Editör Önsözü:
Okuyacağınız makale Marx tarafınca ve Marx sonrası ortaya konulan klasik emek-değer teorisini takip eden ve onu belli bağlamlarda geliştiren ve ivmelendiren teorisyenlerin görüşlerine ithafen yazılmıştır.
Makale süresince ele alınan sömürü konsepti Karl Marxın meşhur eseri Das Kapital’in 1.cildindeki sömürü tanımını merkezine almaktadır. Öte yandan bu makale salt ortodoks marksist sömürü konseptine dayanmamaktadır.
Makale Marxtan sonra geliştirilen marksist emek-değer tanımının ve bu tanıma farklı bağlamlarda yaklaşan bir çok teorisyenin fikirlerini de kapsaması açısından oldukça faydalı.
Bu kısa makaleyle beraber daha bütüncül bir perspektif kazanma adına Stanford Felsefe Ansiklopedisinden tercüme ettiğimiz ve dergimizin sitesinde yayınladığımız “sosyalizm” ve “sömürü” maddelerini okumanızı tavsiye eder, keyifli okumalar dileriz!
Yazar: Onur Göksel Yokuş
Editör: Hasan Ayer
Marxist Sömürü Anlayışı ve Eleştirileri
Şuan akademi içerisinde olmasa bile insanların genel kanaati kapsamında en etkili sömürü anlayışı sanıyorum ki Marx’ın görüşüdür. Bu durumun genel kabul edilebilirliğini hem insanların geniş kapsamlı sistem ve kapitalizm eleştirilerinde hem de ekonomi alanı dışındaki insani bilimler fakültesi gibi, daha çok sosyal bilimlerle ilgili bölümlerde bulabiliriz. Dolayısıyla haksızlık düşüncesinin şekillendiği ana kaynaktayız. İnsanların genel olarak hayatlarındaki haksızlıkların nedeni olarak gördüğü sistemin, onlarca en etkili eleştirisi Marx tarafından yapıldığından, O’nun sömürü dediği şeyle ne kast edildiğinin ortaya konması aynı zamanda insanların karşılaştıkları genel haksızlıklar silsilesi ile kafalarındaki sistemin eşleşip eşleşmediğini görmeleri anlamında önem arz ediyor.
Marx’ın sömürüye olan yaklaşımına geçmeden önce sömürünün nasıl tanımlanabileceği üzerinde durmak ve buradan Marx’ın ve kendinden sonraki takipçilerinin nasıl bir perspektif edindiğine veya hangi noktadan bakma meğlinde olduğuna geçmek daha sağlıklı bir yaklaşım olabilir.
Sömürü bir kişi veya grubun yine bir kişi ve grup karşısında haksız kazanç elde etmesidir. Bu en genel tanımlamasıyla sömürüyü pek çok yere uygulayabiliriz, bir basketbolcunun kendi ağırlığını ve boyunu kullanarak karşısındaki rakibini pota altına kadar sürmesi ve sonucunda takımına sayı kazandırması bu tanıma uyacaktır. Ama burada sömürünün ilk tanımına uysa bile ardıl tanımlanmasına uymayan bir durum söz konusudur. Eğer bir basketbol oyuncusunun yaptığı gibi, bir iş, özgür irade ile seçilmiş ve herhangi bir zorlamada bulunulmaz ise haksızlık yaratmayan bir durum olacaktır. Çünkü işi bile isteye seçen kişi, işin getirdiği dolaylı tüm olasılıkları kabul etmiş olur. Bu olasılıklar tabii ki işin tanımı gereği olan durumları kapsar. Mesela basketbol oyuncusunda olduğu gibi, oyuncunun görevi takımı için her türlü katkıyı sağlamaktır ve bu katkılara takımın sayı yemesinin engellenmesi de dahil olacaktır. Bir iş yerinde, iş yerinin şartlarını kabul ettiği için iş ortamında oluşabilecek bir taciz gibi olumsallıklar bu alana girmez.
Bu haksızlıkları iki genel kategoriye ayırırsak Marxistlerin izlediği çizgiyi daha net gösterebiliriz. Haksız kazanç elde edilmesi ibaresini belirledikten sonra bu ibarenin sistemin genel işleyişine içkin olduğu haliyle ve sistem içerisinde, sistemin bu durumlara izin verebilir yapıların olması veya sistemin haksız kazanç durumlarına karşı yeterli savunma yaratamayacak işleyişte olması durumlarını ekleyebiliriz. Bir diğeri insanların kendi aralarındaki ilişkilerden doğan sömürü yapısıdır ve önceki cümlenin ikinci kısmına tamamen bağlı olup olmadığı tartışılabilir. Marx, işverenin işçi üzerindeki sömürüsünü sistemsel olarak almıştır. Dolayısıyla Marx’ın olumsal bir sömürü anlayışına karşı olmadığını belirtmek gerekir. İlk ayrımdan sonra eklenebilecek diğer ayrım ise, Marx’ın sömürü anlayışının bağlı olduğu koldur. Bu ayrım, sistemsel bir sömürünün gerçekleşebilmesi için gerekli iki pratik şart olan mülkiyet ve sistem işleyişini kapsar. Sömürünün olduğu bir sistemde sömürünün ana kaynağı mülkiyetin (özel, kamu veya askeri mülk olsun) yanlış tanımlanması olabilir ve bu durumda farz-ı misal özel mülkiyet gerekçelendirilmemiş bir mülkiyet kavramı olarak karşımıza çıkarsa bu durumda ortaya çıkan gelir dağılımı sömürünün ana kaynağı diyebiliriz. Sistemin işleyişinde ise zorunlu olarak mülkiyette bir tanımlama, gerekçelendirme sıkıntısı bulmamız gerekmez. Sistemin işleyişini mülkiyet çeşitlerinden herhangi birisi iyi gerekçelendirilmiş olmasına karşın haksızlıklar meydana çıkartabilir. Marx’ın sömürü anlayışı da tam olarak bu çizgiye endekslidir diyebiliriz.
Marx’ın kendisi özel mülkiyete karşı olsa bile burada karşıtlığının ana kaynağını özel mülkiyet sonucu üretim araçlarının bireylerin elinde toplanması ve işçilerin sadece üretim araçlarını ellerinde bulunduran kişiler adına çalışabilecek olması yatıyor. Özel mülkiyet üretim araçlarının herkesin ortak kullanımına kapalı hale gelmesinde ana etken olsa bile esas sömürü, Marx için, işçinin emeğinin bir kısmını ücretsiz olarak işverene vermesinden kaynaklanıyor. İşçinin emeğinin ücretsiz kalan karşılığı ise kapitalist sistemin işleyişinin zorunlu bir nüvesi. Eğer işçi, verdiği emeğin karşılığını tamamiyle alırsa işveren her üretim başına, üretilen metaya denk düşen harcama kadarını kazanabiliyor, yani kar elde edemiyor. Kapital’in Birinci cildinde sömürünün nasıl gerçekleştiğinin krokisi budur dersek yanılmış olmayız. Şimdi bu krokiyi Kapital’den alıntılar yaparak detaylandıralım.
‘’…Yani, buğdayın bir değil, çok sayıda mübadele değeri vardır. Fakat, hem x kadar kundura boyası, hem y kadar ipek, hem de z kadar altın vb. birbirlerinin yerini alabilen ya da eşit büyüklükteki mübadele değerleri olmak zorundadır. Buradan çıkan ilk sonuç şudur: Aynı metanın geçerli mübadele değerleri, eşit bir şeyi ifade eder. Ama ikincisi: Mübadele değeri, ancak, kendisinden ayırt edilebilecek bir içeriğin ifade tarzı, ‘görünüm biçimi’ olabilir.’’
Alıntıda geçen mübadele değeri, Marx’ın kullandığı üç başat değer tanımlamasından birisidir ve işçilerin emekleriyle ürettikleri bütün ürünlerin kendi aralarındaki eşitlik oranlarını kapsar. Diğer ikisi emek değer ve kullanım değeridir ki isimlerinden de belli olacağı üzere emek değer bir ürün veya metaya harcanan emek değeri iken kullanım değeri de metanın kullanım amacını içerir. Yukarıdaki alıntının devamı şu şekildedir:
‘’Örneğin buğday ve demir gibi iki metayı alalım. Bunlar arasındaki mübadele oranı ne olursa olsun, bu oran, her zaman, belli bir miktarda buğdayı belli bir miktarda demire eşitleyen bir denklem ile gösterilebilir; söz gelişi, bir quarter buğday = a ton demir. Bu denklemin anlamı nedir? Bunun anlamı, iki farklı şeyde, hem 1 quarter buğdayda hem de a ton demirde, aynı büyüklükteki ortak bir şeyin olduğudur. Demek ki, bu iki şey, kendisi bu iki şeyden ne biri ne diğeri olan, bir üçüncü şeye eşittir. Mübadele değerleri oldukları ölçüde, her ikisi de, bu üçüncüsüne indirgenebilir olmak zorundadır.’’ (1)
Bu alıntıda Marx’ın kurduğu denklem aslında felsefe tarihindeki ilk problemlerden birisi olan tümellerin mantığında gelişmektedir. Farklı kırmızı renklerini kırmızı kavramına eşitleyen şey nedir? Bütün ayrı kırmızı renkleri kendilerine has tonlara sahip olmasına karşın hepsinde kırmızılık diyebileceğimiz veya tüm bu tonları kırmızı dediğimiz o şeye indirgeyen bir başka şey vardır. Marx da aynı mantıkla, değerleri hem parasal hem takas yoluyla kıyaslanabilecek (2) ve kıyaslanabilir olduğu için de farklı niceliklerde eşit hale gelebilecek metaların neyde eşitlendiğini sormaktadır. Marx bu sorunun cevabını, yukarıda daha önce dediğimiz emek değerde bulur (3). Emek değer kullanım değeri ile karşılaştırıldığında daha temel gözükür ve hem ayrı nicelikte hem de ayrı nitelikte olan metaların eşitlenmesi kullanım değeri açısından sorunludur. Mesela bir kalemin niteliği ile bir telefonun nitelikleri yani kullanım alanları birbirlerinden çok farklıdır. Dolayısıyla bir denklemde birbirlerine nitelikleri kapsamında eşleştirme yapmak olanaksız gözükmektedir. Bu olanaksızlık ile Marx aynı zamanda denklemin değerini belirlemek isteyen piyasaya bağlı teorileri de bastırmış olur. Bu durumda emek değer, 1 adet kitap ile beş adet kalemin niye birbirlerine bu oranlarda ve farklı niteliklerde olmalarına rağmen eşit olmalarını açıklar. Kitabın basılması için gereken emek süresi ile kalemin yapılması için gerekli emek süreleri aralarında beşe bir oranına sahiptirler. Bir kitabı basmaya ayrılan emek, bir kalemi yapmak için ayrılan emeğin beş katıdır. Dolayısıyla iki ayrı nitelikte olan (birisi yazma diğeri ise okunma niteliklerini içeren) metaların farklı niceliklerde eşitlenmesi bu sayede gerçekleşmiş olur. Burada önem gösterilmesi gereken yerlerden birisi emek zaman kavramının rastgele kullanılmaz oluşudur. Eğer kitabı basan işçi kitap basım işi için gereken ortalama süreyi aşacak olursa bu süre emek değerde belirleyici sayılmaz (4). Kitabın hala ne kadar sürede basılabildiği bellidir, dolayısıyla süre eklense bile bir kitap = altı kalem olmayacaktır. Emek değerlerin karşılaştırılması, bütün metalarda olabilecek en kolay üretim izlendiği için en kısa sürede gerçekleşecek üretimleri baz alır.
Şuana kadar metaların kendi aralarında nasıl değer biçildiğini görmüş olduk. Bu kıyaslama sürece unutulmamalıdır ki paraya da aktarılır. Bir kitap = on lira ise, bir kalem = iki lira olacaktır. Yukarıda da denildiği gibi metalar hem kendi aralarında hem de para karşısında tekrardan eşitlenebilirler. Ama konumuz şuan bu eşitlemenin nasıl gerçekleştiğinden çok daha farklı. Şuana kadar gelişen emeğin metaların fiyatında belirleyici olması Ortodoks Marxistlerin ve Marx’ın kendisinin de sömürünün ana kaynağı olarak gördükleri şeydir. Kitap örneğinden gidelim. Kitabın basımı için gerekli materyaller kitap kapağı, kağıtlar ve mürekkeptir. Bu materyaller dışarıdan alınıp getirildiklerinde, emek değer açısından onlar için gerekli ücret zaten verilmiş olur. Çünkü fiyatlarını belirleyen şey o ürünlerin kendisine verilen emeğin kendisidir şeklinde denklemi kurmuştuk. İkinci adımda ise bu materyallerin birleştirilmesi yani işçi emeğinin dahil olduğu süreç devreye girer. İşverenin kar ettiği yer de tam olarak burasıdır. Çünkü fiyatları belli olan ürünlerin ücreti verilip alındıktan sonra işveren onları istenilen metaya dönüştürecek işçinin emeğine karşılık düşen meblağın bir kısmına el koyar. El koymadığı durumda, en baştan alırsak, metaların fiyatını belirleyen şey onlara verilen emek ise gerekli malzemelerin belli olan fiyatı ödendikten ve işçiye de verdiği belli emek karşılığı verilmesi gereken belli ücret ödendikten sonra işverenin kar edeceği bir yer kalmaz. Dolayısıyla işçinin iş gününün kendisine ve işverenine çalıştığı iki ayrı kısma bölünmesi gereklidir. Marx için sömürü tam olarak bu esnada gerçekleşir. Sömürünün devamı olarak işçinin kendi emeğine yabancılaşması ve toplumsal çatışmalar gelecektir.
Bu denklem belli açılardan makul gözükse bile ciddi kavramsal ve pratik boşlukları var. Şimdi bunlara geçelim.
İlk olarak Marx’ın artı-değer veya artık değer olarak tanımladığı, işvereni zengin eden sürecin sonucunun teorik olarak sosyalist sistemden farklı olmayışı. Bu denklemi öğrenen birisinin ilk soracağı soru; sosyalist üretim tarzında yine kar etmesi gereken bir şeyin olup olmayacağıdır. Sonuçta kar eden fabrika, işverene kar ettirmese bile kar ettirdiği, var olmasının nedeni olan bir sebebe bağlı olmak zorundadır. Ve bu sebep yine işçinin kendisine yabancılaşmasına sebep olacak ve bu da sistem farklı olmasına rağmen iç çatışmaları yine doğuracaktır denebilir. Devletin üretilen ürünlerden dolaylı veya doğrudan kar etmesi gereklidir.
Bu cevaba itiraz olarak işçilerin kendilerine ayırmadıkları emek sürecini yine dolaylı yoldan kendileri için kullandıkları söylenebilir. Sonuçta kar etmesi gereken yerel veya genel yönetim işçinin kendisi için çalışmadığı sürede ürettiklerini yine onun için kullanacaktır. Bu doğru bir cevap olur. Tek sıkıntı ise işçinin işverene kar ettirdiği süreçte de işverenin aldığı paraları harcaması ve görünmez el mantığı ile genel ekonomik durumu iyileştirmesidir. Yani temelde arada bir fark yok gibi gözükmektedir. Sadece hizmetlerin doğrudan ve dolaylı iyileştirilmesi söz konusudur ki eğer birisinde iç çatışma hizmetten, yani emeğin emek üreticisine dönmesinden kaynaklı ortadan kayboluyor diyebilirsek aynısı diğer sistem için de geçerlidir diyebiliriz.
Bir diğer eleştiri üretim şekillerinin çok fazla sayıda olmasıdır. Özellikle Marx zamanında belirli ürünlerin üretim şekilleri sınırlı sayıda olduğu için, emek değer teorisi metaların fiyatını belirliyormuş gibi düşünmek kolay olacaktır. Ama şuan birçok farklı firmanın farklı teknikler ile ürettiği ürünlerin kıyasını, Marx’ın dediği toplumsal olarak belirlenmiş emek zamanda nasıl sabitleyebiliriz? Burada verilebilecek farklı cevaplar olabilir, ilki belirli metaların zaman içerisinde ortak (en olanaklı ve kolay) üretim şeklinde buluşması sonucu bütün metaların kaçınılmaz olarak ortak şekilde üretilmesi gerekir cevabıdır. Bu cevap için direkt gözlem yapmamız gereklidir ve gözlem bize durumun tam olarak böyle işlemediğini söyler. Ek bir itiraz olarak genel araba lastiği üretimi yapan firmaların tamamını almamamız söylenebilir, çünkü yukarıda yapılan kıyaslama genel olarak bütün araba lastiklerinin içerilmesini ima etmektedir. Bütün araba lastiklerini almak yerine hepsini kendi üretim koşullarına yani emek zamanlarına göre ayrı ayrı değerlendiremez miyiz? Bunun cevabı, eğer tutarlılığı korumak istiyorsak hayır olmalıdır. Sebebi ise Kapital’de geçen emek sürelerinin kıyaslanabilir olma durumunun sadece emek sarfetme durumlarının toplum içerisinde genel bilinirliği olduğu ölçüde geçerli olmasıdır. Toplum belirli metaların ne kadar sürelerde üretilebilir olduğunu bildiği zaman bu kıyaslamalar toplumca bilinir. Bu bilgi problemi daha sonra bahsedeceğimiz bir problemi de doğurmakta, ama biz şimdi tartışma çizgisine bağlı kalalım.
Son eleştiriden kurtulmak isteyen kişi, ürünlerin genel emek zamanı ortalamasını alabileceğimizi söyleyebilir. Ama bu durum da bir alt düzey sömürü ilişkisi yaratır. Üretim zamanı, ortalamanın üstünde olan firma, ortalama 1 kitap = beş kalem ise, işçilerin dışında işverenin kendisi zarara üretim yapmış olur. Maddi durumunu telafi etme adına durumu orta nokta olan üretim çizgisine getirecektir, ama getirdiği ölçüde kendisinin bağlı bulunduğu ortalama gerileyecektir. Tüm firmaların bir anda ortak bir üretim şekline geçmesi gerekir. Ki bu da saçmadır. Daha olanaksız olan durum ise, daha en başında firmaların ortak emek zamanını belirlenebileceğini düşünmek olur. Böyle bir süreç nasıl gerçekleşebilir ki?
Marxist sömürü eleştirisinin en büyük açığı ise emek değerin denklemin zorunlu eşitleyeni olmadığıdır. Tarihsel olarak, belirli toplumların emek değeri eşitleyici olarak kullandıkları bulunabilir. Ama bu sadece o topluma ilişkin kalacaktır. Zorunlu olmadığı sürece ürünlerin fiyatlandırılması ortak kanaate göre yapılabilir, ortak ilgi ve talep ürün piyasaya çıkmadan önce de o ürünün fiyatını belirlememizi sağlar, Marx’ın kurduğu denklemde iki ayrı metanın farklı niteliklerde ve nicelikte olmasına karşın eşitlenebiliyor oluşundan, bir eşitleyen olduğu sonucu çıkar. Ama sadece o kadar. Eşitleyen şeyin emek değer veya genel, belirlenmiş talepler olup olmayacağı tamamen olumsaldır.
Bütün bu eleştiriler sonucunda Marx’çı anlamda sömürünün ciddi sıkıntıları olduğunu söyleyebiliriz. İlk eleştiride olduğu gibi, eğer keyfi eşitleyiciyi emek değer olarak seçen bir toplum varsa, burada bile sosyalist alternatife kıyasla sonuç değişmeyecektir. Ki ürünlerin fiyatını emeği fiyatlandırmada önemli/etken gören toplumlar dışında ürünün fiyatının sadece emek tarafından belirlendiği iddiasında olan bir toplum tarihi kayıtlarda yoktur.
Kaynakça
1) Marx, K. Das Kapital, Yordam Kitap, 2011, ISBN-978-605-5541-33-0, Sayfa 51, ilk iki paragraf
2) Marx, K. Das Kapital, Yordam Kitap, 2011, ISBN-978-605-5541-33-0, Sayfa 105, İkinci paragraf
3) Marx, K. Das Kapital, Yordam Kitap, 2011, ISBN-978-605-5541-33-0, Sayfa 52, dördüncü paragraf
4) Marx, K. Das Kapital, Yordam Kitap, 2011, ISBN-978-605-5541-33-0,Sayfa 52, beşinci paragraf
Emeğe sabit bir değer biçmek zor (TL/saat gibi). Bunu yapabilmek için kişilerin beyin farklılıklarının ve uzmanlaştıkları alanların göz ardı edilmesi gerekir.
Onun yerine emeğin barındırdığı risk ve sorumluluğa göre çarpanlar uygulanabilir. Örneğin tekrar eden el işleri içeren ve yoğun eğitim/ustalık gerektirmeyen bir emeğin karşılığı 1 para ise, daha riskli ve yoğun eğitim gerektiren bir emeğin karşılığı 10 para olabilir.
Ayrıca bir fabrikada üretilen ürününü bedeli = fabrikanın kurulum gideri + tüm çalışanların emeği + girdi malzeme fiyatları + girişimcilik risk primi + fabrikanın idame giderleri + ürünün toplumda yarattığı katma değer olarak düşünülebilir.
Bu tip hesaplamalara girişmek zor. Serbest piyasada çalışanların emeği arz/talep dengesine göre otomatik olarak işçi ile işveren arasında pazarlık ediliyor. Girişimcilik risk primi ise serbest piyasada aslında fabrika sahibinin risk primi. Marx emek ile ürün fiyatı arasındaki farkı işçilerden çalınmış zannediyor ancak o aradaki fark aslında girişimcinin aldığı riskin ve girişimcilik emeğinin karşılığı.
Zira, her insanda girişimci zeka ve ruh bulunmuyor, bu da kendi başına bir kabiliyet ve emek türü. Bu emeğin yadsınması inovasyonu zedeliyor. Girişimci ruhlu insanlar piyasadaki ihtiyaçları hissedip kar etmek güdüsüyle ona cevap verecek ürünler yaratıyor. Bunu yaparken de iflas etme riski alıyor. Ürünün toplamda yarattığı katma değer (utility) ise serbest piyasada tüketicinin ürüne talebi tarafından belirleniyor.
Girişimcilik emeğinin ve ürünün katma değerinin yadsınması, tüketicinin ihtiyacına tam cevap vermeyen tek düze ürünler yaratılmasına yol açıyor, bu da insan ruhunun ihtiyaçlarına tam cevap vermiyor.
Dolayısıyla Marksizm insan doğasını yadsımış oluyor.