iyi bir konuma getirmemesini içersin; ister B’yi olması gerektiğinden daha kötü bir konuma getirsin, nihai hüküm her zaman aynıdır. (Wertheimer 1996: 22–23)

2.3 Sömürü ve Adalet

Terimi kullandığımız bağlam itibariyle, sömürü kaçınılmaz olarak (kavramsal açıdan) adaletsizlik içerir. Bundan dolayı sömürüyü ahlakileştirilmiş bir terim olarak kavrarız. Birisinin sömürüde bulunduğu yargısına varmak onlar hakkında zaten bir ahlaki karara varmamız anlamına gelir: Onların yanlış bir davranışta bulunmuş olduğunu söyleriz. (En azından bu konuştuğumuz bağlamda) “Sömürünün” bütün kullanımları bu şekilde ahlakileştirilmemiştir. Bu girdinin başında belirttiğimiz gibi, bu terimin günlük dildeki bazı kullanımları hiçbir şekilde ahlaki yargı gerektirmez. Ve sömürünün felsefi açıdan ahlaki yargının bir konusu olan fakat ahlakileştirilmemiş detaylı bir açıklamasını geliştirmemiz de mümkündür. (Goodin 1987)

Yine de sömürü kavramsal olarak adaletsiz olmasa da karakteristiği itibariyle adaletsizdir. Bazı durumlarda bu adaletsizlik etkileşim sırasında oluşan bir kusurun sonucudur- buna süreçsel adaletsizlik diyelim. Diğer durumlardaysa, adaletsizlik anlaşmanın nasıl gerçekleştirildiğinden ziyade, üzerinde anlaşılan şeyin bir özelliğidir- buna da kendinde adaletsizlik diyelim.

2.3.1 Süreçsel Adalet

A ve B arasındaki bir ticaret, bu ticaretinin süreci esnasında, A’nın yararına, B’ninse zararına olan, haksızca bir kusuru yarattığı veya bu kusurdan faydalandığı takdirde süreçsel adaletsizlik sebebiyle sömürü niteliğini alır. (Bununla beraber, bir önceki bölümdeki “B’nin zararı” hakkındaki analizi unutmamak gerek.) Yani örneğin, eğer A, sattığı ürünün kalitesi hakkında B’yi kandırıyorsa ve bu B’nin normalde ödeyeceğinden daha fazlasını ödemesine yol açıyorsa o zaman A, B’den haksız kazanç sağlamıştır- onu sömürmüştür. Veya eğer B, A tarafından teklif edilen koşulları haksızca kabul etmek zorunda bırakılırsa, mesela B’yi ve B’nin sevdiği birisini incitmekle tehdit edilirse, yine A’nın B’yi sömürdüğünü söyleyebiliriz.

Fakat bu durumlarda A’nın B’yi sömürdüğünü (haklı olarak) söyleyebilirken, aynı zamanda, daha doğrudan ve daha açıkça, A’nın B’yi dolandırdığını veya zorladığını da söyleyebiliriz. Bu, A’nın, B’yle olan anlaşmalarının koşulları hakkında B’nin rızasının bütünlüğünün nasıl altını kazdığını belirlemek için halihazırda geniş bir hukuken “biçilmiş kaftan” niteliğinde terimler dizisine sahip olduğumuz anlamına gelir. Bu nedenden dolayı, bu tür süreçsel kusurları “sömürü” olarak nitelemek hem nadir görülen bir şeydir hem de oldukça fuzulidir. En azından A’nın süreçte kendi faydasına olan kusurları yarattığı durumlarda, yaptığı yanlış şeyi açıklamak için elimizde genellikle daha uygun bir terim vardır.

Sömürü teriminin, A’nın halihazırda var olan bir kusurdan faydalandığı zaman kullanılması daha isabetli görünüyor. (Jansen and Wall 2013) Sahip olduğu beş senti, beş yaşındaki kardeşinin bir çeyrekliğiyle takas eden bir ergen çocuğu, kardeşinin para birimleri hakkındaki bilgisizliğinden faydalandığı sürece onu sömürüyordur. Fakat ergen çocuğu, küçük kardeşini zorlamıyordur ve tam olarak kandırmıyordur da. Buna benzer olarak, hastasının terapiden kaynaklanan romantik duygularından cinsel ilişki yaşamak adına faydalanan bir psikoterapistin, ilişkilerinde doğrudan hiçbir sahtekarlık veya aldatmaca olmasa bile (hatta ilişkilerinin mevcut “koşulları” hiçbir şekilde adaletsizlik içermese bile) hastasını sömürdüğünü söyleyebiliriz. Bu durumlarda sömürü, bu yanlış eylemleri nitelemek için en yerinde olan açıklamadır.

2.3.2 Kendinde Adalet

Filozoflar ve hukuk kuramcıları arasında, bir ticareti süreçsel olarak adaletsiz kılan geniş davranış kategorileri üzerinde -zorlama, sahtekarlık ve bunun gibilerinin sınır vakaları hakkında sürekli devam eden anlaşmazlıkların varlığına rağmen- ortak bir uzlaşı vardır. Buna karşın, bir ticareti kendinde adaletsiz kılan koşullar hakkındaki ortak uzlaşı çok daha azdır.

2.3.2.1 Eşitlik

Bir mübadelenin adilliğinin içgüdüsel olarak en çekici kriteri eşitliktir. Adil bir mübadele, söylemesi çok baştan çıkartıcıdır ki, eşit bir mübadeledir. Ama hangi açıdan eşit?

Marx adaletin bir teorisini oluşturmaya çalıştığını itinayla reddetse de emek sömürüsü teorisinin sezgisel itkisinin büyük bir kısmı adil bir mübadelenin toplumsal olarak gerekli emeğin eşit aktarımlarında somutlaşacağı düşüncesine dayanıyor gibi gözükmektedir. Bunun nedeni, işçi tarafından üretilen şeylerin, aynı işçinin sömürülerek ürettiği o şeylerin karşılığı olarak aldığı maaştan daha fazla toplumsal olarak gerekli emeği içermesidir. Josiah Warren ve Stephen Pearl Andrews gibi geç dönem 19. Yüzyıl kuramcıları bu ahlaki iddiayı daha açık seçik hale getirmişlerdir. “Açıktır ki” der Andrews,

“Eğer bir mübadele eşit değilse, eğer bir taraf emeğinden -ya emek biçiminde ya da ürün biçiminde- ötekine, ötekinden aldığı emekten daha fazlasını veriyorsa baskı görüyordur ve nu eşitsizlik sürmeye devam ettikçe, ötekinin kölesi veya nesnesi haline gelir.” (Andrews 1852: 52–53)

Fakat adil mübadelenin bir temeli olarak emek süresi teorisi her ne kadar prensipte emek-değer teorisinden ayırt edilebilir olsa da onun sahip olduğu aynı problemlerin çoğuna gebedir. Örneğin, nitelikli ve niteliksiz emek süresi arasındaki fark, adil bir mübadelenin ne olduğunu belirlerken nasıl hesaplanmalıdır? Peki ya zor ve kolay işler arasındaki fark? Emek homojen değildir, bu yüzden de adil mübadelenin bir ölçüm birimi olmaya elverişli değildir.

Eğer emek adil mübadelenin bir kriterini aramak için doğru yer değilse, belki de iktisadi değer öyledir. Bu görüşe göre adil bir mübadele, eşit derecede değere sahip ürünlerin veya hizmetlerin değişimini içerir. Adil olmayan bir mübadele ise, eşit değere sahip olmayan ürün veya hizmetlerin değişimini içerir. Daha önce verdiğimiz bir örneğe dönecek olursak, çölde yürüyüş yaparken kaybolan birisine bir şişe suyu bin dolara satan bir kimse, ondan haksız şekilde faydalanıyordur. Bu değişimi adaletsiz kılan şeyse bir şişe suyun basitçe bin dolarlık bir değere sahip olmamasıdır. B, karşılığında aldığının çok daha fazlasını veriyordur.

Ya da veriyor mudur? İktisadi değerin, nesnelerin objektif bir özelliği olduğu yönündeki 19. Yüzyıl nosyonunu bir tarafa bırakıp, değerin ekonomik etmenlerin öznel tercihlerinin bir sonucu olduğunu benimsediğimiz zaman bu önceki analizle ilgili problem kolayca ortaya çıkıyor. Ekonomik mübadelenin mümkün olmasının başlıca nedeni zaten farklı öznelerin aynı objeye birbirinden farklı değerler vermesidir. Eski televizyonumu sana yetmiş beş dolara satıyorumdur çünkü yeni bir televizyon almışımdır ve eski televizyonun bana göre değeri yetmiş beş dolardan daha azdır. Sen yetmiş beş dolar ödüyorsundur çünkü yeni bir eve taşınmışsındır ve yetmiş beş doların değeri senin için televizyondan daha azdır. İkimizin değerlendirmeleri de “doğru” değildir. Tercihlerimiz basitçe birbirinden farklıdır ve ikimiz de bu değişimden, verdiğimizden daha fazlasını aldığımızı düşünerek ayrılırız.

İşbirlikçi mübadeleler iktisatçıların “toplumsal artı-değer” dediği şeyi yaratır. Televizyon örneğini devam ettirerek diyelim ki, televizyonum karşılığında elli dolarlık veya elli dolardan daha fazla değere sahip olan bir şey almaya razıyım ve sen bu televizyona yüz dolar veya yüz dolardan daha az bir miktarda ödemeye razısın. Pazarlıktan sonra yetmiş beş dolarlık bir satış ücretinde anlaşıyoruz ve elli dolar değer biçtiğim bir şeyi yetmiş beş dolar karşılığında sana veriyorum ve yirmi beş dolarlık bir kârla ayrılıyorum ve sen de yüz dolarlık bir değer biçtiğin bir şeyi yetmiş beş dolara alarak yirmi beş dolarlık bir kârla ayrılıyorsun. Bu noktada ikimiz toplam elli dolarlık bir kârdayızdır. Bu miktar toplumsal artı-değerdir.

Bu adil mübadelenin eşitlikçi son bir analizini mümkün kılıyor. Belki de bir mübadeleyi adil yapan şey takas edilen objelerin eşit iktisadi değere sahip olması değil, eşit olmayan öznel değerdeki objelerin mübadelesinden ortaya çıkan toplumsal artı-değerin eşit dağılımıdır. Sömürücü mübadelelerde, bunun tersine, bir taraf toplumsal artı-değerden orantısız olarak daha fazla alarak öbür tarafı haksız olarak daha az bir miktarla bırakır. Örneğin diyelim ki bir iş sahibi, bir çalışanının emeğinden saatlik net on dolar elde ediyor olsun. Bu iş sahibi çalışanlarına saat başı dokuz dolarlık bir maaş verebilir ve yine de kâr elde edebilir. Fakat potansiyel işçilerinin gidecek başka yeri yoksa eğer, bu işveren neden o kadar fazla ödesin? Neden işçilerine verebildiği kadar az vermesin- diyelim ki saat başına, iki dolarlık asgari ücretin biraz fazlası olan üç dolar versin. Bu durumda bu iş ilişkisi sekiz dolarlık bir toplumsal artı-değer oluşturur. Fakat bu artı-değerin sadece bir doları işçilere giderken geri kalan yedi dolar işverenin cebine gider. Tam olarak toplumsal artı-değerin bu dengesiz dağılımı bu türden bir emeğin adaletsiz, yani sömürücü tarafını göstermez mi?

Belki de. Fakat toplumsal artı-değerin eşitsiz dağılımı sömürünün bütün örneklerini- bunlara en belirgin örneklerin bazıları da dahildir- açıklayamaz. Bunu anlamak için, çölde kaybolmuş yürüyüşçü örneğine geri dönelim. A, B’ye bir şişe suyu bin dolara satmayı teklif eder. Bu, sömürücü teklifin bariz bir örneği olarak görülür. Fakat aslında, yukarıda belirtilenin aksine, sömürücü değildir. İnsanların büyük bir kısmı hayatlarının devamlılığına yüksek miktarlarda değer biçer. Buna göre B’nin kendi hayatına 1 milyon dolar değer biçtiğini düşünelim. Bu durumda B, bin dolar kadar değer biçtiği bir şeyin karşılığında bir milyon dolar kadar değer biçtiği bir şey elde eder. A ise, neredeyse sıfır dolar kadar değer biçtiği bir şeye karşılık bin dolar kadar değer biçtiği bir şey elde eder. Bu mübadele, bir milyon dolarlık bir toplumsal artı-değer yaratır. Fakat bu artı değerin yüzde doksan dokuz nokta dokuzu B’ye giderken, sadece yüzde sıfır nokta birlik bir kısmı A’ya gider. Eğer sömürü bir mübadelenin yarattığı toplumsal artı-değerden aslan payını almaksa, o zaman susuz durumdaki B’nin aslında suyu satan A’yı sömürdüğü sonucuna varmak zorundayız- ne beklenmedik bir sonuç!

2.3.2.2 Bireylere ve Temel İhtiyaçlara Saygı

Görüldüğü gibi, sömürünün kötülüğünü çok sayıda örnekte açıklayabilen eşitlikçi kriterler bulmak zordur. Bu nedenden ötürü, günümüzdeki sömürü teorilerinin büyük bir kısmı, özünde eşitlikçi değildir. Bazı sömürü teorileri, Allen Wood, Ruth Sample ve Jeremy Snyder tarafından ortaya atılanlar gibi, Kantçı bireylere saygı düşüncesi üzerine kuruludur. Örneğin Sample’a göre sömürü, “başka bir özneyle, çıkar uğruna ve o özneye içkin olan değere saygı duymakta başarısız olan bir şekilde etkileşimde bulunmaktır.” (Sample 2003: 57) Sample’a göre bir insan, başkalarına içkin olan değere saygı duymakta birkaç farklı şekilde başarısız olabilir. Bunlardan birisi başkalarının karşılanmamış ihtiyaçlarına uygun bir şekilde karşılık vermemektir. Başkalarına saygı, bize tamamlanmamış bir iyilik ödevini zorunlu kılar. Jeremy Snyder’a göre bu ödev, başkalarıyla yüz yüze geldiğimizde spesifikleşir ve böylece tamamlanmış, somut bir forma bürünür. (Snyder 2008: 390) Temel ihtiyaçları karşılanmamış başka insanlarla karşılaştığımız zaman onların insan olarak sahip olduğu içkin değerden dolayı onlara yardımcı olmalıyızdır. Fakat bir sömürücünün başkalarının karşılanmamış temel ihtiyaçlarıyla karşılaştığı zaman gördüğü şey bir yardım çığlığı değil, kâr etmek için bir şanstır.

Sample ve Synder’ın saygı-temelli teorileri adillik-temelli sömürü teorilerinden aynı anda hem daha indirgeyici hem daha kapsayıcıdır. Adillik yaklaşımının sömürücü olmadığını bulduğu sömürü niteliğindeki etkileşimleri kınaması itibariyle daha kapsayıcılardır. Çölde kaybolmuş bir yürüyüşçüye bir şişe suyu piyasa değerinden satmak belki adildir fakat o bireyin karşılanmamış içme ihtiyacını karşılamak konusunda hiç de yeterli değildir. Fakat bu teoriler adillik-temelli teorilerden aynı zamanda, uygulanabildikleri işlem ve ürünlerin daha sınırlı olmaları itibariyle daha indirgeyicilerdir. Örneğin hem Sample’ın hem de Synder’ın teorilerine göre bir satıcının, bir resim tablosunu almak için alışmadık, güçlü bir arzuya sahip olan bir alıcının bu durumundan faydalanarak tabloyu son derece yüksek bir fiyatta satması sömürü niteliğinde değildir. Satıcının temel ihtiyaçları söz konusu olmadığı için, bu tür durumlarda yüksek bir fiyat biçmek başkalarına saygısızlığa işaret etmez, bu fiyat haksızlık derecesinde yüksek olsa bile.

Goodin’inki gibi, Sample’ın teorisine göreyse, zafiyetin bazı biçimlerinden fayda sağlamak, o zafiyetler nasıl meydana gelmiş olursa olsunlar, haksız surette sömürücülüktür. Fakat Benjamin Ferguson’un da belirttiği gibi, bu ahlaki bir tehlike yaratma potansiyeline sahiptir. Diyelim ki B’nın herhangi bir nedenden ötürü zayıf bir duruma düştüğü durumda A, B üzerindeki kazancından vazgeçmesi gerektiğinin farkında olsun ve diyelim ki bunu B’ye bazı ürünleri ortalama piyasa değerlerinden düşüğe satarak sağlasın. Bunun üzerine B, eğer işler iyiye gitmezse ettiği zararın bir kısmının A tarafından karşılanmak zorunda olacağını bilerek riskli bir kumar oynayabilir. Bunun sonucunda B, A’yı ondan haksızca avantaj sağlama potansiyeline sahip olduğu bir zafiyet durumuna düşürmüş olur. Bir başka deyişle, A’nın B’yi sömürememe zorunluluğu A’yı, B’nin sömürüsüne karşı zaaf hale getirir! Böylesi bir zorluktan kaçınmak için birisi üzerinden elde edilebilecek kazançtan vazgeçme zorunluluğunun doğduğu zafiyet çeşitlerinin sınırlanması gerekir- belki de karşı tarafın ahlaki olarak sorumlu olduğu zafiyet durumlar hariç tutularak.

2.3.2.3 Adaletsiz Mülkiyet İlişkileri

Pek çok kişi Marx’ın kapitalizmdeki işveren-işçi ilişkilerinin sömürücü nitelikte olduğu iddiasını makul bulmuştur. Fakat belki de Marx kapitalist ve çalışan ilişkisi içinde sömürünün nerede olduğunu tespit etmekte hata yapmıştır. Ne de olsa Marx’ın görüşünde sömürüyü mümkün kılan şey mülkiyetin toplumda makro düzeyde dağılımıdır- özellikle kapitalistlerin üretim araçları üzerindeki tekelidir. Gelgelelim Marx’ın geleneksel sömürü teorisi bu mülkiyet ilişkisine değinmez ve onun yerine tamamen kapitalistlerin ve emekçilerin üretim düzeyindeki ilişkilerine odaklanır. John Roemer’a göre bunun sonucu, mikro düzeydeki belli iş ilişkilerine odaklanan ve bu ilişkilerin yer aldığı eşitlikçi olmayan makro düzeydeki mülkiyet dağılımının arka planına pek odaklanmayan bir teoridir. (Roemer 1982)

Roemer’ın analizine göre, kapitalist sömürü esasında toplumsal parazitliğin bir çeşididir. Bir grup (kapitalistler), ikinci bir grubun (işçiler) varlığı sayesinde daha iyi bir haldedir fakat bu ikinci grup ilk grubun varlığı yüzünden daha kötü bir durumdadır. Daha resmi bir şekilde, Roemer’ın teorisine göre, S grubunun, sadece ve sadece aşağıdaki üç koşul karşılandığı takdirde S’ tarafından sömürüldüğünü söyleyebiliriz:

  1. Eğer S, toplumun aktarılabilir mülkiyetinden (üretilen ve üretilmeyen ürünler) kişi başına düşen miktarı ve kendi emek ve yetenekleriyle beraber toplumdan çekildiği takdirde mevcut paylaşım durumundan daha iyi bir durumda (gelir ve boş zaman bağlamında) olacak olursa,
  2. Eğer S’, aynı koşullarda toplumdan çekildiği takdirde mevcut durumda olduğundan daha kötü bir duruma düşerse,
  3. Eğer S kendine ait olan bütün varlıklarıyla (kişi başına düşen payıyla değil) toplumdan çekilirse ve S’ bunun sonucunda mevcut anda olduğundan daha kötü bir duruma düşerse.

İşçileri S kümesi olarak, kapitalistleri de S’ olarak alalım. Roemer’in görüşüne göre işçiler sömürülüyordur çünkü üretim araçlarının mülkiyeti kapitalistlerin tekelindedir. Eğer işçiler toplumdan üretim araçları da dahil olmak üzere, toplumun aktarılabilir mal varlığından kişi başlarına düşen paylarını ayrılarak çekilirseler mevcut durumlarından daha iyi bir duruma gelirler. (Birinci koşul sağlanır.) Eğer kapitalistler toplumun aktarılabilir mal varlığından sadece kişi başına düşen paylarını alarak çekilirseler mevcut durumda sahip oldukları pay işçilere gideceğinden dolayı daha kötü bir duruma düşerler. (İkinci koşul sağlanır.) Son olarak, eğer işçiler sadece var olan hukuki düzen altında sahip oldukları varlıklarıyla, bedenleriyle ve emekleriyle ayrılırsalar kapitalistlar daha kötü bir duruma düşerler zira artık işçilerin emeğini sömürmekten kâr edemeyeceklerdir. (Üçüncü koşul karşılanır.) Bunun gösterdiği şey, mülkiyetin dağılımının kapitalistlerin şu anki refahının işçilerin zararına olduğudur. Bu sömürücü, asalakça bir düzendir.

Roemer’ın teorisi, sömürünün birçok durumda adil olmayan bir davranış biçimi olarak alındığı sezgisel anlayışla gayet uyumludur. Mülkiyetin eşitlikçi olmayan paylaşımının adil olmadığını düşündüğümüz durumlarda, bu paylaşımı bir sınıfın çıkarına ve başka bir sınıfın zararına olacak şekilde kullanan sistemler açıkça sömürücü gözükecektir. Bu durum, muhtemelen Marx’ın, kapitalistlerin üretim araçları üzerindeki tekelinin sıkı çalışmanın ve verimliliğin değil şiddetin bir sonucu olduğunu göstermeye çalışan “sermayenin ilkel birikimi” teorisinin temel noktasıdır. (Marx 1867: Ch. 26)

Fakat var olan kapitalizmin tarihi bu şekilde lekelenmiş olsa bile, mülkiyetin eşitlikçi olmayan, Robert Nozick’in deyişiyle, “adil aşamalar sonucunda adil olan bir durumun” (Nozick 1974: 151) ürünü olan bir dağılımını düşünmek mümkündür. Bir toplumun eşitlikçi bir bölüşümle başladığını ve isteğe bağlı tercihler ve şans aracılığıyla -tabi güç uygulamak ve sahtekarlık gibi süreçsel adaletsizlikler olmadan- gözle görülür eşitsizliklerin olduğu bir topluma evrildiğini varsayalım. Böyle bir toplum nispeten daha zengin olan bir S’ kümesine ait olan aktarılabilir mülkiyetin bir kısmını ve toplumun aktarılabilir varlığının kendi payına düşen miktarını aldığı takdirde daha iyi durumda olacak nispeten daha fakir bir S kümesini içerebilir. (Birinci koşul) Buna karşılık S’, bu varlığın sadece kendi payına düşen miktarını aldığı takdirde daha kötü duruma düşebilir. (İkinci koşul) Son olarak, bu toplumda S ve S’ karşılıklı olarak faydalı bir mübadelede bulunduğu takdirde S kümesi sadece kendine ait olan varlığı alarak çekilse bile S’ daha kötü bir duruma düşer. (Üçüncü koşul) Böylesi bir toplum Roemer’e göre sömürüyü hazırlayan bütün koşulları karşılar, fakat bu toplumda yanlış veya adaletsiz herhangi bir şey olmadığı çok açıktır.

Roemer’ın teorisi aynı zamanda artı-değerin zor yoluyla aktarımını kaçınılmaz olarak sömürücü bulan Marksist teorinin karşılaştığı sorunların aynısıyla karşı karşıyadır. Bu teori, sağlıklı ve varlıklı insanların çocukları ve engellileri desteklemek için vergilendirildiği- zira sağlıklı insanlar sahip oldukları kaynaklarla beraber toplumdan çekildikleri takdirde daha iyi, çocuklar ve engellilerse daha kötü durumda olacaklardır- bir toplumu sömürücü olarak addetmek zorundaymış gibi görünüyor. (Elster 1982) Roemer bu probleme, sömürünün 1’den 3’e kadar olan koşulların daha fazlasını içerdiğini ve kayıp koşulun sömürücünün sömürülen üzerindeki “tahakkümü” olabileceğini öne sürerek karşı çıkmaktadır. Fakat Will Kymlicka’nın da belirttiği gibi bu ek koşul,

“Roemer’ın sömürü teorisinin temeli olarak nitelendirdiği ‘ahlaki buyrukla’ bağlantısız olduğu için, ad hoc (niyete mahsus) gözükmektedir.” (Kymlicka 2002: 204 n. 13) Roemer’ın kendisi de tahakküm konsepti hakkındaki belirsizliğin, teorisini ‘sömürünün tatmin edici bir analitik teorisi’ olmaktan alıkoyduğunu kabul etmektedir. (Roemer 1982: 304 n. 12)

Roemer’ın teorisi kendi koşullarınca tamamen tatmin edici olsaydı bile, geride önemli bir dizi soruyu cevapsız bırakacaktı. Bunun nedeni tam olarak, Roemer’ın teorisinin mülkiyetin toplumdaki dağılımıyla ilişik “makro düzeydeki” sorunlara yoğunlaşmış olup, insanların bu dağılımca yaratılan çerçevede birbirlerine nasıl davranacaklarıyla ilgili “mikro düzeydeki” sorunlara pek değinmemesidir. (Ferguson and Steiner 2016: 13–14) Sezgisel olarak insanların, mülkiyetin adil dağılımında bile birbirlerine sömürücü davranmaları ve aynı şekilde adil olmayan bir dağılımında da birbirlerine adil davranmaları olası görünmektedir. Roemer’ın teorisinin bu tür mikro düzeydeki ilişkilere değinmemesi tam olarak teorideki bir eksiklik değildir. Fakat en azından öyle gözüküyor ki sömürünün farklı veya daha kapsamlı bir teorisi Roemer’ın makro düzeyde yaklaşımını tamamlamak için gereklidir.

2.3.2.4 Zararlı Parazitlik-Asalaklık

Giijs van Donselaar’ın sömürü teorisi, sömürünün bir çeşit zararlı asalaklık olduğu fikri üzerine kuruludur. Donselaar’a göre sömürücü bir ilişki, “başkalarının durumunu kötüleştirirken kendi durumunu iyileştiren bir ilişkidir.” (van Donselaar 2009: 7) Böylesi bir ilişkide A, B’yi kullanır ve ondan faydalanır fakat B, eğer A hiçbir zaman var olmasaydı veya onunla hiçbir zaman etkileşimde bulunmasaydı daha iyi durumda olacaktır. Yani örneğin, Donselaarcı anlayışa göre eğer A, bir araziyi sırf B’nin o araziyi isteyeceğini ve o arazi için yüklü bir miktar para ödeyeceğini bildiği için orayı sahiplenirse B’yi sömürmüş olur. Benzer bir şekilde A, sırf komşusu olan B’nin manzarasının kesilmemesi için A’ya ödeme yapmaya niyetli olacağı için evine ikinci bir kat inşa etmek isterse yine B’yi sömürmüş olur. Bu gibi durumlarda, A hakları dahilinde hareket etmiş fakat B’den kazanç sağlamak için bu haklarını suiistimal etmiştir.

Sezgisel olarak, van Dorselaar’ın sömürücü olarak nitelediği eylemlerde adil olmayan bir şeyler var gibidir. Fakat sezgisel olarak adaletsiz görünmeyip de yine de sömürü kriterlerini karşılayan eylemler de vardır. Örneğin, piyasa rekabetinin birçok sıradan örneği bu tür bir durumu içerir. A’nın ve B’nin bir iş pozisyonu için rekabet ettiğini ve daha nitelikli bir aday olan A’nın iş teklifini aldığını varsayalım. A teklifi kabul eder ve B’ye sekreteri olarak çalışması için teklifte bulunur. Bu durumda A, B’yle olan etkileşiminden kazanır fakat B, A hiçbir zaman var olmasaydı daha iyi durumda olacaktır. Benzer bir şekilde eğer B engelli bir yurttaşsa ve hükümet tarafından vergi mükellefleri tarafından finanse edilen bir engelli maaşı teklifi alırsa, o zaman B bir vergi mükellefi olan A’nın varlığından faydalanmış olur ve A, eğer B hiçbir zaman var olmasaydı daha iyi bir durumda olacaktır. Richard Arneson’un da belirttiği gibi, “bir adamın asalaklığı, bir başkasının dağıtıcı adaletidir.” (Arneson 2013: 9)

2.3.2.5 Tahakküm

Van Donselaar’ın teorisinin karşı karşıya olduğu ikinci problem, John Roemer’ın yukarıda tartıştığımız mülkiyet ilişkilerinin sömürüsü teorisinin karşı karşıya olduğu problemle neredeyse tıpatıp aynıdır. Ve görmüş olduğumuz gibi, Roemer’ın kendisi bu problemden kaçınmak için bir yol öne sürmüştür, bu da sömürü teorisine bir tahakküm koşulu eklemektir. Sezgisel olarak kapitalistler en azından işçilerine hükmedebilme kapasitesine sahiptir, fakat emekli maaşıyla geçinen engelli insanlar ne vergi mükelleflerine hükmederler ne de bunu yapma kapasitesine sahiplerdir.

Nicholas Vrousalis sömürü ve tahakküm kavramları arasında gördüğü sıkı bir bağlantının üzerinde durur. (Vrousalis 2013) Vrousalis’e göre A, eğer sadece ve sadece B ile, B’nin zafiyetini kullanarak ondan net bir kazanç elde ettiği sistematik bir ilişki içindeyse, onu sömürüyordur. Ve A eğer B’yle, B’nin üzerindeki gücünü veya A’nın öznesi olduğu bir kümenin B üzerindeki gücünü kullanarak avantaj sağladığı sistematik bir ilişki içindeyse, onun üzerinde tahakkümü vardır. Buna göre sömürü, tahakkümün spesifik bir çeşididir- öz-zenginleşme üzerine kurulu bir tahakküm. Kapitalistler de işçilere, kapitalist ekonominin sistematik ilişkileri dahilinde birer objeymiş gibi davrandıkları ve işçilerin gücünü ve zafiyetini onlardan değer sağlamak için kullandığı sürece onları sömürüyorlardır.

Vrousalis’in sistemler üzerine odaklanmasının nedeni, Marksist sömürü teorisinin en savunulabilir elementlerini onarma ve sömürüyü salt bir adaletsizlik konseptinden ayırarak tanımlama niyetidir. (Vrousalis 2014) Fakat sömürüyü adaletsizlikten ayırmanın da bir bedeli vardır zira Vrousalis’in sömürü şemasına uymasına rağmen adaletsiz gibi görünmeyen, adaletsiz gibi görünmediği için de yanlışmış gibi görünmeyen durumlar da vardır. Eğer A, kalorifer yakıtı tedarikinde bir tekelse ve eğer B soğuk bir bölgede yaşıyorsa, A’nın B üzerinde üstünlüğü vardır ve B zaaf durumdadır. Fakat sezgisel olarak, A bu zafiyetten faydalanmak zorunda değildir. A, yakıtı B’ye adil bir fiyata- yani B’nin gerektiği takdirde ödemeye razı olduğu fiyattan düşük bir fiyata- satabilir. Eğer öyle yaparsa A, yine de B’den net bir kazanç elde edecektir ve böylece Vrousalis’in sömürü kriterini karşılayacaktır. Fakat A’nın hiçbir açıdan yanlış bir davranışta bulunmadığı gayet açıktır. (Arneson 2013: 4)

2.4 Sömürü ve Geri Plan Koşulları

Başkalarının temel ihtiyaçları meselesine uygun bir şekilde karşılık verememesine ek olarak Sample, sömürünün geçmişteki adaletsizliklerden fayda sağlama formunda gerçekleşebileceğini de öne sürer. (Sample 2003: 74) Eğer A, B’nin geçmişte yaşadığı bir adaletsizlik yüzünden zarar görmüş olmasını kendi çıkarı için kullanmışsa o zaman A, Sample’a göre B’ye saygılı bir biçimde davranmamış ve onu kendi çıkarı adına sömürmüştür.

Sample bu iddiayı öne sürerek kendi sömürü teorisine tarihsel bir boyut kazandırmıştır. Onun görüşünde önemli olan zaaf durumda olan bir bireyden avantaj sağlanıp sağlanmaması değil, nasıl olup da o bireyden avantaj sağlamanın mümkün olduğudur.

Başka sömürü kuramcıları da buna benzer iddialarda bulunmuştur. Örneğin Hillel Steiner’ın sömürü teorisine göre eğer A bir mübadeleden daha çok kazanıyor ve B daha az kazanıyorsa ve bunun nedeni önce gerçekleşmiş bir adaletsizlikse sömürü gerçekleşmiştir. (Steiner 1984) Yani örneğin eğer A, B’yi bir emekçi olarak saati iki dolar gibi düşük bir maaşa işe alıyorsa ve bunun tek nedeni A’nın (veya bir başkasının) B’yi alternatif iş imkanlarından mahrum bırakmasıysa A, B’yi sömürmüştür. Öte yandan, B’nin sadece iki dolara çalışması adaletsizlik içermiyorsa- eğer B’nin emeği nitelikli değilse veya yoğun bir işsiz emekçinin varlığı (adaletsizlik olmadan) söz konusuysa eğer, iki dolarlık bir maaş, B’nin ihtiyaçlarını karşılamada ne kadar yetersiz olursa olsun, sömürü niteliğinde değildir.

Bunun yanı sıra, bazı teorisyenler zafiyetin kaynağının mübadelenin sömürücü doğasıyla alakası olmadığını ileri sürmüştür. Örneğin Robert Goodin’e göre sömürü, “avantaj sağlamanın uygunsuz olduğu durumlarda avantaj sağlamaya uğraşmayı” ve “zayıf olanı koruma” yönündeki ahlaki normun ihlalini içerir.  Daha önemlisi, Goodin “zafiyetin spesifik kaynağı önemli olmaksızın” bu normun geçerli olduğunu öne sürer. (Goodin 1987: 187) Buna göre, bir işçinin geçmiş bir adaletsizlikten dolayı ekonomik olarak zaaf konumda olması veya zafiyetinin piyasadaki bir dalgalanmadan kaynaklanması konuyla alakasızdır. Bu zafiyeti çıkar adına kullanmak ise sömürüdür.

Buna benzer olarak, Matt Zwolinski bir mübadelenin sömürü niteliğinde olup olmamasının tarafların ex ante (önceki) pozisyonlarına nasıl geldiklerine değil, o mübadelenin koşullarına bağlı olduğunu öne sürüyor. Zwolinski’ye göre çöldeki yürüyüşçü gibi örnekler sömürünün geçmiş bir adaletsizliğin yokluğunda gerçekleşebileceğini gösterir ve bundan dolayı geçmişteki bir adaletsizlikten avantaj elde etmek sömürünün gerekli bir koşulu değildir. Ve yeterli bir koşulu da değildir, zira tarafların sömürüye maruz kalmadan geçmişteki adaletsizliklerden faydalanıldığı örnekler düşünebiliriz. Eğer B’nin evi bir kundakçı tarafından haksızca yanıp kül edilmişse ve bir müteahhit olan A, evi yeniden inşa etmek için B’ye rayiç piyasa fiyatı değerinde ücretlendiriyorsa eğer A, B’nin geçmişte mağdur olduğu bir adaletsizlikten kazanç sağlamasına rağmen onu sömürmemiştir. (Zwolinski 2012: 172)

3.Ahlaki Yükümlülük ve Sömürü Gücü

Sömürü teorisinin öncelikli amacı, “A, B’yi sömürüyor.” iddiasının doğruluk koşullarını öne sürmektir. Bununla birlikte bu salt kavramsal amacın ötesinde, iki tane doğrudan normatif görev daha bulunuyor. Alan Wertheimer’ın terminolojisinde, bu iki görevden ilkini, sömürünün yanlışlığının yoğunluğunu belirten bir sömürünün ahlaki yükü teorisi geliştirmek olarak açıklayabiliriz. İkinci görev ise “mübadelenin taraflarını veya toplumu içeren sömürü niteliğindeki eylemlerin çeşitli ahlaki sonuçlarını belirten bir sömürünün ahlaki gücü teorisi” geliştirmektir. (Wertheimer 1996: 28)

Sömürünün zararlı olduğu ve tarafların birinin rızasını içermediği durumlarda ahlaki yük ve ahlaki güç göreceli olarak, pek de problematik değildir. A’nın faydasına olup B’nin zararına olan şeyin katma ahlaki önemi ne olursa olsun A’nın B’ye zarar vermesi en azından ilk izlenimde (prima facie) kesinlikle yanlıştır ve öyle görünüyor ki devletin bu tür etkileşimleri yasaklaması veya yürürlüğe koymayı reddetmesi en azından ilk izlenimde aklanabilir durmaktadır. Fakat karşılıklı olarak faydalı olan ve rızaya dayanan etkileşimlerde söz konusu olan sömürü bir dizi çözülmesi zor problemi beraberinde getirmektedir. Birincisi, ahlaki yük sorunuyla ilgili olarak, A ve B arasındaki bir mübadele adaletsiz olsa bile iki tarafın da fayda sağladığı bir mübadelede bir şeylerin ciddi anlamda yanlış olduğu, özellikle A’nın B’yle mübadelede bulunmak için hiçbir zorunluluğu bulunmuyorsa, söylenemez. En azından, karşılıklı olarak faydalı (fakat adaletsiz) olan bir mübadelenin ahlaki olarak mübadelenin hiç bulunmamasından nasıl daha adaletsiz olduğunu göstermek varsayım itibariyle (ex hypothesi) mübadelenin kötü etkilediği bir tarafın varlığı söz konusu olmadığından ötürü zordur. Sömürü üzerindeki güncel literatürde bu fikir “daha-kötü olmama koşulu” olarak formülize edilmiştir.

DKOK: A ve B arasındaki mübadele, A’nın B ile hiç etkileşime geçmeme hakkına sahip olduğu ve mübadelenin karşılıklı olarak faydalı, rızaya dayalı ve herhangi bir negatif dışsallık içermediği takdirde, hiç mübadele olmamasından daha kötü olamaz. (Wertheimer 1996, 2011; Zwolinski 2009; Powell and Zwolinski 2012)

Birçok sömürü kuramcısı DKOK’nin doğru olup olmadığı hakkında şüphecidir. (Wertheimer 1996; Bailey 2010; Arneson 2013; Barnes 2013; Malmqvist 2016) Çünkü eğer öyle olsaydı karşılıklı olarak faydalı olan sömürü eylemlerinde yer alan bireyleri suçlamak hatalı görünebilirdi- mesela doğal afet kurbanlarına elektrik jeneratörlerini şişkin fiyatlarda satarak fahiş fiyat uygulamasında bulunan bireyleri. (Zwolinski 2008) Sonuçta hiçbir şey yapmadan evde dursalardı bu bireyleri suçlamazdık. Fakat insanlar yüksek fiyatlar (herhangi bir sahtekarlık veya zorlama içermeden) ödemeye razı oldukları takdirde hiçbir değişim olmamasındansa bu değişimin gerçekleşmesi iki taraf için de daha iyidir. O zaman, o müşterilere biraz olsun fayda sağlamak hiç fayda sağlamamaktan nasıl ahlaki olarak daha kötü olabilir ki?

Tabii ki de DKOK’nin sömürünün yanlışlığını küçümseyen bir teoriye götürmesi gerekmez. Onun yerine hiç-mübadelenin yanlışlığını ön plana çıkaran bir teorisine götürebilir. Bir başka deyişle, DKOK’nin iddiasını, karşılıklı olarak faydalı olan sömürünün, hiç-mübadeleden daha kötü olmadığını, karşılıklı olarak faydalı sömürünün sandığımızdan daha az yanlış olduğunu söyleyerek veya hiç-mübadelenin sandığımızdan daha kötü olduğunu söyleyerek haklı çıkarabiliriz: Yani fahiş fiyatçıların sandığımızdan daha az kabahatli olduğunu veya evde oturup afetzedelere yardım etmek için hiçbir şey yapmayanların sandığımızdan daha kabahatli olduğunu söyleyerek.

Bununla birlikte, karşılıklı olarak yararlı sömürü gerçekten ciddi bir ahlaki yanlışlık olsa bile yine de devlet müdahalesini gerektirecek bir yanlış olmayabilir. (Wertheimer 1996: Ch. 9) Bir başka deyişle, sömürünün moral gücü sorunu tamamen sömürünün ahlaki yüküne veya referansa dayanarak çözülemez. A’nın afetzedelere bir şişe suyu tanesi 12 dolardan satan bir vurguncu olduğunu varsayalım. A yanlış bir şekilde davranmış veya erdemlice davranmakta başarısız olmuş olsa bile, başkalarına zarar verdiği veya başkalarının haklarını ihlal ettiği tartışmaya açıktır ve sadece başkalarına zarar vermek veya hak ihlalinde bulunmak devlet müdahalesini aklanabilir kılar. Eğer devlet A’nın B’ye su satmaya zorlayamıyorsa, o zaman devletin, A’nın ve B’nin rızaya dayalı, karşılıklı olarak faydalı bir mübadelede bulunmasını yasaklaması tamamıyla irrasyoneldir.

Dahası, karşılıklı olarak faydalı fakat sömürücü mübadelelerinin gerçekleşmesini önlemek, “zaten zaaf durumda olan bireyi sömürülmekten bile daha kötü bir kadere mahkûm bırakarak” (Wood 1995: 156) gerçek bir sorunun ortaya çıkmasına yol açar.  Sonuçta, bireylerden geçmişteki bir zafiyetin sonucu olarak kazanç sağlanmıştır- yukarıdaki örnekte bu zafiyet, temiz içme suyunun yokluğudur. Sömürücü mübadeleleri önlemek bu zafiyeti gidermek adına kendi başına hiçbir işe yaramaz. Sahiden de zaaf durumdaki tarafı karşılıklı olarak faydalı bir mübadelede bulunarak durumunu iyileştirme imkanından mahrum bırakması itibariyle böylesi bir müdahale işleri daha kötü bir hale getirebilir.

Belki de bu görüş doğrudur. Argümanları dışsallıklar temelinde kümeleyecek olursak, devletin bir mübadeleye yalnızca o mübadele bir taraf ötekinin haklarını ihlal etmesini içeriyorsa müdahale etmesinin aklanabilir olduğunu söylememek tamamıyla makuldür. Bununla beraber, sömürü konseptine başvuranlar sıklıkla böylesi bir sömürünün devlet müdahalesini gerektirdiğini öne sürmektedirler. Örneğin, ticari nitelikli taşıyıcı anneliğin doğum yapan anneleri sömürdüğü öne sürüldüğü zaman, eleştirmenler buna basitçe taşıyıcılık anlaşmalarının yürürlüğüne konulamaz kılınmalarının veya tamamen yasaklanmalarının gerektiğini söyleyerek karşılık verir. Aynı şeyler iç organların satışı hakkında da söylenmektedir. Bu tür iddialarda bulunanlar sıklıkla bu mübadelelerin rızasız olduğunu veya zararlı olduğunu öne sürerler fakat bu mübadeleler rızaya dayalı ve karşılıklı olarak faydalı olsa bile bu kişiler böylesi iddialarda bulunmaya sürekli hazır gibilerdir.

Karşılıklı olarak faydalı sömürü ilişkilerine karışmayı hangi temellere dayanarak haklı çıkartabiliriz? Paternalistik bir temelde müdahil olabileceğimiz düşünülebilir. Paternalist bir argüman, eğer sömürü niteliğindeki mübadele B’ye avantaj sağlar bir biçimdeyse ve müdahalenin B için daha faydalı olacak bir şekilde sonuçlanması pek söz konusu değilse eğer, sömürücü bir mübadeleye müdahil olmayı meşrulaştıramaz. (Dergimizdeki paternalizm çevirisine bakınız -ç.n) Zira paternalizm başkalarının çıkarları adına müdahalede bulunmayı meşrulaştırır ve bu müdahalenin sebebi birisinin faydası olamaz. Fakat B’nin söz konusu sömürücü mübadelelerin (hiç mübadele olmamasındansa) faydalı olduğunu bildiğini, fakat daha az sömürücü mübadelelerin de mümkün olduğunu bilmediği durumlar bulunabilir. Bu yüzden “ılımlı bir paternalizm” karşılıklı olarak faydalı sömürücü mübadelelere müdahil olmayı meşrulaştırabilir.

Sömürücü mübadelelere müdahil olmayı stratejik bir temelde de meşrulaştırabiliriz. B’nin potansiyel kurtarıcısı olarak A’nın bir tekellik durumunun keyfini çıkardığını düşünelim. A’nın hizmetleri için aşırı miktarda bir ücret talep etmesini yasaklarsak, o zaman A, hizmetlerini daha makul bir fiyattan ücretlendirebilir. Bu argüman rekabetin yüksek olduğu bir piyasaya müdahalede bulunmayı meşrulaştıramaz zira bu koşullarda A, hizmetleri için daha iyi bir fiyat teklifinde bulunamaz ve bulunmayacaktır da. Fakat bu tür argümanların işe yarayabileceği çeşitle sayıda durumlar bulunabilir. (Wertheimer 1996)

Bununla beraber dikkat edilmesi bir husus da sömürücü mübadeleleri yasaklamak devletin veya başka ahlaki faillerin onun yanlış doğasına karşılık vermesi için tek yol değildir. Yasaklamalar, Allen Wood’un “müdahalecilik” olarak açıkladığı şeyin bir örneğidir. Fakat müdahaleciliğe ek olarak Wood, yeniden dağıtımın devlet gibi üçüncü şahısların sömürüyü önlemek için kullanabileceği bir yol olarak düşünebileceğimizi öne sürer. (Wood 1995: 154) Sonuçta sömürü sadece B, A karşısında zaaf durumda olduğu için mümkündür. O halde sömürüyü önlemenin bir yolu da doğrudan bu zafiyetin üzerine gitmek, B’yi sömürüye açık hale getiren zorlukları ortadan kaldırmak adına ona kaynak aktarımında bulunmaktır. Örneğin gelişmekte olan ülkelerdeki işçilerin dayanabileceği işlevli bir sosyal güvenlik ağları bulunsaydı, o zaman bir ağır iş atölyesinin koşullarını bulunduran bir işte çalışmayı kabul etmeye daha az meyilli olacak böylece de işverenleri tarafından sömürülmeye karşı daha az zaaf durumda olacaklardır.

4.Sömürü Teorisinde Uygulamalı Sorunlar

Sömürüyle ilgili sorular, sadece siyaset felsefesinin etki alanında değil, örneğin iş etiği, tıp etiği ve çevre etiği gibi çeşitli uygulamalı etik alanlarında olduğu gibi, farklı bağlamlarda ortaya çıkabilir. Aşağıda kısaca tartışılan konulara ek olarak sömürü konsepti maaş günü kredisi (Mayer 2003), gelişen ülkelerdeki klinik araştırmalar (Hawkins and Emanuel 2008), insan organı pazarları (Hughes 1998; Taylor 2005), yabancı işçi programları (Mayer 2005) ve fahiş fiyatlandırma (Zwolinski 2008) konuları üzerindeki tartışmalarda merkezi bir rol oynamıştır.

4.1 Evrensel Temel Gelir

Philipphe van Pairjs gibi bazı teorisyenler, devletin bir evrensel temel gelir (ETM) tesis etmesinin adaletin bir gerektirmesi olduğunu öne sürmüşlerdir. ETM, vergilerce finanse edilen, ihtiyaçlarına, çalışıp çalışmadıklarına hatta çalışmaya niyetli olup olmadıklarına bakmaksızın, bütün yurttaşlara yapılan bir para aktarımıdır. (van Parijs 1995) Buna karşılık bazı eleştirmenler temel gelirin bir tür sömürüye olanak sağlayacağını öne sürmüşlerdir. Stuart White’ın da öne sürdüğü gibi

“Başkaları bu iş birliği düzenine katkıda bulunmak adına bir miktar maliyete katlanırken, birinin bu ortaklaşa çabanın planlanmış faydalarının tadını çıkarıp, bunun karşılığında bu iş birliği düzenine uygun bir şekilde orantılı bir katkıda bulunmaya niyeti yoksa bu adil değildir. “(White 1997: 317–318)

Sömürü iddialarında sıkça olduğu gibi, bu itirazı değerlendirmek, karmaşık bir normatif ve ampirik iddialar bütünüyle boğuşmamızı gerektirir. Ampirik açıdan örneğin, temel bir gelirin mütekabiliyet ihlali içeren aktarımlarda gerçekten net bir düşüşe yol açıp açmayacağını sorabiliriz. Bazı teorisyenler temel bir gelirin düşük maaşlı işçilerin karşı karşıya olduğu marjinal vergi oranını düşürerek yürürlükte bulunan refah programlarına göreceli olarak çalışma teşvikini arttıracağını ileri sürmüştür. (Tobin 1966) Diğerleri ödenmemiş emeğin, mesela ev-içi emeğin, ekonomideki rolüne parmak basmış ve temel gelirin, mütekabiliyet ilkesi açısından koşulların ücretli işlerde çalışmayı daha kârlı kıldığı refah sistemlerine göre daha iyi bir uygulama olacağını iddia etmiştir. (Pateman 2004) Normatif açıdan, sunulan itiraz bizi ideal mütekabiliyetin neyi gerektirdiğini ve bunun daha geniş bir dağıtıcı adalet sistemine nasıl uyarlanacağını düşünmeye zorluyor. Temel gelirin bazı taraftarları, liberal-eşitlikçi adalet teorisinin doğru olduğunu ve arazi geliri ve maaşların kira unsuru gibi kıt kaynakların eşit dağılımını gerektirdiğini öne sürmüşlerdir. (van Parijs 1997: 329) Bu tür teorisyenlere göre mütekabiliyet önemli bir önemli bir politik değerdir, fakat sadece toplumdaki kişilere temel adalet seviyesinde hakları verildikten sonra uygulanmalıdır.

4.2 Ağır Emek Gerektiren İş

“Ağır emek gerektiren iş” genellikle, özellikle gelişen ülkelerde, düşük nitelikli işçileri kullanan ve düşük maaşlar, uzun çalışma saatleri ve güvenli olmayan çalışma koşullarıyla karakterize edilen iş yerlerini tanımlamak için kullanılır. Pek çok durumda, bu tür iş yerleri, çok-uluslu işletmelerle anlaşarak, onlar için ürün üretiminde bulunur ve bu işletmeler söz konusu ürünleri daha varlıklı toplumlarda satarlar.

Pek çok eleştirmen bu emek türünü oldukça sömürücü görmektedir. Bu tartışmaların büyük bir kısmı maaş problemi üzerinde odaklanmıştır. Eleştirmenler, bu iş yerlerinin ahlaki olarak çalışanlarına yaşamlarını geçindirebilecek bir maaş vermekle yükümlü oldukları iddiasındadır. Bu görev ağır iş atölyesi işçilerine duyulan şiddetli ihtiyaca, ağır iş atölyelerinin ve anlaştıkları çok-uluslu işletmelerin sattıkları ürünleri üretmekte onlara bağlı olmalarına ve çok-uluslu işletmelerin, işçilerinin maaşlarını kendi işlerini tehlikeye sokmadan artırabilecek kadar kazançlı olmalarına dayanır. (Meyers 2004; Snyder 2008) Bununla birlikte bazı eleştirmenler, ağır iş atölyelerinin düşük maaşlarını işçilere oldukları kişiler olarak saygı göstermekteki daha geniş çaptaki bir yetersizliğin bir belirtisi olarak görmektedirler. Saygı göstermekteki bu yetersizlik; yasal çalışma standartlarının ihlalinde, işçileri fiziksel olarak tehlikeli koşullara maruz bırakmalarında ve işteki çalışanlara olan zorlama ve kötü muamelelerinde kendini gösterir. (Arnold and Bowie 2003: 227–233)

Bir kez daha, çok sayıda ampirik ve normatif problem bu tartışmada da ortaya çıkıyor. Ampirik problemler sadece bu ağır iş atölyelerinde koşulların gerçekte nasıl olduğunu- maaşların gelişen ekonomideki diğer şirketlere kıyasla ne kadar düşük olduğu örneğin- değil, oradaki koşulları iyileştirmek için bulunulan girişimlerin ne kadar faydalı olacağı tartışmalarını da kapsar. Daha yüksek bir asgari ücret, işçilerin geçim koşullarını iyileştirir mi, yoksa aksine işten çıkarmalara ve fabrikanın mesken değişinime mi yol açar? (Powell and Zwolinski 2012) Normatif açıdan, özellikle “daha kötü olmama durumu” ağır iş atölyesinin eleştirmenlerine büyük bir zorluk çıkartmaktadır. Ağır iş atölyeleri, gelişen ülkelerde meslek edindirerek ve sermaye akışı sağlayarak oradaki işçilere biraz olsun fayda sağlamaktadır. Ahlaki olarak, üretimini hiç dış ülkelerden sağlamayan ve böylece yurt dışındaki ihtiyaç halindeki işçilere hiçbir fayda sağlamayan zengin firmalardan nasıl daha kötü bir şekilde hareket ediyor olabilirler? (Zwolinski 2007; Preiss 2014) Bir başka soru daha var: Eğer ağır iş atölyelerinin işçileri sömürdüğünü ve sömürünün ahlaki bir yanlış olduğunu kabul etsek bile her şeyi hesaba kattığımız zaman ağır iş atölyesi emeğinin, mevcut işçilere hatırı sayılır miktarda fayda sağlaması ve ekonomik büyümede önemli bir rol oynaması itibariyle, aklanabilir olduğunu söyleyemez miyiz? Bir başka deyişle, geçerli bir sömürü iddiasının, bir uygulamanın veya o uygulamaya izin veren bir dizi kuruluşun adaleti hakkındaki genel yargımızda ne kadar ağırlığı olmalıdır?

4.3 Taşıyıcı Annelik

Taşıyıcı annelik, bir kadının suni döllemenin veya halihazırda döllenmiş bir yumurtanın implantasyonu sonucunda hamile kalması ve velayet haklarını asıl ebeveyn(ler)e vermek için ödeme aldığı bir uygulamadır. ABD’de, taşıyıcılık anlaşmalarının büyük bir çoğunluğu ulusaldır (asıl ebeveynler de taşıyıcı da ABD vatandaşıdır) fakat aynı zamanda, taşıyıcı annenin çok daha fakir bir ülkenin vatandaşı olduğu çok sayıda uluslararası anlaşma da mevcuttur.

Bu iki anlaşma türü de farklı temellerdeki birçok eleştirinin konusu olmuştur. Bazıları taşıyıcı anneliğin “metalaştırmanın” uygunsuz bir çeşidini içerdiğini söylerken, bazıları bu uygulamanın çocuklara ve bir sınıf olarak kadınlara zararlı olduğunu öne sürmüştür. Buna ek olarak birçok kişi taşıyıcı olarak hizmet eden kadınların sömürüldüğünü öne sürmüştür. Uluslararası taşıyıcılık durumlarında, bu suçlamaların temeli genellikle taşıyıcı olan kadınların kötü yaşam koşulları ve aldıkları düşük miktardaki ücrettir. Alternatif iş olanaklarının eksikliğinin kadınların rızasının altını kazdığı ve karşılığında aldıkları tazminatın Amerikan taşıyıcılarla karşılaştırıldığı zaman aşırı derecede düşük olduğu -bazen neredeyse %10 kadar daha düşük- söylenmiştir.

Ulusal taşıyıcılık vakalarında ise, eleştirmenler taşıyıcı annelerin genç olduğunu ve karşılamayı kabul ettikleri hizmetlerin beraberinde getirdiği fiziksel ve psikolojik riskleri tam olarak anlamadıkları ileri sürülmüştür. Bunun sonucu olarak, bu anlaşma onlar için, rızaları olsa bile net bir şekilde zararlı olabilir. Ya da net bir şekilde zararlı olmasa bile, aldıkları ücret, yaptıkları harcamaları yeteri kadar telafi etmeyebilir, bu da taşıyıcı anneliği karşılıklı olarak faydalı fakat adaletsiz ve sömürücü bir mübadele kılar. (Tong 1990)

Taşıyıcı anneliği ilgilendiren sorular, ağır iş atölyesi emeği literatüründe bulunan birçok sorunun ve birçok tartışmanın aynısını ortaya çıkarır. (Wilkinson 2003) Fakat bazı eleştirmenlere göre, bu atölyelerde gerçekleşen emekten farklı olarak taşıyıcı annelik, doğası itibariyle yanlıştır. Eğer bir kadının yeniden üreme gücü herhangi bir fiyatta satılacak bir hizmet değilse, o zaman taşıyıcı annelik kadını ahlaki karakterine zararlı olan bir uygulamada bulunmaya ikna etmesi itibariyle bir tür sömürü niteliğinde olabilir. (Anderson 1990; Wertheimer 1996: Ch. 4)

Bibliyografya

  • Anderson, E., 1990, “Is Women’s Labor a Commodity?” Philosophy and Public Affairs, 19(1): 71–92.
  • Andrews, S., 1852, The Science of Society, No. 1, New York: Fowlers and Wells.
  • Aquinas, Saint, Summa Theologiae, in Basic Writings of Saint Thomas Aquinas, Anton Pegis (ed.), New York: Random House, 1945.
  • Aristotle, Nichomachean Ethics, in The Complete Works of Aristotle, J. Barnes (ed.), 2 volumes, Princeton, NJ: Princeton University Press, 1984.
  • Arneson, R., 1981, “What’s Wrong with Exploitation?”, Ethics, 91(2): 202–227.
  • –––, 1992, “Exploitation”, in Lawrence C. Becker (ed.) Encyclopedia of Ethics, New York: Garland, pp. 350–52.
  • –––, 2013, “Exploitation and Outcome”, Politics, Philosophy & Economics, 12(4): 392–412.
  • Arnold, D. and N. Bowie, 2003, “Sweatshops and Respect for Persons”, Business Ethics Quarterly, 13(2): 221–242.
  • Arnold, S., 1990, Marx’s Radical Critique of Capitalist Society, Oxford: Oxford University Press.
  • Bailey, A., 2010, “The Nonworseness Claim and the Moral Permissibility of Better-Than-Permissible Acts”, Philosophia, 39(2): 237–250.
  • Barnes, M., 2013, “Exploitation as a Path to Development: Sweatshop Labour, Micro-Unfairness, and the Non-Worseness Claim”, Ethics and Economics, 10(1): 26–43.
  • Bertram, C., 1988, “A Critique of John Roemer’s General Theory of Exploitation”, Political Studies, 36(1): 123–130.
  • Böhm-Bawerk, E., 1898, Karl Marx and the Close of His System, London: T. Fisher Unwin.
  • Bray, J., 1839, Labour’s Wrongs and Labour’s Remedy, Leeds: David Green.
  • Buchanan, A., 1985, Ethics, Efficiency, and the Market, Totowa: N.J.: Rowman and Allanheld.
  • –––, 1984, Marx and Justice, Totowa: N.J.: Rowman and Allanheld.
  • Coakley, M. and M. Kates, 2013, “The Ethical and Economic Case for Sweatshop Regulation”, Journal of Business Ethics, 117(3): 553–558.
  • Cohen, G., 1978, Karl Marx’s Theory of History: A Defense, Oxford: Princeton: Princeton University Press.
  • –––, 1979, “The Labor Theory of Value and the Concept of Exploitation”, Philosophy and Public Affairs, 8(4): 338–360.
  • –––, 1995, Self-Ownership, Freedom, and Equality, Cambridge: Cambridge University Press.
  • de Roover, R., 1958, “The Concept of the Just Price: Theory and Economic Policy”, The Journal of Economic History, 18(4): 418–434.
  • Elster, J., 1982, “Roemer versus Roemer: A Comment on ‘New Directions in the Marxian Theory of Exploitation and Class”, Politics and Society, 55(3): 363–373.
  • –––, 1986, An Introduction to Karl Marx, Cambridge University Press.
  • Feinberg, J., 1988, Harmless Wrongdoing, Oxford: Oxford University Press.
  • Ferguson, B., 2016a, “Exploitation and Disadvantage”, Economics and Philosophy, forthcoming.
  • –––, 2016b, “The Paradox of Exploitation”, Erkenntis, forthcoming.
  • Ferguson, B. and H. Steiner, 2016, “Exploitation”, in S. Olsaretti (ed.), The Oxford Handbook of Distributive Justice, forthcoming.
  • Friedman, D., 1980, “In Defense of Thomas Aquinas and the Just Price”, History of Political Economy, 12(2): 234–242.
  • Goodin, R., 1987, “Exploiting a Situation and Exploiting a Person”, in Reeve 1987a: 166–200.
  • Hawkins, J. and E. Emanuel (eds.), 2008, Exploitation and Developing Countries: The Ethics of Clinical Research, Princeton: Princeton University Press.
  • Hodgskin, T., 1832, The Natural and Artificial Right of Property Contrasted, London: B. Steil.
  • Holmstrom, N., 1977, “Exploitation”, Canadian Journal of Philosophy, 7(2): 353–69.
  • Hughes, P., 1998, “Exploitation, Autonomy, and the Case for Organ Sales”, International Journal of Applied Philosophy, 12(1): 89–95.
  • Hyams, K., 2012, “Rights, Exploitation, and Third-Party Harms: Why Background Injustice Matters to Consensual Exchange”, Journal of Social Philosophy, 43(2): 113–124.
  • Jansen, L. and S. Wall, 2013, “Rethinking Exploitation: A Process-Centered Account”, Kennedy Institute of Ethics Journal, 23(4): 381–410.
  • Kates, M., 2015, “The Ethics of Sweatshops and the Limits of Choice”, Business Ethics Quarterly, 25(2): 191–212.
  • Kliman, A., 2007, Reclaiming Marx’s Capital: A Refutation of the Myth of Inconsistency, Lanham, MD: Lexington Books.
  • Kymlicka, W., 2002, Contemporary Political Philosophy: An Introduction, Oxford: Oxford University Press.
  • Locke, J., 1661, “Venditio”, in D. Wooton (ed.) 2004, Locke: Political Writings, Indianapolis: Hackett.
  • Malmqvist, E., 2016, “Better to Exploit than to Neglect? International Clinical Research and the Non-Worseness Claim”, Journal of Applied Philosophy, forthcoming.
  • Marx, K., 1847, Wage Labour and Capital, New York: New York Labour News Company, 1902
  • –––, 1867, Capital: A Critique of Political Economy, vols. 1–3, Chicago: C.H. Kerr and Company, 1906–09.
  • Marx, K. & F. Engels, 1965, Selected Correspondence, Moscow: Progress Publishers.
  • Mayer, R., 2003, “Payday Loans and Exploitation”, Public Affairs Quarterly, 17(3): 197–217.
  • –––, 2005, “Guestworkers and Exploitation”, The Review of Politics, 67(2): 311–34.
  • –––, 2007a, “What’s Wrong with Exploitation?”, Journal of Applied Philosophy, 24(2): 137–150.
  • –––, 2007b, “Sweatshops, Exploitation, and Moral Responsibility”,Journal of Social Philosophy, 38(4): 605–619.
  • Meyers, C., 2004, “Wrongful Beneficence: Exploitation and Third World Sweatshops”, Journal of Social Philosophy, 35(3): 319–333.
  • Nozick, R., 1974, Anarchy, State, and Utopia, New York: Basic Books.
  • Pateman, C., 2004, “Democratizing Citizenship: Some Advantages of a Basic Income”, Politics and Society, 32(1):89–105.
  • Powell, B. and M. Zwolinski, 2012, “The Ethical and Economic Case Against Sweatshop Labor: A Critical Assessment”, Journal of Business Ethics, 107: 449–472.
  • Preiss, J., 2014, “Global Justice and the Limits of Economic Analysis”, Business Ethics Quarterly, 24(1): 55–83.
  • Raico, R., 1977, “Classical Liberal Exploitation Theory: A Comment on Professor Liggio’s Paper”, Journal of Libertarian Studies, 1(3): 179–183.
  • Reiman, J., 1987, “Exploitation, Force, and the Moral Assessment of Capitalism: Thoughts on Roemer and Cohen”, Philosophy and Public Affairs, 16: 3–41.
  • Reeve, A. (ed.), 1987a, Modern Theories of Exploitation, London: Sage.
  • –––, 1987b, “Thomas Hodgskin and John Bray: Free Exchange and Equal Exchange”, in Reeve 1987a: 30–52.
  • Roemer, J., 1982, “Property Relations vs. Surplus Value in Marxian Exploitation”, Philosophy and Public Affairs, 11(4): 281–313.
  • –––, 1985, “Should Marxists Be Interested in Exploitation?” Philosophy and Public Affairs, 14: 30–65.
  • Sample, R, 2003, Exploitation, What It Is and Why it is Wrong, Lanham, MD: Rowman and Littlefield.
  • Samuelson, P., 1971, “Understanding the Marxian Notion of Exploitation: a Summary of the So-Called Transformation Problem Between Marxian Values and Competitive Prices”, Journal of Economic Literature, 9(2): 399–431.
  • Say, J.-B., 1964, A Treatise on Political Economy, or The Production, Distribution and Consumption of Wealth, C.R. Prinsep (trans.), 4th ed., New York: Augustus M. Kelley.
  • Snyder, J., 2008, “Needs Exploitation”, Ethical Theory and Moral Practice, 11(4): 389–405.
  • –––, 2010, “Exploitation and Sweatshop Labor: Perspectives and Issues”, Business Ethics Quarterly, 20(2): 187–213.
  • Steiner, H., 1984, “A Liberal Theory of Exploitation”, Ethics, 94(2): 225–241.
  • –––, 1987, “Exploitation: a Liberal Theory Amended, Defended and Extended”, in Reeve 1987a: 132–48.
  • –––, 2013, “Liberalism, Neutrality, and Exploitation”, Politics, Philosophy & Economics, 12(4): 335–344.
  • Taylor, J., 2005, Stakes and Kidneys: Why Markets in Human Body Parts are Morally Imperative, Burlington: Ashgate.
  • Tobin, J., 1966, “The Case for an Income Guarantee”, Public Interest, 4(Summer): 31–41.
  • Tong, R., 1990, “The Overdue Death of a Feminist Chameleon: Taking a Stand on Surrogacy Arrangements”, Journal of Social Philosophy, 21(2–3): 40–56.
  • Valdman, M., 2008, “Exploitation and Injustice”, Social Theory and Practice, 34(4): 551–572.
  • –––, 2009, “A Theory of Wrongful Exploitation”, Philosophers’ Imprint, 9(6): 1–14.
  • van Donselaar, G., 2009, The Right to Exploit, Oxford: Oxford University Press.
  • van Parijs, P., 1995, Real Freedom for All: What (if Anything) Can Justify Capitalism?, Oxford: Oxford University Press.
  • –––, 1997, “Reciprocity and the Justification of an Unconditional Basic Income. Reply to Stuart White”, Political Studies, XLV: 312–316.
  • Vrousalis, N., 2013, “Exploitation, Vulnerability, and Social Domination”, Philosophy and Public Affairs, 41(2): 131–157.
  • –––, 2014, “G.A. Cohen on Exploitation”, Politics, Philosophy & Economics, 13(2): 151–164.
  • Wertheimer, A., 1987, Coercion, Princeton: Princeton University Press.
  • –––, 1996, Exploitation, Princeton: Princeton University Press.
  • –––, 2011, Rethinking the Ethics of Clinical Research: Widening the Lens, Oxford: Oxford University Press
  • White, S., 1997, “Liberal Equality, Exploitation, and the Case for an Unconditional Basic Income”, Political Studies, 45(2): 312–326.
  • –––, 2006, “Reconsidering the Exploitation Objection to Basic Income”, Basic Income Studies, 1(2): 1–17.
  • Widerquist, K., 2006, “Who Exploits Who?”, Political Studies, 54(3): 444–464.
  • Wilkinson, S., 2003, “The Exploitation Argument Against Commercial Surrogacy”, Bioethics, 17(2): 169–187.
  • –––, 2015, “Exploitation in International Paid Surrogacy Arrangements”, Journal of Applied Philosophy, 33(2): 125–145.
  • Wolff, J., 1999, “Marx and Exploitation”, The Journal of Ethics, 3(2): 105–120.
  • Wolff, R.P., 1981, “A Critique and Reinterpretation of Marx’s Labor Theory of Value”, Philosophy and Public Affairs, 10(2): 89–120.
  • Wood, A., 1995, “Exploitation”, Social Philosophy and Policy, 12: 136–58.
  • Zwolinski, M., 2007, “Sweatshops, Choice, and Exploitation”, Business Ethics Quarterly, 17(4): 689–727.
  • –––, 2008, “The Ethics of Price Gouging”, Business Ethics Quarterly, 18(3): 347–378.
  • –––, 2009, “Price Gouging, Non-Worseness, and Distributive Justice”, Business Ethics Quarterly, 19(2): 295–306.
  • –––, 2012, “Structural Exploitation”, Social Philosophy and Policy, 29(1): 154–179.

1 Comment

  1. Sömürünün gerçekleşmesi için suistimal olması gerekir. Suistimal olabilmesi için umutsuzluk, muhtaçlık, farkındalık eksikliğinden biri olması ve dolayısıyla taraflardan birinin pazarlık gücünün/iradesinin sakatlanmış olması gerekir. Bu gibi dezavantajlı durumlarda dezavantajlı taraf, dezavantajının olmadığı durumda yapabileceği pazarlıktan daha az yararlı bir pazarlık yapabilecektir.

    Burada mesele, dezavantajlı tarafın dezavantajının diğer taraf tarafından yaratılıp yaratılmadığıdır. Sömürüleni umutsuz, muhtaç ya da bilgisiz bırakan karşı taraf mıdır? Eğer öyleyse sömürü vardır, değilse pazarlık vardır.

    Sömüren, tekelleşme ve bilgi saklama yoluyla sömürüleni dezavantajlı bırakabilir. Bu sebeple devlet organı, bu tip ara yüzlerde (alışverişlerde) kaynak/sermaye gücü düşük tarafın lehine diğer tarafı tekelleşmeden uzaklaşmaya ve bilgi paylaşımına zorlamalıdır.

    Örneğin, piyasada işsiz sayısı çok ise, pazarlıkta işverenin eli güçlü olur. İşveren de çalışan da kazançlarını maksimize etmeye çalışır. İki durumda da sömürü değildir, pazarlıktır. Burada işsiz sayının çok olması veya iş sayısının az olması işverenin suçu değildir. Günlük mesai saat kısıtlamaları, işvereni gerektiği sayıda işçi çalıştırmaya mecbur bırakır. Asgari ücret uygulamaları da, çalışanın asgari bir yaşam standardı sağlayabilecek ücreti almasını amaçlar, ve çalışanın pazarlık gücünü bir nebze artırır.
    Dolayısıyla burada koyulabilecek kıstas, çalışanların insanca yaşayabilecek ücrete ulaşması ve işten özel hayatına vakit kalmasıdır. Bunun ötesindeki hususlar piyasa içinde çalışanın vasıflarına göre pazarlık edilmelidir. Devlet ise sermaye sahiplerini ilave işletme açarak istihdam yaratmaya teşvik etmelidir.

    Her türlü fırsatçılığın (sömürünün) önlenmesi tekelleşmenin engellenmesi ve rekabetin artırılması ile mümkündür. Çalışanın pazarlık gücü rekabet gücünün artması ile alakalıdır. Bu da ya çalışmaya müsait insan sayısının ya da talebin azaltılması ya da boştaki iş pozisyon (işletme) sayısının ya da ürün/hizmet arzının artması ile mümkündür.

    Ancak bu iki taraflı bir denklemdir ve işverenler de dezavantajlı pozisyona düşerse sömürülmüş hissedebilir. Çalışanlar, örneğin 5 haneye yetecek kadar maaş pazarlığı yapabilirler. Gerçi o durumda muhtemelen hane geliri artacağından ürün fiyatlarında da buna paralel bir artış (enflasyon) meydana gelecek ve durum çalışan ve işveren açısından dengeye gelecektir.

    Burada sorulması gereken fırsatçılık/pazarlık bir ahlaksızlık mı yoksa bir hizmet mi (girişimcilik)? Ölçütü nedir? Suistimal olabilmesi için umutsuzluk, muhtaçlık, farkındalık eksikliğinden biri olması ve dolayısıyla taraflardan birinin pazarlık gücünün/iradesinin sakatlanmış olması gerekir. Burada mesele, dezavantajlı tarafın dezavantajının diğer taraf tarafından yaratılıp yaratılmadığıdır.

    Çölde suyu 1000 $’a satan örneğinde satıcının yaptığı işletme masraflarına da bakmak lazım. Bu örnekte muhtaçlık mevcuttur ancak bu satıcı tarafından yaratılmamıştır. Dolayısıyla burada sömürü değil hizmet arzı söz konusudur.

    Elektrik kesintisi örneğinde jeneratör fiyatının yükselmesi kurumsal satıcılarda olmaz. Ama kurumsaldan alıp ihtiyaç sahiplerinin ayağına getirip satan kimse, alıcıyı kurumsal satıcıya gitmekten kurtararak ihtiyacını anında ve yerinde karşıladığından bu acil ihtiyacı giderme bedeli olarak fazla ücret talep edebilir. Alıcı, isterse kurumsal satıcıya gitme zahmetine ve zaman kaybına katlanarak fazla ödeme yapmaktan kurtulabilir. Başka fırsatçılar gelip fiyat kırabilir. Ya da aralarında anlaşıp tekelleşerek tek fiyat verebilir. Dolayısıyla burada sömürü değil hizmet arzı söz konusudur.

    NOT: Metinde geçen DKOK nedir?

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

Tanrı Argümanları: Ontolojik Argüman – Michael Huemer

Önceki Makale

Totaliter Filozofları Nasıl Okumalıyız? – Matt McManus