Kaynak metin: https://www.preposterousuniverse.com/writings/dtung/
Yazar: Sean Carroll
Çevirmen: Mertcan Çağlar
EVRENİN TANRIYA İHTİYACI VAR MI?
“Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı.”
Çoğu dini anlayışta, tanrının standart rolü evreni yaratmaktır. Kutsal Kitabın ilk satırı, Yaratılış 1:1, bu rolün sade bir şekilde ifade edilmesidir[1]. O satır kaleme alındığından beri evreni kavramamızda ve teolojide çok şey gerçekleşti. Gerçekleşmiş bu gelişimlerin tanrı ve kozmoloji arasındaki ilişkiler için ne anlama geldiğini incelemek önemlidir.
Tanrı hakkında düşünmenin bazı yollarında ilişki yok bile; kelimelerle tarif edilmesi yeterince imkansız olan ilah anlayışı, fiziksel alemin çalışma yönteminden tamamen ayrı olabilir. Bu makalenin amacı için kendimizi, gözlemlediğimiz evreni açıklamakta bazı roller oynayan tanrı çeşitleriyle sınırlandıracağız. Yaratıcılık rolüne ek olarak, tanrı, evrenin var olmasını devam ettiren ve var olmaya devam etmesine izin veren veya gözlemlediğimiz evrenin bazı spesifik olumsal (contingent, mümkün) özelliklerinin açıklaması olarak da ele alınabilir.
Bu olasılıkların hepsi bilim ile bağıntılı olan bir uğraşıya götürmektedir. Modern kozmoloji, gözlemsel veri ile uyumlu/tutarlı (istikrarlı – consistent) olan, mümkün olan en güçlü ve en ekonomik evren anlayışını oluşturmaya çalışmaktadır. Bilimin yöntemlerinin, tanrıyı hiç bir şekilde içermeyen kendi kendine yeten bir evren anlayışına götürebileceği kesinlikle tasavvur edilebilir bir düşüncedir. Öyle ise, kozmolojinin tanrıya inanmak için olan nedenleri zayıflattığı veya en azından bir belli başlı nedenleri zayıflattığı çıkarımına gitsek haklı olur muyuz?
Bu soru kolayca cevaplanabilen bir soru değildir. Olgun ve zorlayıcı bir bilimsel teorinin temelleri hakkında karar vermek durumunda değiliz zira henüz öyle bir teoriye sahip değiliz. Aksine, geleceği tahmin etmeye çalışmaktayız: Konvansiyonel bilimsel modelinin evrenin kökeni hakkında tam bir anlayış temin edebileceği bir zaman olacak mı? Ya da, tanrının gözlemlediğimiz evreni açıklamakta non-teistik yaklaşımın hayal bile edemeyeceği bir seviyede katkısının kesinlikle olduğu çıkarımına gidecek kadar yeterli bilgimiz var mı?
Modern kozmolojistlerin çoğu, konvansiyonel bilimsel ilerlemenin nihayetinde evrenin kökeni/başlangıcı ve evrimi hakkında tanrı veya doğaüstü hiç bir gücü içermeye gerek kalmayan bir kendi kendi yeten evren anlayışıyla sonuçlanacağına ikna olmuş durumdalar[2]. Bu tutum tabii ki ispatlanmamıştır ama çok iyi gerekçelerle desteklenmiş durumdadır. Nihai cevaplarımız yok ise de bilimin eninde sonunda tanrıyı hiç bir şekilde içermeden evreni anlayabileceği çıkarımının arkasındaki gerekçeleri anlatacağım.
Bildiğimiz evren
Yüzyıl önce, bugünlerde kozmolojinin temel olguları sayılan şeylerin hiç birisini bilmiyorduk. Bu durum önce 1910-larda teorik alanda, sonra 1920lerde gözlemsel alanda çok hızlı bir biçimde değişti.
Kozmoloji, evreni en geniş ölçekte (scale) incelemektedir ve büyük ölçeklerde doğanın en büyük kuvveti kütleçekimdir. Modern kütleçekim anlayışımız, 1915 yılında Einstein tarafından önerilen genel görelilik teorisidir. Bu teorideki kilit nokta, uzayın ve zamanın madde ve enerjiye tepki olarak eğrilebilmesi ve kendilerinin dinamik hayatlarının olmasıdır. 1917 yılına kadar erken bir dönemde Einstein bu yeni teorisini hala doğru olduğuna inandığımız bir varsayım ile kozmolojiye uyarladı : En büyük skalalarda/ölçeklerde evrendeki (en azından gözlemlenebilir evrendeki) madde uzay boyunca tekdüzedir. O zamanki gözlemlerin gösterdikleri ile uyumlu olarak Einstein şunu da varsaydı: Evren, statiktir. Einstein, genel görelilik teorisinin, her hangi bir tekdüze evrenin statik olmayan (non-statik) halde olması gerektiği anlamına geldiğini keşfetti – evren ya genişlemekte ya da daralmakta olmalıydı. Buna karşın, Einstein kendi teorisini, maddenin daralmasına karşı eğilim ile hareket eden “kozmolojik sabit” adı verilen yeni bir parametre ekleyerek güncellemeyi önermiştir. O güncelleme ile Einstein, eğer kozmolojik sabitin büyük boyutlarda maddenin çekimine karşı denge olacak şekilde dakik olarak seçilmesinde statik (ama istikrarsız) bir çözüm bulmayı başarmıştır.
1929 yılında Edwin Hubble ve Milton Humason’un evrenin genişlemekte olduğunu deklare etmesi ile bu tartışma akademik seviyeye geldi: uzaktaki galaksiler uzaklık mesafelerine orantılı olan bir hız ile bizden uzaklaşmaktalar. Hubble’ın, çokların galaksimizdeki bir bulut zannettiği sarmal bulutsuların ayrı galaksiler olduğunu temellendirerek evrenimizin devasa olduğunu göstermesi daha1924 yılında gerçekleşmiştir. Samanyolu galaksisindeki yıldızlar topluluğu 100 milyardan fazla yıldız içermekte ve gözlemlenebilir evrende ona benzer 100 milyardan fazla galaksi bulunmaktadır.
Evren şu an genişlemekte ise geçmişte daha küçük [olmalı] idi. (Daha net olarak, galaksiler daha yakın idi ve evren daha yoğun idi; uzayın kendisinin sonsuz uzunlukta olması mümkündür.) Genel görelilik tarafından temin edilen kuralları ve uzayda yayılan madde ve enerji hakkında bazı varsayımları kullanarak filmi, evrenimizin tarihini inşaa etmek için geriye sarabiliriz. Sonunda – 13.7 milyar civarı yıl önce, şu anki en iyi tahmini hesaplamalarla – sonsuz yoğunluk ve uzayzaman eğilme anına ulaşmaktayız. Kafa karıştırıcı bir şekilde, genel kapsamı makul şüphelerin ötesinde temellendirilmiş olan Big Bang modeli, sıcak ve yoğun bir aşamadan başlayan genişlemekte olan evrenin tarihine refere etmektedir. Buna karşılık, “Big Bang olayı”, aslında bir olay bile değil, sadece anlam dünyamızdaki boşluğu dolduran bir kavramdır.
Evrenimizin mutlak başlangıcını anladığımızı iddia etmesek de, [Big Bangden] 1 saniye geçmesinden sonra empirik test edilebilir alana girmekteyiz. İşte bu ilkel nükleosentez çağıdır, protonlar ve nötronların helium ve diğer hafif elementlere evrildiği zamandır. Nükleosentez teorisi, Big Bang modeli lehine etkileyici deliller oluşturmakla o tür elementlerin göreceli bolluğu hakkında gözlemsel toplayıcı testinden başarıyla geçen dakik tahminler oluşturmakta. Bir diğer önemli test de kozmik mikrodalga arka plandan (KMAP) gelmektedir ve Big Bangden 380 000 civarı yıl sonra ilkel plazmanın soğuduğu ve şeffaf olduğu andan kalan kalıntı radyasyonudur. İlkel elementlerin bolluğu ve KMAP ikisi birlikte sadece basit kozmolojik resime delil temin etmekle kalmamakta, evrenimizin bileşimini tanımlayan parametreler üzerindeki katı kısıtlamaları da [temin etmektedir].
Bu verilerin yorumlanabileceği bir diğer husus da evrenin mevcut durumundaki toplam enerjinin sadece %4 civarı kadarı “sıradan madde” forumundadır – atomlar ve protonlar, nötronlar ve fotonlar ve nötrinolar ve bilinen diğer tüm temel parçacıklarla beraber elektronlar [gibi sıradan madde].
Evrenin diğer %23-ü “karanlık maddedir” – tamamen yeni tür bir parçacık, henüz hiç bir yerde tespit edilmemiş olan türden. Nükleosentez ve KMAP kısıtlamalarına ek olarak, karanlık madde için sağlam bir delil galaksilerin, galaksi kümelerinin ve evrenin büyük-boyut skalasının dinamiklerinden gelmektedir.[3]
Bu durum bizi evrenin %73-ünün daha da gizemli forumda olduğu gerçeğiyle baş başa bırakmakta – “karanlık enerji.” Evrenin genişlediği fark edildikten sonra, Einstein’ın kozmolojik sabit tanıtmak hakkındaki asıl motivasyonu buhar oldu. Ama o fikir kaybolmadı ve fizikçiler daha sonra bu parametrenin çok doğal bir yorumlanmasının var olduğunu farketti – boş uzaydaki enerji yoğunluğu ya da kısaca “vakum enerjisi.” 1998 senesinde 2 grup astronomlar şaşırtıcı bir keşif gerçekleştirdi: evren genişlemekle kalmamakta, aynı zamanda [bu genişleme] hızlanmakta da – daha uzaktaki galaksiler zamanla bizden daha da yüksek hız ile uzaklaşmakta[4]. Bu durum bizim, galaksiler arasındaki kütleçekim kuvvetinin genişlemeyi yavaşlatması gerektiğine dair beklentimizin tersinedir. Bu hızlanmayı açıklamanın en basit yolu, karanlık enerjiyi varsaymaktır – parçacıklara lokalize olmamış ama uzaya yayılmış enerjinin akıcı ve sürekli formu. Vakum enerjisi veya Einstein’ın kozmolojik sabiti, karanlık enerji [olmak] için en basit adaydır; sıkıca, uzay veya zamana göre değişmeyen sabit bir yoğunluk içermektedir. Ancak daha karmaşık modeller de mümkündür ve kozmologlar şu anda karanlık enerji yoğunluğunun gerçekten de bir sabite olduğuna dair hipotezi test etmek için çalışmaktalar. Eğer öyle ise, evrenin geleceğini tahmin edebiliriz – ebediyete kadar genişler, boş uzay hariç hiç bir şey kalmayana kadar yavaş yavaş soğuyarak ve seyrelerek [genişler].
Evrenin milyarlarca yıl boyunca sıcak ve yoğun halden genişlediği tasviri olan Big Bang modeli sağlam bir şekilde temellendirildiyse de Big Bang’in kendisi – başlangıçtaki sonsuz yoğunluğa dair hipotetik tekil an – gizemli kalmaya devam etmekte. Kozmologlar, özellikle popüler kültür sunumlarında, Big Bang hakkında gerçekte bilinenden daha emin şekilde bahsetmekte, demek ki, bildiklerimizi tahmin edebileceklerimizden ayırmak için zaman harcamaya değer.
İlkel Nükleosentezin başarısı bize evrende Big Bang’den 1 saniye sonra nelerin cereyan ettiğini anlamakta olduğumuza dair özgüven verir ama ondan öncesi hakkındaki her şey spekülatiftir. Hatta “Big Bang’den bir saniye sonrası” ifadesi de aslında “sonsuz eğriltiden bir saniye sonra daha erken zamanlar hakkındaki ekstrapolasyonlar nasıl olurdu” diye anlaşılmalıdır. Ama spekülasyonların farklı dereceleri vardır.
1 saniyeden 10-43 saniye öncesine dönüyoruz, anladığımız türden fiziğin – genel göreliliğin ve kuantum alan teorisinin – geçerli olmasını bekleriz, detaylar net olmasa bile. Bu demek, evreni kuantum mekaniğine, eğrilmiş uzayzamanda genel görelilik kurallarına uyarak evrilmesine uyan terimlerle modelleyebileceğimizi düşünürüz. 10-43 değeri “Plank zamanıdır”, ondan önce uzayzamanın kendisnin kuantum davranışına tabi olmasını bekleriz. Halıhazırda, kütleçekimi kuantum mekaniğine uygun terimlerle tasvir edebilen güvenilir teorimiz yok; “kuantum kütleçekimi” teorisini bulmak, modern fiziğin en önde gelen hedeflerindendir. Öyle sentez için önde gelen aday, sicim teorisi, son on yıllarda devasa ilginin odağı olmuştur. Maalesef, teorik keşiflerin ilgi çekici sayısına rağmen sicim teorisi ne deney aşamasına ulaşabildi ne de Big Bangde ne olduğuna dair kesin cevap temin edebildi.
Bazen Big Bang’in hem zamanın hem uzayın başlangıcı olduğu iddiasını duyarız; “Big Bang’den öncesi” diye soru sormak, “Kuzey kutbunun kuzeyi” hakkında soru sormak gibidir. Bu [algı] doğru olabilir ama bu temellendirilmiş bir anlayış değildir. Big Bang’deki tekillik evrenin başlangıcına işaret etmez, sadece teorik anlayışımızın sonunu gösterir. Bu an başlangıca tekabül ediyor olabilir ve tam bir kuantum kütleçekimi [teorisi] nihayetinde evrenin tahminen bu zamanda nasıl başladığını açıklayacaktır. Ama aynı derecede şu da mümkündür ki Big Bang diye düşündüğümüz şey evrenin tarihinde sadece bir aşamadır, evrenin tarihi ondan çok öncesine – belkide geçmişte sonsuz uzaklığa kadar gidiyor olabilir. Mevcut durum bu iki alternatif arasında karar vermek için yetersizdir; bu kararı verebilmek için işlevli bir kuantum kütleçekimi teorisi geliştirmemiz ve test etmemiz gerekmekte.
Yaratılış hakkındaki teoriler
Fizik biliminin Big Bang olayını tasvir edememesi evren tarihindeki bu eşsiz anda tanrının rol oynamış olduğunu düşünmeyi teşvik eder. Eğer tam bir natüralistik açıklama geliştirebilseydik, tanrıya başvurma gereksinimi azalmış olurdu. Bu hedefe ulaşmak için birkaç yol incelenmektedir. Bu uğraşılar ikiye ayrılabilir: zamanın ilk anının var olduğu “başlangıçlı” kozmolojik modeller ve zamanın geçmişe doğru sınırsız gittiği “ezeli” kozmolojik modeller.
“Başlangıçlı” kozmolojiler klasik genel göreliliğin Big Bang tekilliğini bir çeşit quantum-mekanik olay ile değiştirmeye çalışır ve genelde “kuantum kozmolojisi” adı ile hareket eder. [5] Bu modeller, uzay zamanın bir çeşit kuantum-mekaniksel yapıda klasik yaklaşım olduğunu hayal eder. (Kuantum kütle çekiminin tam teorisine sahip değil isek de, umudumuz kuantum mekaniği ve genel göreliliğin temel özelliklerinin bu soru için detayları önemsiz gösterecek kadar yeterince güçlü olduğudur.) Özellikle, zaman bazı sistemlerde işlevli ama diğerlerinde geçersiz olan tahmini bir kanı olabilir. Big Bang anının ilk zamanları zamanın konvansiyonel anlamını kaybettiği bir çağ olmaya adaydır. Ondan sonraki önemli bir bileşen, evrende zamanın öncelikle anlaşılabilir konsept olduğu bir durumu tasvir eden “sınır şartları” durumudur. En ünlü örnek Hartle ve Hawking tarafından önerilen; evreni olası tüm Öklid geometrisi şekillerini kaynaştırmakla ama başka bir sınır olmadan inşa eden “No boundary proposal”dır. Öklit geometrisi demekle kastettiğimiz, zamanvari ve uzayvari yönleri ayıran “Lorentzian” geometrinin aksine dört boyutun hepsinin uzaysal olduğu geometri anlayışıdır. Kimileri bazen evrendeki anlayışı muhtemelen hiç geliştirmemiş olan bir ifade olan “hayali zaman”dan söz eder.
Bu başlangıçlı kozmolojik modelleri kışkırtıcı şekilde nitelemenin yolu, “evren hiçlikten yaratıldı” demektir. Bu iddianın ne anlama gelmesi için ileri sürüldüğünü netleştirmek için çok ihtilaf yaşandı. Maalesef, bu ifade teknik seviyede bile net tanımlanmamış bir konseptin doğal-dile yanıltıcı bir şekilde aktarılmasıdır. Kesin olarak tanımlanmamış terimler; “evren,” “yaratılmış,” “neyden” ve “hiçlik” kavramlarını da içerir.
“Hiçlikten yaratılış” ifadesiyle ilgili sorun, bu ifadenin daha önceden varlığını sürdürmüş, evrenin de ondan spontane şekilde geldiğini düşündüren “hiçlik” imajını akıllarda canlandırmasıdır – sorun, bu fikirde nelerin içerildiği değildir. Bunun sebebi kısmen, Zaman oku barındıran evrende sıkışıp kalmış insanlar olarak, açıklamaya çalıştığımız olayın en ilk olay olduğu açıkça belirtilmişken bile olayları daha önceki olaylar ile açıklamaya çalışmaktan başka çaremiz olmamasıdır. Bu modelleri “daha öncesinin olmadığı bir zaman dilimi vardı” diye tasvir etmek daha doğru olabilir.
Buradan mantıklı bir şey elde etmek için, evrenimiz oluşmasından “önce”si hakkında hayal kuramamak yerine evrenimiz şu anki durumunu düşünerek geriye doğru üzerinde çalışmaktır. Başlangıçlı kozmolojik modeller zihin yolculuğumuzun geçmişte “zaman”ın artık işlevsiz kalacağı bir zamana erişeceğini farzeder. Alternatif olarak, Büyük Çöküşe çökmüş bir evren hayal edin gelecekte zamanın bitişi olabilmesi için. O tür bir evrenin “hiçliğe dönüştüğünü” söylememiz için bir nedenimiz yok; o evrenin varlığını sürdürmesinin sonu var sadece. O tür sınırda aslında gerçekleşecek olan doğru bir kuantum kütleçekim teorisine bağlıdır.
Önemli bir husus, zamanda en erken ana sahip olan ve kendi kendine yeten evren tasvirlerini kolaylıkla hayal edebiliyor olmamızdır. Başlangıca zamansız (ing: atemporal) bir sınır dahil etmek ile evrenin konvansiyonel zamanlı geçmişini tamamlamakta mantıksal veya metafiziksel bir engel yoktur. Big-Bang sonrasına dair başarılı bir model elimizde hazırda bulunması ile o tür bir evren tasviri evrenin geçmişi hakkında tutarlı ve kendi kendine yeten bir tasvir oluşturabilirdi.
Zamanın ilk anının var olması evreni o anda oluşturacak dış bir varlığı zorunlu kılmazdı. Ünlü pasajında Hawking’in dediği gibi:
Zamanın ilk anı olduğu sürece zamanın bir yaratıcısı olduğunu düşünebiliriz. Ama evren gerçekten sınırsız ve kenarsız, kendi kendine yeten ise o zaman ne başlangıcı ne de sonu olurdu, öylece var olurdu. O halde, yaratıcı için bir yer var mı?[6]
Zamanın başlangıcı olup olmadığı meselesi açık (çözülmemiş, cevapsız) kalmaya devam ediyor. Klasik genel görelilik teorisi Big Bang anında tekilliği tahmin etse de bu kesinlikle mümkündür ki tamamen işlevsel bir quantum kütleçekimi teorisi ezeli bir evrende o tekilliğin yerini alabilir. Bu alandaki türlü türlü yaklaşımlar fizikçiler tarafından incelenmektedir: tek bir Büyük Çöküşün gözlemlediğimiz Big Bang-e evrileceği çöküşlü kozmolojik modeller[7], Big Bang-ler tarafından ayrılmış sonsuz sayıda çağ olan döngüsel kozmolojik modeller[8] aslında boş olacak olan uzayzamandaki quantum dalgalanmalardan Big Bang’in spontane şekilde cereyan edeceği bebek-evren senaryoları[9]. Sadece saf düşünce ile başlangıçlı ve ezeli evren kozmolojik modelleri arasında seçim yapmanın yolu yok; her iki olasılık da aktif kozmologlar tarafından incelenmekte ve bu konuda [verilecek] kesin bir hükmün bu yaklaşımlardan birisinin gözlemlerimiz ile uyan bir olgun bilimsel teoriye gelişmesine kadar beklemesi gerekecek.
İlginç bir şekilde çok sayıda (hepsi olmasa da) doğal ilahiyatçı Big Bang’i tanrının varlığının delili olarak göstermek şehvetine karşı koyabilmiştir. Lateranın Dördüncü Konseyinin evrenin zamanda başlangıçlı olduğunu ve tanrı tarafından ex nihilo (hiçlikten) yaratıldığını deklare etmesinden beri Big Bang Hristiyan teolojisine uyumlu görünecekti. Bu şehvete yenik düşenlerden biri olan Papa Pius XII şöyle demişti:
Aslında, günümüz bilimi, milyonlarca asır geçmişe ulaşarak, kimyasal element parçacıkları saçılırken ve milyonlarca galaksi oluştururken maddeyle birlikte ışık ve radyasyonun fışkırdığı ilkel Fiat Lux anına tanıklık etmeyi başardı… Bu nedenle, bir Yaratıcı vardır, Tanrı vardır![10]
Ama o yoldan gitmemiş ünlü bir isim ise 1920’lerde asıl Big Bang modelini geliştirmiş olan Belçikalı papaz ve fizikçi Georges Lemaitre idi (o, teorisini “ilkel atom” diye adlandırmıştı). Lemaitre kendi teorisinden her hangi bir teolojik çıkarım yapmayı suret-i katiyede reddetti dini inançlarını bilimsel çalışmadan kesinlikle ayrı tutabilmek için[11]. O daha sonra Papalık Bilimler Akademisinde üye olarak hizmet verdi ve Papa Pius’a bilimsel bulguları teolojik argümanlarda kullanmaması yönünde tavsiyelerde bulundu.
Niye bu evren?
Son yıllarda evrenin başka bir yönü doğal ilahiyatçılar tarafından tanrının el işinin delili olarak ele alındı – bizim evrenimizi mümkün olan tüm evrenler arasında belirleyen fiziksel ve kozmolojik parametrelerin incelikle ayarlandığı iddiası. Bu parametreler fizik yasalarında ve evrenin tarihinde görünmekte – elektronun kütlesi, vakum enerjisi – karanlık maddenin miktarı ve başlangıç vaziyetin pürüzsüzlüğü. Eğer bu parametrelerden bazıları değiştirilseydi etrafımızdaki evrenin çok farklı olacağına dair şüphe yoktur[12]. İhtilaf edilen iddialar 2 tanedir: akıllı yaşamın çok düşük aralıktaki parametrelerde ortaya çıkabileceği; evrenin kenini kendiliğinden [bu parametreler aralığı] içinde bulacağı veya tanrının evreni bu yönde ayarladığı.
İnce ayarın en açık örneği vakum enerjisidir[13]. Yukarıda anlatıldığı gibi, vakum enerji, uzaktaki galaksilerin hızının yükselmesini sağlayan karanlık enerji için baş adaydır; ama ola ki vakum enerji sıfır ise ve karanlık enerji başka bir şey ise bile rahatlıkla diyebiliriz ki vakum enerjinin değeri karanlık enerjinin değerinden yüksek değildir, santimetre küp başına 10-8 erg. Kuantum alan teorisindeki teknikleri kullanarak vakum enerjisinin kaç olmasını bekleyeceğimizi hesaplayabiliriz, eğer çoktan hesaplamadıysak. Cevap biraz daha yüksek beklenenden: santimetre küp başına 10112 . Vakum enerjinin doğal değerinden 120 kat daha küçük olması herkesin bakış açısında da bir ince ayardır.
Vakum enerjisinin neden beklenenden çok daha düşük olduğuna dair kozmologların tatmin edici bir modeli yok. Ama eğer bu [vakum enerjisi] kendi “doğal” değerine yakın her hangi bir değerde olsaydı burada bunu konuşuyor olmazdık. Vakum enerjisi nesneleri bir birinden uzaklaştırır ve şu an gözlemlenmekte olan değerinden çok daha büyük değerde olsaydı galaksilerin ve yıldızların oluşmasını engellerdi, hayatın ortaya çıkmasını daha zor hale getirirdi.
Atomik ve nükleer fizik gibi doğanın diğer sabiteleri kendiliğinden doğal görünmekte ama en ufak şekilde değiştirilseydi çok farklı makroskobik fenomenlerin oluşmasına yol açardı. Örneğin, nötronun kütlesi şu anki halinden biraz daha büyük olsaydı (protonun kütlesine kıyasla) hidrojen döteriuma dönüşmezdi ve konvansiyonel [evrenin] olması imkansız olurdu; nötronun kütlesi biraz küçük olsaydı evrenin ilk aşamalarındaki tüm hidrojenler helyuma dönüşürdü ve evrenin sonraki aşamalarındaki helyum yıldızlarının çok daha kısa ömrü olurdu[14]. (Diğer taraftan, Adams geniş aralıktaki fiziksel parametrelerin nükleyer füzyon tarafından hayatta tutulan yıldızlarla sonuçlanacağını öne sürdü.[15])
Bu bariz ince-ayarlar karşısında bir kaç seçeneğimiz var:
1. Yaşam, oldukça güçlüdür ve parametreler çok farklı olsaydı da, hangi formu alacağını tahmin edebilsek de edemesek de gene ortaya çıkardı.
2. Rastgele seçilmiş parametrelerden ibaret olan tek bir evren var ve hayatı mümkün kılan bu parametrelerin bu nadir değerlerde olduğu bir evrende olmakla şanslıyız.
3. Evrenin farklı bölgelerinde parametreler farklı değerlerde ve seçim etkisi (selection effect) tarafından aldatıldık: hayat sadece o hayat ile uyumlu bölgelerde oluşmakta.
4. Parametreler rastgele değildir fakat bir ilah tarafından şu an olduğu şekliyle ayarlanmışlardır.
Genelde bu listedeki ilk seçeneğe yeterli takdir verilmemekte. Hangi koşullarda karmaşıklığın ve özellikle akıllılığın ortaya çıkabileceğini bilmiyoruz. Eğer de, mesela, gerçek dünya hakkında bilgimiz olmasaydı ve bize parçacık fiziğinin Standart modeli verilseydi o zaman periyodik tabloyu hesaplamak zor olurdu, dünya (gezegenimiz) bazlı hayatın bağlı olduğu atomlar ve moleküllerden söz etmiyorum bile. Hayat kırılgan olabilir ama bildiğimiz kadarıyla her yerde birden bulunan bollukta da olabilir (parametre boşluğunda); “hayatı” veya hatta “karmaşıklık”ı tanımlamakta bile çok büyük problemimiz var, “zeki”likten bahsetmeyelim bile. En azından, bu konularla ilgili mevcut anlayışımızın geçici doğası evrenimizde hayatın mümkün olduğu gerçeği üzerinden çıkarım yapmaya bizi isteksiz kılmalı. Yine de, devam etmek için, hayal edilim ki zeki yaşam sadece çok sıkı bir koşullar setinde oluşabiliyor. Swinburne’ı takip etmekle[16], Bayesçi olasılık yaklaşımı ile geriye kalan olasılıkları eleyebiliriz. Temel fikir basittir: Evren hakkında gerçekte ne bildiğimizi hesaba katmadan önce, geriye kalan her 3 senaryoya ön-olasılık atarız. Sonra o ön-olasılığı o çeşit modelde zeki yaşamın oluşma olasılığı ile çarparız. Elde edeceğimiz sonuç o modelin doğru olma olasılığı ile orantılıdır, zeki yaşam varlığı varsayılırsa[17]. Böylece, 2 numaralı senaryo (doğaüstü müdahalenin olmadığı tek bir evren) için yüksek ön-olasılık atayabiliriz bu model basit olduğu için ama yaşamın gelişme olasılığı o kadar düşüktür (diye hayal ediyoruz) ki diğer 2 modele kıyasla bu model olası olmayan olarak görünmekte.
3 numaralı seçenek ile kaldık, farklı bölgelerde (uzaysal olarak bağlantılı ise de geleneksel olarak “evrenler denilen) farklı koşullar barındıran “çoklu evren” modeli ve 4 numaralı senaryo ile kaldık: hayatın nihayetinde oluşmasını mümkün kılmak için tanrı tarafından seçilmiş yegnae evren anlayışı. Bu 2 senaryonun hersinde de hayatın oluşma olasılığının kayda değer olduğunu mantıklı gösterecek argümanlar oluşturabiliriz. Böylece, tüm ağırlık bizim atadığımız ön-olasılıklara düşüyor – o tür bir kozmolojik senaryonun ne kadar ön-olası olduğu hakkında bizim hükümlerimize düşüyor. Maalesef, ön-olasılıklıar herkesin bildiği gibi oldukça çekişmeli konulardır.
“Tanrı hipotezine” ve ona tekabül eden ön-olasılığa en son bölümde daha dikkatli değinirim. Şimdilik evrenimizi incelemeye devam edelim.
ÇOKLUEVREN VE İNCE AYAR
Çokluevren modeli elde etmek için (en azından) iki tane popüler mekanizma vardır. Biri Kuantum Mekaniniğinin Çoklu Dünyalar Yorumu veya Everett Yorumu; Bu fikri burada tartışmayacağım çünkü farklı dünyaları tarif eden çeşitli “dalga fonksiyonun dalları”nın hepsi aynı basit fizik yasalarını paylaşmakta. Diğer bir çokluevren modeli ise bazı anlamda daha yavandır, gözlemleyebilir ufkumuz dışındaki uzayzamanı çok farklı koşullarda tasvir eder, prensipte ve pratikte nötronların kütlesi veya vakum enerjisi gibi fizik yasalarını belirleyen parametreler de dahil buna.
Bu ikinci senaryo son yıllarda büyük ilgi topladı, bunun sebebi kısmen farklı amaçlar için ele alınmış iki güçlü fikrin doğal sonucu olarak görünmesidir: Enflasyonel kozmoloji modeli ve süpersicim teorisi. Enflasyonel model karanlık enerjinin evreni hızlandırdığı olgusunu kullanır ama başlangıçta çok yüksek yoğunlukta olan süper-karanlık-enerji ile dolu olan bir uzay bölgesine sahip olarak başlar. Bu durum, karanlık enerjinin nihayetinde çürümesinden önce bu küçük bölgenin fantastik boyuta büyümesini sağlar. Bu teorinin bir çok versiyonunda çürüme tamamlanmış değildir ve en azından bazı bölgeler her zaman ultra-hızlı enflasyonel genişleme sürecinden geçmektedir[18]. Sicim teorisi üzerinden olası vakum durumuna dair “manzara” edinmekteyiz. “Vakum durumu”, boş uzayın fiziksel yasalar seti ile ilişkilendirilmesinin konfigürasyonudur. Bu demek, uzayzaman olarak düşündüğümüz şey çok çeşit aşamada gelir, suyun katı, sıvı veya gaz forumunda olabildiği gibi. Sicim teorisinde, temel parçacıklar ve uzayın makroskobik boyutu da dahil olmakla birlikte, her biri farklı fizik sabiteleri tarafından determine edilmiş olan akıllara durgunluk veren sayıda (10500-den fazla) aşama vardır.[19]
Çokluevren [teorisi], enflasyonu sicim teorisi ile birleştirmekle ortaya çıkar. Enflasyon başladıktan sonra sınırsız sayıda “cep evren” temini üretmektedir, sicim teorisinde mümkün olan her vakum hali aşamasında gerçekleşir bu arz. Potansiyel evrenlerin sayısı düşünülünce, bir (ya da sonsuz) tane evrenin zeki yaşamı destekleyecek koşullarda olması şaşırtıcı olmaz. Bu arka plandan sonra “antropik ilke” sadece şunun ifadesidir: gözlemlenebilir evrenimizin daha büyük bütünün temsilcisi olması için bir sebebi yoktur: kendimizi kaçınılmaz olarak yaşamı mümkün kılan bölgede buluruz.
Bu tür bir senaryoya atayacağımız ön-muhtemellik nasıl olmalı? Çokluevrene yönelik meşhur bir itiraz da çokluevrenin parsimoni ilkesine oldukça ters olmasıdır; Bir kaç tane fiziksel parametrelerini açıklamak için muazzam sayıda ayrı evreni işin içine katmaya değer mi? Swinburen’ın dediği gibi:
Evrenimizin düzenliliğini açıklamak için bir tane tanrı yerine trilyon kere trilyon tane başka evreni postulat haline getirmek irrasyonelliğin zirvesi olarak görünmekte[20].
Bu dediği doğru olurdu abartsa bile eğer de birileri “trilyon kere trilyon başka evrenleri” öylesine postulat haline getiriyor olsaydı. Ama öyle demek asıl olanın yanlış anlatılmasıdır. Birilerinin postulat haline getirdiği şey evrenler değildir, fizik yasalarıdır. Enflasyon ve sicim teorisi manzarası (ya da diğer dinamik mekanizma muadilleri) gözönünde bulundurulursa çokluevren ortaya çıkar, isteseniz de istemeseniz de.
Vurgulanması gereken önemli bir husustur bu. Tüm şartlar eşit olursa, daha basit bilimsel teori daha karmaşığına tercih edilir. Ama biz basitliği nasıl değerlendiriyoruz? Kesinlikle “teorinin matematiksel betimlenmesinde yer alan setlerin mümkün olan en küçük miktardaki elementi içermesi” değil. Newton’un mekanik saat evren anlayışında her santimetre küp sonsuz sayıda nokta içermekte ve uzay da sonsuz sayıda santimetre küp içermekte, bunların da hersi her saniyede sonsuz sayıda ayrı ana tekabül etmekte. Hiç kimse bu sonsuzlukları bu teoriye karşı öne sürmedi. Aslında, genel görelilik tarafından tasvir edilen açık evrende uzay sonsuza kadar uzanır ve geleceğe doğru sonsuza kadar gider; yine de bu özellikler öldürücü bir kusur olarak görülmemekte. İnsanlar sadece uzayın koşulların ayrı “evrenlerı” temsil ettiği bölgesel değişimlerle sonsuza kadar uzadığında rahatsız oluyor. Kuantum mekaniğinde her hangi bir sistem potansiyel olarak sonsuz sayıdaki dalga fonksiyonu ile tarif edilir; yine de, ancak bu farklı dallar “evren” olarak nitelendirildiğinde itirazlar duymaya başlıyoruz, dalga fonsiyonunun matematiksel betimlemesinin kendisi daha komplike hale gelmediyse bile.
Bilimsel bir teori bazı biçimsel yapılardan ve o yapıyı gözlemlediğimiz evrene denk getiren “yorum”dan ibaret olur. Yapı, teorideki objeler tarafından sergilenmekte olan desenler/örüntüler hakkındaki ifadedir. Teorinin basitliği kompakt biçimde biçimsel yapıyı betimleyebilmesidir (Kolmogorov karmaşıklığı), içerdiği element sayısı değil. “On bir ve on üç kere iki karekökü ve Pi sayısının yirmi sekizinci kuvveti ve 4982 ve 34950 sayıları arasındaki tüm asal sayılardan” oluşan gerçek sayılar seti daha komplikedir tüm “tamsayılar”dan, tamsayılar kümesi sonsuz miktarda daha büyük miktardaki element içerse de. 1088 tane her parçacığın kendi tipindeki özelliklerine göre dakiklikle davrandığı, hepsinin bir avuç tipe ait olduğu parçacık içeren evrenin fiziği daha basittir sadece bin tane hersi farklı davranan parçacık içeren evrenden.
Benzer şekilde, göreceli olarak basit fizik yasaları setinin doğal dinamik sonuçlarından ulaşılan çokluevren [modeli] de yok sayılmamalıdır çok sayıda evren içeriyor diye. Çokluevren teorileri kesinlikle zorlu problemler ortaya çıkarmaktadır, özellikle tahmin yapmak ve o tahminleri veriyle kıyaslamakta; bu sebepten ötürü, çoğu bilim insanı gözlemlediğimiz doğanın parametrelerini direkt tahmin eden teoriyi yerel çevremizin antropik biçimde açıklandığı çokluevrene tercih ederdi hiç şüphesiz. Ama çoğu bilim insanı (benzer sebepler için) doğaüstü güçlere başvurmayan teoriyi tercih ederdi.
Çokluevrenler bir teori değildir; bu, bir teorinin tahminidir, enflasyonel kozmoloji ve vakum durumunun manzarası teorilerinin birleşiminin tahminidir. Bu fikirlerin her ikisi de çokluevrenle alakası olmayan sebeplerden ötürü ortaya çıktı. Eğer onlar doğru ise onlar çok çeşit durumlarda çokluevren sonucuna ulaşmakta. Teorilerimizin tahmini sonuçlarını ciddiye almak bizim işimizdir, onları rahatsız edici miktarda çok sayıda evrenle yüzleşiyoruz diye yok saymak değil.
Çokluevren [teorisi] kendiliğinden her bir ince ayar problemine açıklama sunmamaktadır. Hayatın ortaya çıkması için bir parametre belirli bir değerden düşük olması gerekiyorsa o parametrenin o değerden çok küçük olması için antropik bir sebep yoktur. Böylece bir tahminimiz var: antropikçe seçilmiş parametreler, yaşamın varlığıyla uyumlu en büyük değerle aynı büyüklükte olmalıdır. Aslında bu tahmin vakum enerjisi için Steven Weinberg tarafından başarıyla yapıldı, gerçekte keşfedilmesinden 10 yıl önce[21].
Antropik kısıtlamaların çok ötesindeki ince-ayara dair bir örnek evrenin başlangıç durumudur, sıkça oldukça düşük entropi terimleriyle tarif edilir[22]. Kabaca konuşursak, evrendeki çok sayıda parçacık olağanüstü derecede pürüzsüz, o kadar yoğunlukta sıkışmış maddeye etki eden devasa kütleçekimsel güçler gözönünde bulundurulursa oldukça dengesiz ve pek mümkün olmayan bir konfigürasyonda düzenlenmiş. Vakum enerjisi 10120 de bire ayarlanmış iken evrenin erken aşamalarının entropisi on üzeri 10120-de bire ayarlanmıştır, mantıksal beklentiye aykırı bir rakam. Yaşamın ortaya çıkması için entropinin o kadar düşük olmasına gerek yoktu. Bu hakkında düşünmenin bir yolu da Dünyada yaşamın oluşması için evrekdeki diğer yüz milyar galaksiye de gerek yoktu kesinlikle; bir tek galaksimiz ve hatta tek bir güneş sistemi de yeterliydi.
Bu, evrenimizin erken aşamalarındaki düşük seviye entropiyi açıklamak için çokluevreni araya katamayacağımız anlamına gelmez; açıklama, sadece hayatın oluşması talebi yerine çokluevrenin dinamik özelliklerinin detaylarına dayanması gerektiği anlamına gelir. Göstermemiz gereken şudur ki değerlendirme altındaki çokluevren searyosunun kontekstinde, hayat ortaya çıktığında genelde Big Bang-imiz gibi oldukça düşük seviye entropi olayından sonra ortaya çıkıyor. Bu bir challenge-dir ama kesinlikle aşılamaz [bir challenge] değildir ve araştırmalar bu soruyu gidermek için çalışmaktalar[23].
Ne olursa da, evrenimizin entropi seviyesini belirleyen antropik-ayardan-çok-daha-fazla ayar tanrı hipotezi için daha büyük bir sorundur çokluevren için sorun olduğundan. Evreni düzenlemenin amacı zeki yaşamın evrimi için alan hazırlamak ise ilk zamanlardaki gereksiz yere düşük entropinin temsil ettiği tüm görkemli aşırılık ve evrenki yüzlerce milyar galaksi niye var? Diğer galaksilerin spandrel olup olmadığını merak edebiliriz – Dünyadaki yaşam için gerekli değil ama Dünyayı ve dünyanın biyosferini oluşturmanın en direkt yolu olan genel Big Bang resminin bir yan etkisi. Bu soru doğru çıkıyor; nicelik olarak, Dünyayı bildiğimiz şeklinde içeren evrenin tüm mümkün tarihlerinin başka galaksileri içermediğini göstermek kolay[24]. Tanrının evrenin durumuna dair gerektiğinden çok daha fazla bir ince-ayarı niye yapacağı cevapsız kalıyor.
DÜNYAYI AÇIKLAMAK
Şimdiye kadar tanrının konvansiyonel bilimsel teorilere denk gelen rollerini tartışmaktaydık – gözlemlenebilir olgulara dair net ve ikna edici açıklama temin etmekle. Tanrının kozmoloji için işlevselliğini açıklamak için doğal ilahiyatçıların kullandığı bir başka bakış açısı daha var: olgular veya dünyanın nasıl olabileceği ve ne tür desenler takip edebileceği fark etmeksizin sadece ilahi bir varlık varlıkların “niye böyle olduğuna dair açıklama” temin edebilir, olgular ve örüntülerin kendilerinden daha ziyade olarak.
Bu yaklaşım bir kaç çeşit farklı forumda denk geliyor. Onlardan biri de tanrıya evrene var olmaya izin verdiği için takdir vermek:
“Musevi-Hristiyan yaklaşım için, tanrı, Al Gore’un iddia ettiği anlamda bir şahıs değildir… O, bizler de dahil olmak üzere her hangi bir varlığın mümkünatının koşuludur. O, niye hiçlik yerine bir şeyler var olduğunun cevabıdır[25].”
Bir diğer yol da evrenin varlığının sürdürülmesidir. Hawking’ın “Yaratıcı için ne yer kaldı?” sorusuna cevap olarak John Polkinghorne şöyle der:
“Şundan başka her hangi bir cevap vermek teolojik olarak toyluk olurdu: “kendi kendini sürdürmekte olan uzayzamanın ve kuantum yasalarının yaratıcısı olarak – her yer“
Benzer satılar boyunca, tanrıya bazen de doğada gözlemlenen düzenlilikler (tanrı dışındaki alternatif herhangi bir durumda tesadüf olarak nitelendirilebilecek düzenlilikler) için atıf yapılıyor
Doğanın aynı yasaları dünyada işlediği gibi teleskoplarımızla gözlemleyebildiğimiz en uzak galaksilerde de işliyor ve aynı yasalar bugün işlediği gibi ulaşabildiğimiz en erken olaylarda (earliest events) da işliyor… Eğer bunun nedeni yok ise o zaman bu en doğaüstü tesadüf olurdu – her hangi bir rasyonel insanın inanamayacağı kadar doğaüstü[27]
Son bir örneğimiz ise tanrının varlığına dair geleneksel “kozmolojik” argümanlardan geliyor. William Lane Craig tarafından yaygınlaştırılan “Kalam” argümanının biçiminde argümanın ilk öncülü “zamanda var olmaya başlamış her şeyin bir nedeni vardır” der[28]. Şeyler öylece var olmaya başlayamazlar; bir şeylerin onları başlatması lazım.
Kolaylık olabilsin diye ben farklı argümanları bir araya getirmekteyim ama benzerlik hususları açıktır. Bu fikirlerin hepsi, çeşitli bağlamlarda, neler olup bittiğinin tamamen anlaşılmaması kanaatinden doğmaktadır; bunların neden cereyan ettiğine dair de bir açıklam sunmalıyız – “meta-açıklayıcı” denilebilecek bir açıklama.
Bu tür bir argümana cevap vermek zor olabilir. Bu durumun zorluğu argümanların ikna edici olmasından değil, “Evrenin niye var olduğunu/var olmaya devam ettiğini/süreğenlik sergilediğini/var olmaya geçtiğini anlamalıyız” yaklaşımına nihai bir cevabın esasen şu olmasından kaynaklanmaktadır: “Hayır, gerekmiyor.” Meta-açıklayıcı anlayış tarafından ikna edilmiş her hangi birisi için bu cevabın kayda değer olması pek muhtemel değildir.
Evet, bir şeylerin ne için cereyan etmekte olduğuna dair cevap verebilmek her zaman güzeldir fakat çoğu bilim insanı nihai açıklamaları aramanın nihayetinde “ve o ne ise odur” tabiri ile sonlandığını düşünüyorlar. Nihai açıklamanın tanrıda vuku bulabileceğini düşünmek tasavvur edilebilirdir; ama o tür bir etki için tanrının saf materyalistik resimden daha iyi (herhangi bir sebep için) açıklama temin ettiği ortaya koyulmalı; materyalistik tasvirin tatmin edici olmadığını a priori olarak ısrar etmekle yetinilmemelidir.
Bazı insanlar neden meta-açıklayıcı bir açıklamanın gerektiğine kafayı takmış durumdayken diğerleri o olmadan da tamamen mutludur? Böyle bir açıklama yapma dürtüsünün dünyadaki deneyimlerimizden kaynaklandığını söylüyorum, buna gerek olmadığına dair şüphe ise tüm evreni benzersiz, farklı bir standartlar kümesinin uygun olduğu bir şey olarak ele almaktan gelmektedir.
Mesela, vakum enerjinin değeri ile alakalı bir bulmacanın olmadığını öne sürebiliriz. Bir değerde olmalıydı ve biz (muhtemelen) o değeri ölçtük ve bunun üzerine söylenilecek daha fazla bir şey yoktur. (Azınlık da olsa bazı fizikçiler bu görüşe mensuplar ve benzer şekilde diğer ince-ayar problemleri için de aynısını düşünürler.) Bu hakkındaki karşıt-argüman da şudur: Vakum enerjisi, deneylerde henüz keşfetmediğimiz sanal yüksek enerjili süreçlerden bağımsız olarak, düşük enerjilerde fiziği yöneten “etkili alan teorisinde” gerçekten ölçtüğümüz bir parametredir. Tek bir evren var ise de çok sayıda Efektif alan teorisi vardır ve düşük-enerji fiziğine dair teorilerde çok sayıda parametre vardır. Vakum enerji yegane konu değildir; efektif alan teorisindeki parametrelere dayalı tecrübelerimize dayalı beklentilerimiz vardır bu hakkında ve ölçülen değerini bu beklentilerle mantıklı bir şekilde karşılaştırabilir. Bu şartlar altındaki kıyaslama ile vakum enerjinin ince-ayarlı olduğunu geçerli bir şekilde söyleyebiliriz.
Gidişatın Durumları, yalnızca onlara karşı bir beklentimiz varsa, o durumların niye ortaya çıktığına şaşırmak için bir nedenimiz varsa bir açıklama gerektirir. Evrenin varlığına, var olmaya devam etmesine veya süreğenlik sergilemesine şaşırmamız için nedenimiz var mı? Söz konusu evren iken beklentiler oluşturabileceğimiz daha kapsamlı kontekst yok. Bildiğimiz kadarıyla evrenimiz öylece var olmuş ve fizik yasalarına göre evriliyor olabilir. Eğer de evrenimizin evrenlerin büyük birikiminin elementi olduğunu bilseydik farklı düşünmemiz için sebebimiz olabilirdi ama bilmiyoruz. (“Evren” kelimesini var oluşun tümünü kastetmek için kullanıyorum, eğer çokluevrende yaşıyor olsaydık burada o anlam için kullandığım kelime “çokluevren” olurdu.)
Aristo’nun Metafizik adlı kitabında Aristo nesnelerin hareketini açıklamak için bir “harekete geçirilmemiş harekete geçirici” gerektiğini savundu. Aristo’nun temelden teleolojik olan fizik anlayışında bu mantıklı gelebilir: Objeler kalmak istedikleri doğal yerlerine doğru eğilimdedir. Öyleyse, etrafımızdaki tüm bu hareketleri nasıl açıklayabiliriz? Ama fizikteki sonraki gelişmeler – momentumun korunumu [yasası], Newton’un hareket yasaları – sorunun sorulabileceği konteksti değiştirdi. Şimdi, serbestçe hareket eden nesnelerin, onları hiçbir şey harekete geçirmeden tek tip bir yörünge boyunca hareket etmeye devam ettiğini biliyoruz. Niye? Çünkü bu objelerin yaptığı şey. Bu [cevap], bu ya da o olayın belirli nedeni olduğunu söylemek için, gündelik hayat kontekstimizde, çoğu zaman geçerlidir. Ama bu [cevap] da gerçekte cereyan etmekte olanın kısa özetidir: varlıklar fizik yasalarına uymakta.
Evren için de benzer şekilde. Realitenin nihai yapısı hakkında şu an anladığımız her hangi bir şey ile, evrenimizin var oluşunu ve süreğenliğini dışsal açıklama gerektiren bir şey olarak düşünmemiz için sebep yok. Aslında çoğ bilim insanı için, bu nomolojik gerçekleri sözde açıklamak için başka bir metafizik yapı katmanına eklemek gereksiz bir zorluk çıkarmadır. Bu [durum] da bizi tanrının bilimsel hipotez olarak statüsüne getirmekte.
Bir teori olarak tanrı
Din[ler], doğal dünyayı açıklamaktan başka diğer bir çok şey hizmet etmektedir. Sunak etkinliğinde, kilise hayır etkinliklerinde hizmet ederek ve dostlarının ve ailesinin düzinelerce düğün ve cenazelerine tanıklık ederek büyümüş birisi, tanrının elektron kütlesinin değeri için en iyi açıklama olup olmadığı ile ilgilenmeyebilir. Tanrı fikrinin, bilimsel hipotez işlevinden ayrı olarak başka işlevleri vardır.
Yine de, doğal dünyayı açıklamada tanrının geleneksel, ve öne sürülebilir nitelikte temellendirici, bir rolü olduğu kesindir. Diğer başka dini pratikler hakkında nasıl düşündüğümüz, etrafımızdaki dünya algımızın tanrıya inanmak için sebep verip vermediğine bağlıdır. Empirik bir fenomene açıklama temin etmeye çalıştığı için tanrı hipotezi de her hangi bir bilimsel teori ele alındığı gibi ele alınmalıdır.
Bilimin şu anki ilerlemesi gibi geliştiği ama henüz kimsenin tanrı hakkında düşüncesi olmadığı hipotetik bir dünya hayal edin. Tanrıyı çeşitli kozmolojik bulmacalara çözüm olarak öneren bir düşünürün bu dünyada hevesle karşılanması pek muhtemel görünmemekte. Tüm şartlar eşit olmakla birlikte, bilim, teorilerin dakik, ön-görücü ve mümkün olan en az miktarda teorik aşım gerektiren minimal yapıda olmasını tercih eder. Tanrı hipotezi bu beklentilerin hiç birisini karşılamamakta. Aslında, gerçek dünyamızda, bilimsel tartışmalarda tanrı [fikri] asla araya katılmaz. Büyük fizik dergilerinin veya fizik departmanlarının seminerlerin ve konferanslarının “içindekiler” kısmının yüzeyini ovabilirsiniz dünyanın çalışma şekline doğaüstü bir müdahaleye dair çaresiz arayış için.
İlk bakışta tanrı hipotezi basit ve dakik görünür – mutlak kadir, mutlak bilge ve mutlak iyi bir varlık. (Başka da tanımlar var ama onlar genelde daha kısa kapsamlı.) [Tanrı fikrindeki] bariz olan basitlik aslında, yanıltıcı. Saf natüralistik modele kıyasla, zaten varlığını sürdürmekte olan ontolojiye yeni bir eleman katmamaktayız (yeni bir alan veya parçacık gibi) veya hatta bir ontolojiyi benzer bir karmaşıklık düzeyinde daha etkili bir ontolojiyle değiştirmemekteyiz (genel göreliliğin Newton uzayzamanının yerini alması gibi veya kuantum mekaniğinin klasik mekaniğin yerini alması gibi). Gözlemlenebilir evrene ilişkisi net olmayan tamamen yeni bir metafizik kategori eklemekteyiz. Bu [durum], tanrı fikrini bilimsel teori olmaktan otomatik bir şekilde men etmemekte ama bu şuna işaret ediyor ki tüm şartlar eşit iken basitlik temel alınarak natüralistik model tercih edilir [tanrı fikrine].
Tanrıyıi evrenin ilerleyişine dair bilimsel açıdan etkin bir açıklama olarak araya katmak ile tanrıyı sadece basit bir soyut prensip değil şahıs olarak tasavvur eden dinlerin varsayımı arasında kaçınılmaz bir gerginlik vardır. Tanrının şahıslığı esaslı öngörülemezlik ve tercih yapma özgürlüğü ile karakterize edilir. Bu özellikler, bir insanın bilimsel teoride aradığı nitelikler değildir. Aksine, başarılı [bilimsel] teoriler açık temeller ve net [(muğlak olmayan)] sonuçlar ile karakterize edilir. Tanrının dünyayı oluşturma rolünü birkaç basit prensibe indirebiliriz (mesela, “tanrı, evreni nihayetinde insanların ortaya çıkması ile tutatlı olan mümkün olan en basit şekilde inşa ediyor”). Ama [bundan] geriye kalan, tanrı diye ikrar edilebilir mi?
Benzer şekilde, tanrı hipotezinin bariz dakikliği, realitenin dağınık işleyişi ile bağdaştırmaya gelince buharlaşıyor. Kabaca özetlemek gerekirse, tanrı [hipotezi], temel fiziğin diğer teorilerinin aksine denklemkler ile betimlenmez. Devamında, öngörüde [(tahminde)] bulunmak zor veya imkansız. Bunun yerine, birileri zaten keşfedilmiş olana bakıyor ve tanrının öyle yapmış olacağı fikrini benimsiyor. Teistik evrimler tanrının Dünyada hayat oluşturmak için doğal seçilimi kullandığını öne sürer; ama Darwin öncesi dini düşünürler o tür bir mekanizmanın tanrının tercihi olacağını tahmin etmekten aciz idiler.
Kuantum kozmolojisi, çokluevren ve antropik ilke gibi günümüzdeki kozmolojik sorulara hırslı yaklaşım henüz olgun bir bilimsel teoriye geliştirilebilmiş değildir. Ama bu şemaların savunurları kendi fikirlerini baz alan işlevli test edilebilir öngörüler üretmek için çok çalışıyorlar: kozmolojik tedirginliklerin genliği[29], kozmik mikrodalga arkafonunda çarpışmakta olan cep evrenlerin sinyalleri[30] ve Higgs bozonu ve diğer parçacıklar[31] için [çalışmaktalar]. Tanrı hipotezi için, [araştırmaya] nereden başlanılacağı belirsizdir. Tanrı niye geniş bir kütle yelpazesi olan basit parçacıkların üç jenerasyonunu tercih ederdi? Zayıf skala ve Plank skalası arasındaki hiyerarşiyi stabilize etmek için tanrı süper-simetriyi mi kullanırdı veya güçlü dinamikleri mi ya da onu öylece manuel mi ayarlardı? Tanrının favori karanlık madde parçacığı ne olurdu?
Doğal teolojinin çok ötesine ulaşan saygıdeğer bir problem vardır. Gözlemlediğimiz dünya, sayısız yolda doğanın umursamaz yasalarının disteleolojik setinden oluşan modelde olacak beklentilerimize daha çok benzemekte bizim iyiliğimizi düşünen üstün bir güç modelinde olacak beklentilerimize kıyasla. Başka bir düşünce deneyi olarak, kötülüğün olmadığı hipotetik bir dünya hayal edin, insanlar çeşitsiz olarak iyiler, daha az sayıda doğal felaketler cereyan etmekte ve erdemlilik her zaman ödüllendirilmekte. O dünyanın sakinleri bu özellikleri tanrının varlığına karşı bir delil olarak değerlendirir miydi? Değilse, aksi durumları niye öyle bir delil olarak düşünmüyoruz?
Son beş yüz yılda, bilimin ilerlemesi tanrının dünyadaki rolünü azaltacak yönde oldu. Objelerin hareketini sürdürmek için veya kompleks canlılar geliştirmek için veya evrenin var olmasını açıklamak için tanrı şart değil. Belki de, bilimsel devrimdeki en büyük zafer metodoloji diyarında gerçekleşti. Kontrol grupları, çifte-kör deneyleri, dakik ve test edilebilir öngörüler konusundaki ısrar – insanların eğilimli olduğu olmayan şeyleri görmeye karşı korunmak için uygun teknikler. Evren için bir kontrol grubu yok ama evreni açıklama girişimlerimizde benzer seviye titizliği amaç edinmeliyiz. Kozmologlar evrenin kökeni hakkında başarılı bir bilimsel anlayış geliştirdiğinde tanrının rol alacağı bir boşluk kalmadığı resimle baş başa kalırız – eğer bir rolü varsa (örneğin, kuantum-mekanik geçişler üzerindeki ince etkiler yoluyla veya evrimin gidişatıyla), [o rol] sadece olmazsa olmaz olmayan ve algılanamaz şekildedir. Tamamen natüralistik olan bir kozmoloji anlayışının yakın olduğundan emin olamayız ama bundan şüphe etmek için de neden yok. İki bin yıl önce tanrıyı doğal bir fenomen için açıklama olarak araya katmak tamamen rasyonel idi; şimdi ise çok daha iyisini yapabiliriz.
Bunların hiç birisi tanrının yok olduğuna “ispat” olmaya tekabül etmez elbette. O tür bir ispata yakın değiliz; bilim, bir şeyleri ispatlama işinde değildir. Onun yerine, bilim, karşıt modellerin işlevliğini o modellerin basitliği, netliği ve [eldeki] veriye denk gelmesi üzerinden yargılar. Başarısız teoriler asla aksi ispatlanmış değildir fenomeni kurtarmak için her zaman ayrıntılı şemalar hazırlayabileceğimiz için; daha iyi teoriler kabul görünce onlar [(başarısız)] teoriler öyle kaybolup gider. Doğal dünyayı tanrıya başvurarak açıklamaya çalışmak, bilimsel standartlar altında, çok başarılı bir teori değildir. Biz insanların, inanılmaz derecede sınırlı uzay bölgemizde, son derece kısa bir süre içinde doğal dünyanın nasıl işlediğini bu kadar çok anlayabilmiş olmamız, insan ruhunun zaferidir, hepimizin haklı olarak gurur duyabileceği bir zaferdir.
KAYNAKÇA:
[1] Van Wolde has recently claimed that the Hebrew word bara in this text should be translated as “separate” rather than “create.” Her argument is controversial within Biblical studies. Regardless of the original meaning of Genesis, I will proceed under the assumption that creating the universe is one of those things that God is supposed to do. E. Van Wolde (2009), Reframing Biblical Studies: When Language and Text Meet Culture, Cognition, and Context (Winona Lake, Indiana: Eisenbrauns).
[2] See also S.M. Carroll (2005), “Why (Almost All) Cosmologists Are Atheists,” Faith and Philosophy 22, p. 622. For a different view, see D. Page (2008), “Does God So Love the Multiverse?” http://arxiv.org/abs/0801.0246.
[3] For a recent determination of the cosmological parameters, see E. Komatsu et al. (2011), Astrophysical Journal Supplement 192, 18.
[4] A.G. Riess et al. (1998), Astronomical Journal 116, 1009; S. Perlmutter et al. (1999), Astrophysical Journal 517, 565.
[5] J.B. Hartle and S.W. Hawking (1983), Physical Review D 28, 2960; A. Vilenkin (1984), Physical Review D 30, 509.
[6] S.W. Hawking (1988), A Brief History of Time (New York: Bantam), p. 156.
[7] M. Gasperini and G. Veneziano (1993), Astroparticle Physics 1, 317; M. Bojowald (2001), Physical Review Letters 86, 5227; J. Khoury et al. (2001), Physical Review D 64, 123522.
[8] P.J. Steinhardt and N. Turok (2002), Physical Review D 65, 126003; R. Penrose (2011), Cycles of Time: An Extraordinary New View of the Universe (New York: Knopf).
[9] E. Farhi, A.H. Guth, and J. Guven (1990), Nuclear Physics B339, 417; W. Fischler, D. Morgan, and J. Polchinski (1990), Physical Review D 42, 4042; S.M. Carroll and J. Chen (2004), hep-th/0410270.
[10] Quoted in Simon Singh (2005), Big Bang: The Origin of the Universe (New York: HarperCollins), p. 360.
[11] G. Lemaitre (1958), “The Primeval Atom Hypothesis and the Problem of the Clusters of Galaxies,” in La Structure et l’Evolution de l’Univers, ed. R. Stoops (Brussels: Coudenberg), p, 1.
[12] Rees, M. (1999), Just Six Numbers: The Deep Forces that Shape the Universe. (New York: Basic Books).
[13] S.M. Carroll (2001), Living Reviews in Relativity 4, 1.
[14] C.J. Hogan (2000), Reviews of Modern Physics 72, 1149; R. Collins (2003), “The Evidence for Fine-tuning.” In God and Design: The Teleological Argument and Modern Science, Neil Manson (ed.), Routledge.
[15] F.C. Adams (2008), Journal of Cosmology and Astroparticle Physics 2008, 010.
[16] R. Swinburne (1990), “Argument from the Fine-Tuning of the Universe,” in Leslie (ed.), Physical Cosmology and Philosophy (Macmillan), 154-173.
[17] It’s not obvious that this line reasoning is valid. One could certainly imagine taking the position that our existence offers exactly zero information about the probability of any cosmological scenario, because if we didn’t exist we wouldn’t be here debating the alternatives. But for the moment we are playing along.
[18] A.H. Guth (1998), The Inflationary Universe: The Quest for a New Theory of Cosmic Origins (New York: Basic Books).
[19] A. Vilenkin (2007), Many Worlds in One: The Search for Other Universes (New York: Hill and Wang); L. Susskind (2006), The Cosmic Landscape: String Theory and the Illusion of Intelligent Design (New York: Back Bay Books); B. Greene (2011), The Hidden Reality: Parallel Universes and the Deep Laws of the Cosmos (New York: Knopf).
[20] R. Swinburne (1996), Is There a God? (Oxford: Oxford University Press), p. 68.
[21] S. Weinberg (1987), Physical Review Letters 59, 2607.
[22] R. Penrose (1989), The Emperor’s New Mind: Concerning Computers, Minds, and the Laws of Physics (Oxford: Oxford University Press).
[23] S.M. Carroll (2010), From Eternity to Here: The Quest for the Ultimate Theory of Time (New York: Dutton).
[24] Given laws of motion, the space of histories of the universe is isomorphic to the space of states at some fixed time. The entropy is the logarithm of the number of macroscopically similar states. The fact that we can imagine much higher-entropy configurations of the universe today without disturbing the Earth (e.g., by putting the rest of the universe into black holes) demonstrates that histories like ours are an incredibly tiny fraction of histories that give rise to something like our current Earth.
[25] T. Eagleton (2006), The London Review of Books 28, 32.
[26] J. Polkinghorne (1994), The Faith of a Physicist (Minneapolis: Fortress Press), p. 73.
[27] R. Swinburne (1996), Is There a God? (Oxford: Oxford University Press), p. 49.
[28] W.L. Craig (1979), The Kalam Cosmological Argument, Library of Philosophy and Religion (London: Macmillan).
[29] J.B. Hartle, S.W. Hawking, and T. Hertog (2008), Physical Review D 77, 123537.
[30] A. Aguirre and M.C. Johnson (2009), “A Status Report on the Observability of Cosmic Bubble Collisions,” http://arxiv.org/abs/0908.4105.
[31] B. Feldstein, L.J. Hall, and T. Watari (2006), Physical Review D 74, 095011.
Metnin çevirisi üzerinden tekrar geçmekte fayda var. Devrik cümlelerin azaltılması lazım. Kaynakça kısmında da çevrilebilecek bir kaç dipnot var.