/

İnsancıl Bir Filozof: Hume – Julian Baggini

3612 görüntülenme
39 dk okuma süresi
Fatih Köktemir

Fatih Köktemir

Boğaziçi Üniversitesi Çeviribilim bölümü lisans öğrencisidir. İlgi alanları 18. ve 19. Yüzyıl Avrupa tarihi, felsefesi ve kültürüdür.

Kaynak metin: https://aeon.co/essays/hume-is-the-amiable-modest-generous-philosopher-we-need-today

Yazar: Julian Baggini

Çevirmen: Fatih Köktemir

 

İnsancıl bir Filozof: Hume

Sokrates, Atina halkı tarafından ölüme mahkum edilmesinin ardından zehir içerek ölmüştü. Albert Camus, arabasıyla oldukça yüksek bir hızla bir ağaca toslayarak sonunu getirmişti. Nietzsche, dövülen bir atın yasını tutarken deliliğe yakalanmıştı. İnsanlar trajik sonları daima sever; bu da belki de Batı’nın yetiştirdiği en büyük filozof olan David Hume’un neden hiçbir zaman o kadar popüler olmadığını açıklar.

Başarılı ve (kendi zamanı için) uzun bir yaşamın ardından, 65 yaşında ölüm döşeğinde yatarken Hume, doktoruna şunu söylemiştir: “Eğer düşmanlarım varsa, onların dileyebilecekleri kadar çabuk, ve en yakın dostlarımın dileyebilecekleri kadar mutlu ölüyorum.” 25 Ağustos 1776’da, muhtemelen mide kanserinden ölmesinden üç gün önce doktoru hala onun ‘telaş, tahammülsüzlük veya düşük moral belirtisi göstermediğini ve zamanını neşeli kitaplar okuyarak geçirdiğini’ yazıyordu.

Doktor Black, Hume’un son anlarındaki halini bile şöyle anlatır: ‘Son ana kadar gayet aklı başındaydı ve acı ya da üzüntü hali içinde değildi. En ufak tahammülsüzlük belirtisi göstermedi; aksine, insanlarla kendi durumu hakkında konuşurken bile gayet kibar ve hassastı … Öyle mutlu bir ruh hali içinde öldü ki, bundan daha mutlu olamazdı.’

Kendi yaşamı süresince Hume daha ziyade bir tarihçi olarak şöhret salmıştı. Felsefe kariyeri de aslında oldukça talihsiz bir şekilde başlamıştı. İlk olarak 26 yaşında, A Treatise of Human Nature (1739-40) adlı eseriyle yeni ve kapsamlı bir felsefe sistemi sunma denemesi, beklediği etkiyi yapmadı ve kendisinin de daha sonra biraz abartarak belirttiği üzere “(kitap) adeta baskıdan ölü çıktı ve bağnazlar arasında homurdanmaya neden olacak kadar bile yayılmadı ve dikkat çekmedi.”

Ancak zamanla, Hume’un saygınlığı en yüksek seviyeye ulaştı. Birkaç yıl önce yapılan bir araştırmada, binlerce felsefeci akademisyene kendilerini en çok hangi ölü filozofla özdeşleştirildiği soruldu. Hume, Aristoteles, Kant ve Wittgenstein’ın önünde açık ara birinci geldi. Çoğu zaman felsefeyi önemsemeyen bilim insanları bile Hume’dan bir istisna olarak bahsederler. Felsefecilerin “çok zeki ancak faydalı hiçbir şey söylemeyen” kişiler olduğunu belirten biyolog Lewis Wolpert bile Hume’u bir istisna olarak görür ve bir noktada “ona aşık olduğunu” itiraf eder.

Ancak bu büyük İskoç, hala büyük ölçüde yalnızca felsefecilerin ilgilendiği bir filozof olarak kalmıştır. Montaigne, Nietzsche, Sokrates, Wittgenstein ve Stoacılar gibileri üzerine yazılan popüler kitapların oldukça iyi satması, Hume söz konusu olduğunda gerçekleşmemiştir.  Bu filozofların sözleri bardakların üzerinde yazılıdır, posterler onların yüzleriyle doludur ancak Hume aynı ilgiyi çekmez. Hume, akademik önemden halkın onayına geçişi hala yapmamıştır.

Bunun nedenleri de aslında tam olarak bunun nedeni olmaması gereken nedenlerdir. Bir insan ve düşünür olarak Hume’un sahip olduğu güçlü özellikler, entelektüellerin bir marka olarak satımını sağlayan şeylere sahip olmadığı anlamına gelir. Kısaca bahsetmek gerekirse, o, trajik veya romantik bir figür değildir; onun fikirleri basitçe özetlenebilecek “yaşam felsefesi” halinde sunulamaz; her türlü fanatizme karşı duyduğu tiksinti, onu kendisini bağnazca takip eden insanlar meydana getiremeyecek kadar duyarlı ve ılımlı yapmıştır.

Hume, yaşamı boyunca onu nihayetinde ulaştığı mutlu ölümden alıkoyacak ve trajik bir kahraman yapacak iki durum yaşamıştır. 19 yaşında iken, o zamanlar “okumuş hastalığı” olarak bilinen, bugün ise bizlerin depresyon dediği bir melankoliye kapılmıştır. Ancak yaklaşık 9 ay sonra, bunun her bilge insanın kaderi olan bir şey olmadığını ve aslında çalışmalarına çok fazla zaman ayırmanın bir sonucu olduğunu anlamıştır. Hume, sağlıklı ve iyi bir ruh halinde kalabilmek için çalışmalarına devam etmenin yanı sıra dostluklar kurmak ve ilişkiler geliştirmenin de önemli olduğunu farketmiştir. Bunun farkına vardıktan sonra mutluluğunu geri kazanmış ve yaşamı boyunca da bu mutluluğu korumuştur.

Bu, ona iyi yaşamın doğası ile ilgili önemli bir ders vermiştir. Daha sonra An Enquiry Concerning Human Understanding (1748) adlı eserinde şöyle yazmıştır: “Zihnin biraz dinlenmeye ihtiyacı vardır ve sürekli olarak dikkat halinde olmayı ve çalışmayı kaldıramaz.” Felsefe önemlidir ancak önemli olan tek şey değildir; Felsefe iyi bir şeydir ancak fazlası da kişi için zararlıdır. “Anlaşılması zor düşünceleri ve yoğun çalışmayı kendime yasaklıyorum zira bunlar, neden oldukları acı verici melankoli ve sonsuz şüphe ile bana zarar verir” diye yazar Hume. “İnsan ırkına yakışan” yaşam, eğlence ve hazın daha “yüksek” arayışlarla birlikte sürdürüldüğü “karışık” bir yaşamdır. Hume şöyle tavsiye verir: “Bir filozof olun, ancak bütün felsefenizin ortasında bir insan olmayı da sürdürün.”

1770’de Hume, oldukça gülünç koşullar altında kahramanca bir ölüm fırsatıyla karşılaştı. Bugün Princes Street Gardens’ın bulunduğu Edinburgh’daki Nor’ Göleti, şehrin genişletilme çalışmaları doğrultusunda kurutuluyordu. Bir gün buradan geçen Hume, arta kalmış bir bataklık parçasının içine düşer. Çaresiz Hume, yardım çığlıkları atmaya başlar ancak talihsizdir ki, onu duyup gelen kişiler, onu “büyük kafir” olarak tanıyan bir grup kadındır ve onu kurtarmaya pek istekli değildirler. Hume hemen bu kadınlara tüm Hristiyanların insanlara inanç gözetmeksizin yardım etmesi gerekliliğini hatırlatır ancak Kutsal Kitaba ve onun hayırseverlik öğretilerine Hume kadar hakim olmayan kadınlar, Hume’un hemen oracıkta “Göklerdeki Babamız” duasını okuyup Hristiyan olmadığı takdirde onu kurtarmayacaklarını söylerler.

Sokrates bu durumda olsa muhtemelen bunu reddeder ve doğru bildiğini savunarak ölürdü. Ancak Hume, başkalarının aptallığının kendi ömrünü erkenden sona erdirmesine izin verecek biri değildi; bu nedenle her mantıklı insanın yapacağını yaptı ve tutmayacağını bildiği bir sözü kadınlara vererek durumdan kurtuldu.

Bu durumda tüm zamanların en büyük filozofu ünvanında Hume ile yarışabilecek tek filozof olan Aristoteles’in izini takip ediyordu. Aristoteles de duayenler arasında maksimum saygıyı gören ancak halkın ilgisini tam olarak çekememiş bir başka filozoftur (gerçi Edith Hall’un yakın zamanda yazdığı Aristotle’s Way (2018) kitabı bu durumu değiştirmeye çalışmaktadır). Aristoteles’in de kahramanca ölmeyi reddetmesi tesadüf değildir diye düşünüyorum. Sokrates gibi o da dinsizlikle suçlanarak ölüme mahkum edilmiştir. Yine Sokrates gibi ona da şehirden kaçıp, kurtulma fırsatı verilmiştir. Sokrates’in aksine o, bu fırsatı değerlendirmiştir. Neticede bugün herkes Sokrates’in nasıl öldüğünü bilirken, Aristoteles’in tıpkı Hume gibi 60’lı yaşlarında mide kanserinden öldüğünü bilmez.

Bir felsefenin çekiciliğinin o felsefeyi oluşturan filozofun yaşamının sefilliğiyle doğru orantılı olması biraz sapıkça bir durumdur. Ancak akademi dışında kendini Hume ile özdeşleştiren çok az sayıda insanın bulunmasının tek sebebi bu değildir. Hume’un felsefesi kolayca sindirilebilen bir sistem ve yaşam kuralları oluşturmaz. Hatta Hume, en çok üç negatif tezi ile tanınır.

İlk olarak, tüm olgular ile ilgili akıl yürütmelerimizi dayandırdığımız neden-sonuç ilişkisi, ne gözlem ne de mantıksal çıkarım yoluyla ispatlanabilirdir. Gördüğümüz şey yalnızca bir şeyin başka bir şeyin ardından gerçekleşmesidir: Bir şeyin bir sonucu zorunlu kılmasını sağlayacak bir gücü hiçbir zaman gözlemlemeyiz. X’in Y’ye neden olduğunu tatmin edici bir şekilde oturtsak bile, mantık ile genel bir nedensellik ilkesi oluşturulamaz zira doğada gözlemlediğimiz tüm düzenlilikler geçmiştedir ancak neden-sonuç ilkesi bugüne ve geleceğe uygulanmayı da gerektirir. Mantıksal olarak gelecekle ilgili bir doğruya yalnızca geçmişle ilgili önermeleri kullanarak ulaşamayız: Olmuş olan, olacak olanla aynı değildir.

Hume neden-sonuç ilişkisinin gerçek olmadığını söylememiştir. Herhangi bir empirik olguyu, onun gerçek olduğunu varsaymadan tartışamayız, ki Hume yazılarında sürekli olarak bunu gerçek olarak varsaymıştır. Ancak o, mantıklı düşüncenin (sensible thinking) bu kilit taşının akıl ya da deneyim yoluyla kendi kendine oluşmadığını açıkça ifade etmiştir. Felsefi açıdan oldukça güçlü olan bu düşünce, Instagram alıntılarında kendine pek yer bulmaz.

Hume, her ne kadar kendini hiçbir zaman bütünüyle bir ateist olarak açığa çıkarmış olmasa da, dine karşı birçok açıdan sunduğu argümanlarla da tanınır. Bu argümanlarından en meşhuru, bir mucize iddiasını kabul etmenin hiçbir zaman rasyonel olmayacağını çünkü bu mucizenin gerçekleştiğine yönelik sunulabilecek herhangi bir delilin, onun gerçekleşmediğine yönelik sunulabilecek herhangi bir delilden daima daha zayıf olacağı argümanıdır. Mucizeye tanık olan birinin yanılıyor ya da yalan söylüyor olma olasılığı, o mucizenin gerçekten gerçekleşmiş olmasından daha fazladır. Yine, geleneksel dine yönelik şüpheci iddialar da asli (sübstantif) ve pozitif bir felsefe oluşturmaz.

Hume’un üçüncü önemli negatif tezi, biraz anlaşılmaz da olsa bir slogana dönüştürülme imkanına sahiptir: “Akıl tutkuların kölesidir.” Akıl, kendi başına bize eylemde bulunmamız için gereken güdüyü ve özellikle ahlakımızı dayandıracağımız ilkeleri sağlamaz. Eğer iyi birisiyseniz, başkalarının acılarıyla duygudaşlık kurabilmenizi ve başkalarının refahından haz duyabilmenizi mümkün kılan bir temel sempati özelliği sayesinde iyisinizdir. Neden iyi olması gerektiğini anlamayan birisi irrasyonel değildir ancak katı yüreklidir.

Bu üç tezin de gösterdiği üzere, Hume’un felsefesi özünde şüphecidir ve bu şüphecilik sunduğundan daha fazlasını götürür. Ancak doğru anlaşıldığında Humecu şüphecilik yaşama yaklaşımımızda bize temel sağlayabilir ve sağlamalıdır. Bu şüphecilik, insan doğasının oldukça kaba bir dürüstlükle incelenmesine dayanır ve bu incelemenin şüpheci temelleri Hume’un bütün projesinin özü olarak görülebilir. Hume’un felsefesini ilk sunma denemesinin adını A Treatise of Human Nature koyması rastlantı değildir. İnsanlık, Hume’un ana konusudur.

Hume biz insanları olduğumuz gibi, her türlü önsavdan bağımsız olarak görmüştür. Bizler, geçici bir süre için etten bir kafese sıkışmış ruhlar ya da Descartes’ın ispatladığını düşündüğü salt soyut zihinler değiliz. İnsan, hayvandır. Oldukça zeki ve olağanüstü bir hayvandır ancak yine de hayvandır. Hume biz insanları yalnızca gerçeklerle yüzleştirmekle kalmamış, bizi ebedi bir özden mahrum bırakmıştır. Descartes’ın biz insanların kendimizin bilincinde, saf ve bölünmez egolar olduğumuz yönündeki iddialarına karşı çıkan Hume, kendi incelemelerinde böyle bir sonuca ulaşmadığını söyler. Bizim “kendilik” dediğimiz şey aslında yalnızca “algılar yığınıdır”. İçinize bakmayı ve düşünen o “ben”i bulmaya çalışın; sonuçta yalnızca şu ya da bu düşünceyi veya hissi gözlemlersiniz: yani bir takıntıyı, bir güdüyü, kafanızda beliren bir düşünceyi.

Hume esasında daha önce “kendiliksizlik” (annata) fikrini ortaya koymuş olan Budistlerinkine oldukça yakın bir görüş sunmuştur. Hume ayrıca beyinde hiçbir merkezi kontrolün ve kendilik algısının bulunduğu tek bir merkezin olmadığını bulmuş olan çağdaş nöröbilimin bulgularını da öngörmüştür. Beyin, aynı anda ve sürekli olarak sonsuz sayıda paralel işlemi gerçekleştirmektedir. Bilinç için o anda en merkezi işlemin hangisi olacağı, o anki duruma bağlıdır.

Hume, zihnimizin ne kadar kusurlu olduğunu göstererek aslında ne kadar olağanüstü olabileceğini de göstermiştir. Descartes’ın iddia ettiği gibi bir salt akıl, büyük ölçüde güçsüzdür. Salt aklın sunabilecekleri, kavramların mantıksal olarak birbiriyle ilgili olma yolları olan ‘çağrışımların’ delilleri kadardır. Yani 2 + 2 = 4 olduğunu kanıtlayabilirsiniz ancak bu size doğada dört şeyi yan yana koyduğunuzda ne olacağını söylemez zira bu dört şey birbirini yok edebilir, birbiriyle çoğalabilir ya da bütünleşip tek parça haline gelebilir.  Kadın bir papa fikrinin mantıksal bir çelişki oluşturduğunu ispatlayabilirsiniz ancak bu, bir kadının Katolik Kilisesi’nin başına geçme ihtimalini tamamen elemez: Papa Ioanna hikayesinin neredeyse kesinlikle yanlış olduğunu bize söyleyen şey mantık değil kanıttır.

“Akıl yürütmemizin” çoğunluğu esasında içgüdüsel “çağrışımlardan” fazlası değildir. Deneyimlerden öğrenmek, benzer şeylerin benzer sonuçlara yol açmasını beklediğimiz “bir tür benzetmedir.”  Hume’un hayvanlarda da akıl olduğunu iddia etmesinin sebebi budur. Onlar da bariz biçimde “deneyimlerden birçok şey öğrenirler ve aynı sonuçların daima aynı nedenlerden kaynaklanacağını çıkarsarlar.” Elbette bu öğrenimin “herhangi bir argüman ya da akıl yürütmeyi” içerdiğini düşünmeyiz. Fakat aynı şekilde insanların (ve hatta filozofların) birçok şeyi öğrenmesi de bunları içermez. Esas olarak “gelenek ve alışkanlıklar” tarafından yönlendiriliriz.

Hume’a göre insanlar, et ve kandan, zihin ve içgüdüden, akıl ve tutkudan oluşan varlıklardır. Dolayısıyla iyi yaşam, bu karakteristiklerin hepsine hak ettiği değeri veren yaşamdır. Hume hiçbir zaman böyle bir yaşamın neyden oluşması gerektiğini açıkça tartışmamıştır ancak daha iyisini yapmıştır: Bize kendi örneğini sunmuştur. Çalışmalar yapmış ve yazmıştır; ancak aynı zamanda bilardo oynamış ve misafirlerinin tadına doyamadığı yemekler de yapmıştır.

Hume’u tanıyan herkes, paranoyak ve narsist Jean-Jacques Rousseau istisnası dışında, onun hakkında iyi şeyler söylemiştir. Paris’te geçirdiği üç yıl boyunca ‘le bon David’ olarak tanınmış ve salonların aranan adamı haline gelmiştir. Baron d’Holbach onu “dostluğuna çok değer verdiğim, büyük bir adam” olarak tanımlamıştır. Hume’un ölüm haberini onun yayıncısı William Strachan’a haber vermek için yazan Adam Smith, şöyle demiştir: “Onu hem yaşamında hem ölümünde, en azından insan zaafı izin verdiği kadarıyla kusursuz bilgelik ve erdem fikrine en çok yaklaşan kişi olarak görüyorum.”

Peki eğer bu kadar ibretlik bir yaşam sürdürdüyse, Hume neden bunun için daha fazla övgü almamıştır? Bunun bir nedeni, Hume’un ahlak felsefesi ve iyi algısının ilk bakışta çok ilgi çekici olmamasıdır. Diğer birçok filozofun anlaması kolay, ilgi çekici sloganlarla ifade edilen ilkeleri vardır. Örneğin Kant, “Yalnızca, evrensel bir yasa olmasını dileyebileceğin bir maksime göre davran” demiştir. Faydacılar genellikle Bentham’dan alıntı yapar: “Yaratabileceğin tüm mutluluğu yarat: ortadan kaldırabileceğin tüm sefaleti ortadan kaldır.” İsa da “Komşunu kendin gibi sev” demiştir. Hume böyle basit bir ahlak ilkesi hiçbir zaman ortaya koymamıştır; hatta onun için iyi olmanın ne demek olduğu bile belli değildir.

Hume için ahlak, yalnızca “sempati”de gizlidir: bu, bizim bugün empati dediğimiz bir tür ortak his durumudur. Ahlaki ilkelerle mantıksal çıkarımlarla ulaşılamaz; ahlaki ilkeler evrene içkin, sonsuz ilkeler değildir. Başkalarına iyi davranmamızın tek sebebi, onların ıstırap çekebileceğini ya da refaha erebileceklerini (to suffer or to thrive) görmemiz ve buna göre davranmamızdır. Böyle bir sempatiye sahip olmayan birisi, akıl açısından olmasa da duygu açısından eksiktir.

Ahlak ile ilgili bu yaklaşımdan memnun olan pek az kişi vardır. Birçok kişi bu ilkeyi “istersen kibar davran, istemezsen de davranma; diyecek çok bir şey yok” şeklinde görür. Ancak ben Hume’un özünde haklı olduğunu ve bizi insan iyiliği ihtimali bakımından karamsar değil, iyimser yapması gerektiğini düşünüyorum. Eğer ahlak salt akılda yatsaydı, tarihteki en parlak akılların bile aklın bizden tam olarak neyi, neden istediğini anlayamadığı göz önüne alındığında, bizim ne yapılması gerektiğini anlayıp, bunda hemfikir olacağımız konusunda nasıl bir umudumuz olabilirdi? Eğer ahlak, insan bilincinin sınırını aşan bir gerçeklikte yatıyor olsaydı, o halde ahlak konusunda anlaşmazlık içinde olmaya mahkum olurduk. Fakat eğer ahlak, yalnızca başkalarının menfaatlerini tanıyabilme kapasitesinde yatıyorsa, o halde bu, hepimizin karşılayabileceği bir şeydir.

Hume, delillere dikkat etmenin oldukça önemli olduğuna inanırdı ve ben, deneyimin diğer filozofların ahlak modellerinden çok Hume’un modelini desteklediğini düşünüyorum. En iyi insanlar ideoloji, ahlak felsefesi veya mantığa göre hareket edenler değildir; insan ihtiyaçlarına göre davranmayı her türlü inanç ve doktrinin önüne koyanlardır. Çoğu zaman en kötü suçları işleyenler, meşru bir ahlaki ilkeyi uyguladığına inananlardır. Fizikçi Steven Weinberg, “iyi insanların kötü şeyler yapması için din yeterlidir” derken yanılıyordu: Dinin yerine fanatikçe savunulan herhangi bir ideolojiyi koysak da olur.

Ancak ben, Hume’un bir erdem abidesi olarak anılmamasının sebebini, Hume’un çoğu medeniyetin “kahraman modeline” uymaması olarak görüyorum. “Büyük adamlar” (zira maalesef kadınlara nadiren büyüklük atfedilmiştir) genellikle ya güçlü liderler ya da kendilerini feda eden azizlerdir. İstisna olabilmek için daha ilahi olmak gerekir: bu bazen bir mitin güçlü bir tanrısıdır, bazen de Hristiyan haçının üzerinde ölen tanrıdır. Hume’un istisna olması tam tersi nedendendir: O, birçok kişiden daha insandır, daha fazlası ya da azı değildir. Onun belirttiği erdemler, cesaret veya yiğitlik gibi ekstrem şeyler değildir: aksine, yumuşak başlılık, alçak gönüllülük, cömertlik ve misafirperverlik gibi basit erdemlerdir. Bu gözümüze basit gibi gelse de, yaşamlarımızı düzenli olarak bu erdemleri uygulayarak yaşamaya çalışsak ne kadar zorlanacağımızı düşünün.

Böyle bir yaşamı sürdürmek zordur çünkü nihayetinde bir tür ayrıcalığı gerektirir. O kadar çok insan hayatta kalmakta bile zorlanmakta, o kadar çok insan savaş bölgelerinde yaşamaktadır ki, kendini feda eden davranışlar sergileyenleri övme eğilimimiz hiç şaşırtıcı değildir. Ancak Hume’un sunduğu iyi yaşam, tıpkı Aristoteles’inki gibi, esasında bütün bu fedakarlığın ulaşması gereken sonuca ulaşır. Sefalet, hastalık ve savaştan kurtulmak isteriz ki böylece insanlar David Hume’unki gibi mutlu ve üretken yaşamlar sürdürebilsin. Daha iyi bir dünyada, kahramanlara ihtiyaç duymazdık.

Bu tür bir iyi yaşam için şüphecilik elzemdir: Herhangi bir konuda yargıda bulunmayı engelleyen Pironcu, “aşırı” şüphecilik değil, doğal dogmatizmimizi düzeltecek, ılımlı bir şüphecilik. Hume, şu gözlemiyle çağdaş psikolojinin bulgularını öngörüyordu: “İnsanlığın büyük bir kısmı, onaylayıcı ve dogmatik görüşlere sahip olmaya yatkındır; nesneleri tek bir taraftan görüyor olsalar ve herhangi bir karşı argüman hakkında fikir sahibi olmasalar da, yatkın oldukları argümanlara aceleyle sığınırlar. Karşıt düşüncelere sahip olanlara da müsamaha göstermezler.” Burada Hume’un doğrulama yanlılığı ve güdülenmiş akıl yürütme gibi kavramlardan çağdaş psikolojiden önce bahsettiğini görürüz.

Bu temel ılımlılık, bana kalırsa Hume’un hiçbir zaman popüler bir filozof olmamasının arkasındaki nedenlerden bir diğeridir. Hume daima oldukça duyarlıdır. Makul olmak ve denge sahibi olmak ise sıkıcı ve orijinallikten uzaklığın simgesi gibi görünür. Hume, “enthusiasts” (coşkun, fanatik kişiler) dediği kişilere daima şüpheyle yaklaşır ve bu sözcüğün belli belirsiz bir olumlu anlamının da olması bize çok şey anlatır. Bu sözcüğün kökeninin, Yunancada “içinde bir tanrıya (theos) sahip olmak” anlamına gelen entheos sözcüğünden geldiğini unutmamak gerekir. Hume’a göre bir “enthusiast” olmak, kişinin insan olduğunu unutması ve inandığı şeyin doğru olduğuna güvenmesini sağlayacak yeterlilikte akıl ve bilgiye sahip bir tanrıymış gibi davranmasıdır.

Hume, tanrıyı ve onun niyetlerini bildiğimize inandığımız zamanlarda bu hatanın çok daha muhtemel hale geldiğini bilmekteydi. “Of Superstition and Enthusiasm” (1741) adlı eserinde, “insan zihninin” nasıl “olağanüstü kibir ve had bilmezliğin” esiri olduğunu anlatır. Bu zihin yapısında insan, kendi haddini aşar ve içinde ilahiliğin yattığını düşünür.  Bu da “hiçbir güzellik ya da hazın karşılayamayacağı” ve “her dünyevi ve fani şeyin dikkat çekmeyecek kadar önemsiz görüneceği” bir tür “sahte dine” yol açar. Buna karşı en iyi korunma yolu, insanlığımızı tamamen benimsemek ve sınırlarımızı kabul ederek, tevazu sahibi olmaktır. İnsan rasyonelliğini ve asaletini fazlasıyla yücelten seküler “enthusiast”ler aynı hatayı yaparlar ve en az tanrılı din kadar kötücül olan tanrısız bir insanlık dini yaratırlar.

Eğer yakın tarihte yüzümüzü Hume’a dönmemiz gereken bir dönem varsa, şüphesiz içinde bulunduğumuz dönemdir. Günümüzde “enthusiast”ler yükseliştedir: popülist politikacılar halkın iradesini mutlak ve yanılmaz bir şeymiş gibi sunmaktadır. Daha sakin bir dönemde yaşasaydık, örneğin, burjuva rahatlığından kurtulmak için Nietzsche’den faydalanabilir ya da Platon’un kusursuz, ölümsüz idealar kuramı üzerine düşünebilirdik. Ancak şu anda bu tür felsefi aşırılıklar, zararlı olabilecek arayışlardır. İyi ve sınırını aşmayan yargılara günümüzde her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır.

Ayrıca günümüzde insanların iklim değişikliğini ve uzmanların yorumlarını komplo teorisi olarak geçiştirmelerine imkan tanıyan yorucu, küresel önemsemezlikten kurtulmak için doğru bir şüphecilik türüne ihtiyacımız vardır. Humecu şüphecilik, kibirin panzehiridir; eylemsizlik ya da önyargıya sığınma bahanesi değildir. Hume’un ılımlı şüpheciliği, inancımızın delillerle orantılı olması gerektiği ilkesine dayanır; delillerin değerini sorgulamaya değil. Hume, iklim değişikliği konusunda şüphecilerden biri olmazdı; ancak ne olursa olsun başımızın derde girmeyeceği varsayımımıza şüpheyle yaklaşırdı.

Hume’un takipçilerinin yüzleştikleri sorun, coşkunluğa (enthusiasm) bu kadar karşı olan birinin savunusunu nasıl coşkunca yapabileceğimizdir. Eğer Hume’un düşünceleri, Hume gibi savunulacaksa, kibarca olduğu kadar ikna edici bir şekilde savunulmalıdır. Belki daha da önemlisi, uygulamalı olarak gösterilmelidir. Hume’un savunduğu seküler, makul yaşam biçiminin gerçek aşıkları, dini ve hurafeleri histerik bir şekilde kınamaktan da, bilim ve aklın gücünü aşırı iyimser bir şekilde övmekten de kaçınmalıdır. Bunun yerine, felsefi savlarımızda alçak gönüllü olmalı, sempati duygusunu olabildiğince, en azından insan aklının önemi kadar savunmaya çalışmalıyız. Hepsinden önemlisi, bilgi ve öğrenim peşinde koşarken yeme, içme, eğlenme ve dostluk kurmadan da geri kalmamalıyız. Hume, kibar, makul ve samimi bir yaşam biçimi modellemiştir: Günümüzde bu özelliklere artık pek az rastlamaktayız.

1 Comment

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

Kant’ta ‘Var Olma’nın Bir Yüklem Olmaması Meselesinin Frege ve Russell’daki Gösterimi, Kısa Bir Not

Önceki Makale

Aktif ve Pasif Ötanazi – James Rachels