17 Mart 2019’da yayımlanmıştır.
Neden Marx okumalıyız? ~ Matt McManus tarafından kaleme alınmıştır.
Bu metin Matt McManus tarafından totaliter filozofların çalışma ve miraslarını inceleyen denemeler serisinin üçüncü bölümüdür.
Neden Marx Okumalıyız?
Ola ki Platon (Eflatun), ‘yüce’ bir entelektüel mirasla yetinmek zorunda kalmak yerine, fikirlerini dünyayı pratik yönlerde değiştirmek için kullanmak isteyen bir filozof olsaydı, işte o zaman Marx’ın çalışmalarının oldukça ters bir etkisi olurdu. Gençlik dönemi eseri “Feuerbach Üzerine Tezler’de, Marx “filozoflar şimdiye dek yalnızca dünyayı yorumlamışlardır; önemli olan mesele onu (pratikte) değiştirmektir” diye yazmıştır. Kendisi vefatından sonra doğan etkilerle yetinmek durumunda kalırken, ölümünden sonraki 40 yıldan daha az bir sürede, Ekim Devrimi ile Marxist Bolşevik Partisi Rusya’da iktidarı ele geçirdi ve dünyayı onlarca yıl silip süpüren, ve kasıp kavuran bir dizi Komünist devrim ve darbenin başlangıcına neden oldu. Marksizm fenomeni doruk noktasına ulaştığında, milyarlarca insan, çoğunlukla Marksist fikirlere bağlılık iddiasında bulunan gaddar yönetimlerin altında yaşamını sürdürüyordu.
Her ne kadar mevzu bahis rejimlerin birçoğunun 1989 yılında yıkılmaya başlamış olması, pek çoklarının Marx’ın entelektüel tesirinin ve tabii genel manada etkisinin sona erdiğini varsaymasına yol açmasına rağmen, Marx’ın heyulası asla ortadan kaybolmadı. Ve 2008 Ekonomik Durgunluğu’nu takip eden 10 yıl içinde, kendisinin şöhreti, ismiyle ilişkilendirilmiş acımasızlıklara rağmen, bir çeşit canlanmaya, bir Rönesans’a nail oldu. Gerçekten de, totaliterlik ile ilişkisi yüzünden anakroniktik ve lekelenmiş olan pek çok şeyi bir köşeye atmamız gerekse de, “The Economist” gibi kapitalizm yanlısı girişimler bile, Marx’ın analizlerinden öğrenebileceğimiz pek çok şey olduğunu kabul etmek zorunda kaldılar.
Devam eden kısımda, kendisine karşı olanların dahi dikkatle incelediklerinde, Marx’ın çalışmalarından öğrenebilecekleri oldukça fazla şey olduğunu tartışacağım.
Marx Çevresinde Dönen Tartışmalar
Burjuvazi, gericiliğin/reaksiyonerlerin o kadar hayranlık duyduğu Ortaçağdaki acımasız ve vahşi kaba kuvvet tezahürünün nasıl olup da en miskin bir tembellikle tam bir uyum içinde olduğunu ortaya çıkarmıştır. İnsan faaliyetinin neler yaratabileceğini ilk ortaya koyan burjuvazi olmuştur. Mısır’ın piramitlerinden, Roma’nın su kemerlerinden ve Gotik katedrallerden kat be kat üstün harikalar yaratmıştır burjuvazi; daha önceki bütün tarihsel göçleri ve Haçlı seferlerini gölgede bırakan seferler gerçekleştirmiştir. Burjuvazi üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte bütün toplumsal ilişkileri durmadan devrimcileştirmeksizin var olamaz. Oysa eski üretim tarzının olduğu gibi korunması daha önceki bütün sanayici sınıfların ilk varoluş koşuluydu. Üretimin durmadan alt-üst edilmesi, bütün toplumsal koşulların aralıksız sarsılışı ve bitmek bilmeyen bir belirsizlik ve çalkantı, burjuva dönemini öteki bütün dönemlerden ayırt eder. Bütün kemikleşmiş, donmuş ilişkiler arkaları sıra gelen, eskiden beri saygıdeğer tasavvur ve görüşlerle birlikte silinip gider; yeni oluşanlar ise daha kemikleşmeye fırsat bulamadan eskir. Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey ayaklar altına alınıyor ve insanlar nihayet hayattaki konumlarına, karşılıklı ilişkilerine soğukkanlı bir gözle bakmaya zorlanıyorlar. (Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto, 1848.)
Karl Marx bilhassa hakkında çok fazla şey yazılmış olduğu için analiz etmesi oldukça zor bir düşünürdür; yazılanların büyük bir kısmı şu ya da bu şekilde öyle önyargılıdır ki, olağan tüm yorumlama kaidelerinden beride durmaktadır. Bu kısmen, çalışmalarının doğurduğu iyi, ve de tabii pek çoklarının bildiği üzere habis, muazzam etkiden kaynaklanıyor. Bunların hiçbiri değilse de, bahis konusu etki, hem yazılarının hem de argümanlarının mahşeri gücünün bir kanıtıdır. Rousseau gibi, Marx’da çoğunlukla mükemmel bir yazardı. Çalışmaları ısırıcı sözler, çarpıcı metaforlar (akla çabucak bir vampir olarak sermaye gelir) devrimci bir anlatım tarzı ile doludur. Kaldı ki, Rousseau’dan farklı olarak, Marx’ın düşüncesi bir sistematiklik paradigması halindedir. Marx, esas olarak George Hegel’in idealizminden ve David Ricardo’nun öncülüğünü yaptığı ekonomi-politiğe yönelik mantıksal yaklaşımdan esinlenmiştir; Marx’ın olgunluk dönemi çalışmaları son derecede ayrıntılı ve mimari titizlikte tasarlanmıştır. Beşeri bilimlerle ilgili hemen hemen her konu Marxist sistem içindeki yerini bulur: Tarih, felsefe, sosyoloji (Weber ve Durkheim’la birlikte Marx bu disiplinin kurucu figürlerinden biriydi), ekonomi-politik ve dahası Marxist yöntemdeki yerlerini almışlardır. Bu durum tamamen entelektüel bir bakış açısından bakıldığında oldukça etkileyici görünebilir, fakat böylesi bir sistematik görkemin nasıl ciddi bir zayıflık haline gelebileceği de kolaylıkla anlaşılmaktadır. Bu kadar çok düşünce öğesini tek bir sistematik bütün halinde özümseme girişimi, bu düşünce öğeleri arasındaki önemli ontolojik ayrımların bazı durumlarda kaldırılıp atıldığı izlenimini uyandırabilir; ki bu da Adorno ve Žižek gibi Marksist düşünürlerin bile kabul etmeye hazır ve nazır oldukları bir eleştiridir. Birçokları Marksizm’i, elbette milyonların totaliter rejimlerin postalları altında ölümünün trajik sonuçlarıyla birlikte, müritleri tarafından dünyaya dayatılan bir çeşit doğma olmakla suçlamaktadır, dolayısıyla bu kusur(-luluk)’un pratikte birtakım sonuçları mevcuttur.
Bu suçlama pek çok Marksist’e karşı yöneltilebilir; mamafih Marx’ın bizatihi kendisine uygulandığında ağırlığını –dolayısıyla geçerliliğini– kaybeder. Bu yalnızca Marx’ın yaklaşımının takipçilerinin yaklaşımlarından çok daha incelikli ve nüanslı olmasından kaynaklanamaz; fakat bunun nedeni bu yaklaşımın sıklıkla aynı anda hem ilgi çekici hem de hüsrana uğratıcı şekillerde değişmesi ve evrilmesidir. Erken dönem Marx’ın çalışmaları yoğun bir biçimde Genç Hegelcidir. Kendisinin “Hegel’in Hukuk/Tüze Felsefesinin Eleştirisi” ve “Yahudi Sorunu” eserleri, modern toplumda gerçek özgürlüğü oluşturan şeyin “ne”olduğu konusuyla yakından ilgilidir. Tabii bununla birlikte: Siyasal iktidardaki şiddetli ve keskin eşitsizliklerin bireylerin çoğunun nasıl yönetildikleri konusunda anlamlı ve önemli bir söz sahibi olma kabiliyetlerini önemli ölçüde kısıtladığı sonucuna da varılmıştır. Ve tamda bu mesele, Marx’ın “Yahudi Sorunu”ndaki liberal haklar eleştirisinin kalbinde yatan şeydir; burada Marx’ın odaklandığı ve kaygılandığı nokta, söz edilen liberal hakların çok fazla özgürlük bahşediyor olması değil, fakat yalnızca seçilmiş ve ayrıcalıklı bir azınlığa ‘anlamlı özgürlüğü’ hibe ediyor olmasıdır. Örneğin, ifade özgürlüğü hakkını düşünün. Marx, çalışmalarına karşı toplumu durmaksızın kışkırtan sansürcülerden nefret eden, onlardan tiksinen bir insandı, dolayısıyla kendisi kesinlikle ifade özgürlüğüne karşıt değildi. Mamafih, bu hakkın, seslerini büyük kitlelere duyurma gücü ve kaynakları olan (ayrıcalıklı) bireyler için çok daha fazla şey ifade ettiğini çok iyi biliyordu. Bu açıdan Marx hiç şüphesiz haklıydı, ve söz gelimi Martin Gilens gibi kimseler tarafından yapılan son deneysel çalışmalar Marx’ın ortaya koyduğu üzere zengin ve güçlü bireylerin çıkarlarının siyasi otoriteler tarafından duyulması ve yansıtılması konusunda fakirlere göre çok daha fazla fırsata sahip olduğu iddiasını doğrulamaktadır. Asıl büyük ve ciddi sorun, Marx’ın Althusser’in nitelendirdiği şekli ile hümanist[1] evresinden, Engels’in tarihin “bilimi”[2] olarak tanımladığı şeyi geliştirmeye çalıştığı daha hırslı dönemine geçildiğinde ortaya çıkar. Marx ailesi ile birlikte Londra’da yoksul bir sürgün olarak, Engels’in yardımlarına ve ara sıra da olsa gazeteciliğin sağladığı az buçuk gelire bağlı şekilde yaşarken; söz konusu ‘tarihin bilimi’ projesi (tarihsel materyalizm) 1850’lerde gerçekten hız kazanmıştı. Bu dönem Marx’ın en yaratıcı dönemiydi, ve Grundrisse ve Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı gibi yayınlanmamış eserlerle sonuçlanmıştı.
Bu çabalar, Marx’ın başyapıtı Kapital: Birinci Cilt‘in ilk bölümünün 1867’de yayımlanmasıyla doruğa ulaştı. Bu kitap, Marx’ın düşünce ve felsefesinin bütün farklı kollarını ilk kez tek ve yekpare bir bütün halinde sistematik olarak birleştirir, ve Marx’ın en orijinal fikirlerinin pek çoğunu içerir. Bunların en aydınlatıcı ve iç görü kazandırıcı olanıysa, Marx’ın daha önceki yabancılaşma teorisinin, kendisinin “meta fetişizmi” dediği şeyin tanımına/açıklamasına göre yeniden konumlandırılmasıdır. Ancak bu kitap aynı zamanda, sistemin onulmaz çelişkileri sürekli ve değişmez bir biçimde sistemi kapana kıstırdığında kapitalizmin yerini alması amaçlanan toplum türü konusunda ne yazık ki oldukça belirsiz olan bir kitaptır. Marx’a göre, kapitalizm şimdiye kadar görülen en yüksek ve gelişkin toplumsal örgütlenme biçimini meydana getirmektedir. Lakin aynı zamanda da, kapitalizmin kapitalizm olmaktan vazgeçmeden çözmeyeceği çelişkili iç-dinamiklerle çevrilidir.
Aşağıdaki sadeleştirilmiş senaryoyu bir düşünelim: İşçilerine iş güçleri/emekleri karşılığında mümkün olduğu kadar az ödeme yapmak, birer özgün birey olarak kapitalistlerin çıkarınadır; çünkü bunu yapmak doğrudan doğruya rekabet güçlerini (ve genel olarak rekabeti) arttırır ve daha yüksek bir kar oranıyla sonuçlanabilir. Fakat, rekabeti arttırmak adına, bütün kapitalistlerin (ücretli emeğe) düşük ücretler ödemesinin toplamdaki sonucu, insan kitlesinin (multitude) kapitalist yapı içerisinde üretilen malları/ürünleri satın almak için yeterli paraya sahip ol(a)maması nedeniyle tüketimin azalması durumudur. Bu durum ise, kapitalistlerin insanların satın alabileceğinden çok daha fazla ürün/mal ürettiği ve işin sonunda tıpkı 2008’de yaşadığımız gibi bir durgunluğa yol açan bir aşırı üretim krizine yol açar. Bu koşullar altında Marksistler düşük ücretlerin, insanların Amerika Birleşik Devletleri’ndeki tüm gayrimenkulleri satın alma kabiliyetlerini engellediğini iddia edeceklerdir. Sistem bu durumu, konut değerlerinin artmaya devam edeceği beklentisine karşı bir önem almak adına düşük faizli krediler sunarak telafi etmeye çalıştı. Mamafih, emlak balonunun iyice şişip patlayacağı netleştiğinde, bahsettiğimiz türden geri ödemelerin olasılığı çökmüştü; ve tüm sistem bir süreliğine ıskartaya çıkmıştı.
Bu noktada, büyük resmi tanımlamak amacıyla bu türden bir analizin teknik açıdan tamlığını ve doğruluğunu bir kenara koyacağım. Marx açısından tüm bu çelişkili dinamikler kaçınılmazdı; ve eninde sonunda (uzlaşmaz ve onulmaz çelişkiler) kapitalizmden daha rasyonel bir toplum biçiminin, kapitalizmin yerini almasına yol açacaktı. Yaklaşık 20 yıl daha yaşamasına rağmen, bu yeni toplumun nasıl bir şekil alacağı, Marx tarafından hiçbir zaman detaylandırılmadı. Bu konudaki mülahaza ve görüşleri Gotha Programının Eleştirisi’nde, çeşitli yazışmalarında ve tabii ki Kapital’in ölümünden sonra yayınlanan ciltlerinde yer almaktadır. Ancak bu muhtelif ve parçalı yorumlar, Alman İdeolojisi’ndeki haliyle, komünizm (egemenliği) altında, insanoğlunun bizatihi avcı, balıkçı, ya da filozof olmadan avcılık yapması, balık tutması ve felsefe yapması yoluyla kendi doğasının tüm yönlerini gerçekleştirebileceği yönündeki önceki iddiasının ötesine asla geçememiştir. Daha da kötüsü, Marx kaynakları yeniden dağıtmak ve komünizme geçmeye hazırlık yapan sınıfsız bir toplum yaratmak amacıyla, devletin kontrolünü üstlenecek bir “proletarya diktatörlüğü” kurulması çağrısında bulundu. Mamafih bunun nasıl bir şekil alacağı yine belirsizdi(r).
Yapısal bir teori olarak bu özgüllük eksikliği ve belirsizlik sorunu Marx’ın bir eleştirmen olarak keskin becerilerinin yanında temel sınırlamalarını da gösterir. Marx;’ın kapitalizm eleştirisinden ilham alan birçok figür devrimin ve sonucunda yeni bir toplumun –Marx’tan oldukça farklı biçimlerde– nasıl ortaya çıkacağını değerlendirmeyi kendileri için uygun gördüklerinden, bu durumun çok daha derin sonuçları olmuştur. Bunlardan belki de en bariz olanı, Marksizmin bilimsel tarihi süreçler üzerine daha az ilgili olan ve daha çok bir politik praksis görüşü olarak Leninist yorumdur. Lenin ve diğerleri açısından, Marksizm’in amacı yalnızca dünyayı yorumlamak ve kapitalizmin çelişkili dinamiklerinin kendi kendisini çökertmesini beklemek değil; (bizatihi) dünyayı değiştirmekti. Bu ise, öncü bir partinin devletin kontrolünü ele geçirmesini ve dramatik reformlar başlatmasını gerektirmekteydi.
Teoride Marx, diktatörlüğün “devletin sönümlenmesi”nden hemen önceki geçici bir aşama olacağını öne sürmüştü. Elbete pratikte, Marx adına kurulan hemen hemen her diktatörlük, güç ve iktidardan vazgeçmeye çok az eğilimliydi, ve tabii devlet asla sönümlenmeye geçemedi. Bu mesela konusunda pek çok açıklama yapılmıştır: Marx’ın insan doğasını anlayışındaki kusurlardan, göreli kıtlık sorunlarını[1] ciddiye almamasına kadar… Tabii ki üzerince gereğince durulmuş ve işlenmiş bu meseleyi fazla uzatmayacağım. Bunun yerine metni Marx’ın, bu gün dahi, öğrettiği şeylerin kısa bir analiziyle bitireceğim.
Sonuç: Marx’tan ne öğrenebiliriz?
Marx, içgörüleri alışılmamış yerlerde zuhur eden keskin bir toplumsal analistti. Hatta, muhafazakar ve kapitalizm yanlısı figürler – Max Weber’den Joseph Schumpeter’a kadar– dahi özellikle önem arzeden bir çok noktada Marx’ın analizinin doğruluğunu gönülsüzce kabul etmek durumundaydılar. Şimdi bunlardan üç tanesini vurgulayacağım.
İlkin, Marx kapitalizmi “devrimci bir üretim biçimi” olarak tanımlamakta haklıydı. Bu içgörü yukarıda ‘Komünist Manifesto’dan alıntılanan Marx’ın ‘19.yy’da dahi kapitalizmin fiziksel manzaradan tutun da etrafındaki kültürlere kadar her şeyi nasıl dönüştürdüğünü’ tartıştığı pasajda iyi bir şekilde tasvir edilmiştir. Küreselleşme ve onun hoşnutsuzluklarıyla tanımlanan günümüz dünyasında Marx’ın bu konuda haklı olduğu açıktır––ki kâr odaklı teknolojik değişimin yol açtığı muazzam dönüşümlerden bahsetmeye bile gerek yok. Kapitalizm, insan ilişkilerini sayısız ölçüt ve biçim boyunca dönüştürmektedir. O halde, sorun söz konusu dönüşümlere nasıl –ve ne türden– bir yanıt vermemiz gerektiği haline gelir. Bu sebepten ötürü bir takım muhafazakârlar, özellikle de Weber, Marx’ın gelenekçiler’e (traditionalists) sunacağı çok fazla şey olduğuna dikkat çekmiştir. Bu bağlamda, bir toplum, teknolojik yenilik ve tüketici arzularını tatmin için giderek artan bir ivme tarafından yönlendirildiği ölçüde, geleneksel kültürleri ve alışkanlıkları kâr dürtüsüne karşı korumak giderek daha da zor hale gelir. Patrick Deneen tarafından vurgulanan faydalı bir örnek ise günümüz kapitalistlerinin LGBTQ haklarını benimsemesi hadisesidir. Starbucks ve Wal Mart’ın bunu samimi bir sadakat ya da sorumluk duygusundan değil, tarihin “doğru ve hakkaniyetli” tarafında görünerek elde edecekleri kültürel sermaye değerli ve kendileri için faydalı olabileceğinden yapmaları daha muhtemel. Marx bir toplumun kutsal geleneklerinin kapitalistleşme (ve -leştirme) baskısı altında nasıl “bozunmuş ve düşkünleştirilmiş” bir hale gelebileceğini saptamada bir kılavuzdu; ve bu analizi bu gün doğrulanmıştır.
İkinci olarak, Marx’ın tüketim incelemesi son derece bilgilendirici ve ilginç olmaya devam etmektedir. Bu en açık biçimde Kapital: Birinci Cilt’te “meta fetişizmi”ni tartıştığı zaman ortaya çıkıyor. Marx’a göre temel ihtiyaçlarımız dışında elde ettiğimiz bir çok nesne/şey, onlardan alacağımız kişisel tatmin nedeniyle istenmez; bir toplumsal prestij ve statü meselesi olarak bu nesnelerle ilişkilendirilen değerler için onları arzularız. Bir elmas düşünün. Endüstride kullanılabilecek son derece sert bir mineral olarak kesinlikle belirli işlevleri olsa da, bu durum elmaslara estetik bir süs-objesi olarak verilen değeri açıklamaz. Mücevher almamızın ve takmamızın sebebi, kısmen de olsa, tamamen estetik nitelikleriyle ilgili olarak açıklanabilir –parlak, ışıklı ve çekici olmalarıyla–, ancak bu sebep aynı zamanda pırlantaların zenginliği ve varsıl serveti göstermesidir. Bunlar Thorstein Veblen’in daha sonra “gösterişçi tüketim” olarak adlandıracağı şeyin örnekleri olarak satın alınır ve sergilenirler; amaç diğer insanlarla kıyaslandığında statümüzün ve değerimizin göstergeleri olarak bu şeyleri/eşyaları kullanmaktır. Bunun da ötesinde, Marx bu tür fetişleştirilmiş metaların tüketimlerinin geçici bir tatmin sağlayabilmesine karşılık, gösterişçi tüketimi ancak ve ancak önemsiz ve sıradan bir nesnenin bize arzuladığımız statü ve hürmet duygusunu asla gerçekten sağlayamaması nedeniyle yapılabileceğini gözlemleyerek oldukça sağlam bir noktaya değinmiştir. Gerçekten de kapitalist şirketler, yeni türeyen ihtiyaçların karşılanması yoluyla giderilebileceğini iddia ettikleri yeni türemiş endişe ve huzursuzluklar yaratmakta menfaat sahibidirler; diğer bir ifade ile fetişleştirilmiş nesnelerin tüketimi asla vaat ettikleri nihai mutluluğu sağlayamaz.
Son olarak ise, Marx, ücretlerin baskılanması, emeğin otomasyonu vs. yoluyla ortaya çıkan sorunlar konusunda oldukça keskin gözlemlerde bulunmuştur. Bunlar özellikle, birçok insanın ücretlerinin onlarca yıldır hiç değişmediği, mesleklerinin ise küreselleşme ve otomasyon[1] tarafından giderek daha da fazla tehdit edildiğini hissettiği, günümüzde geçerlidir. Bu sorunların nasıl ele alınması gerektiği noktası, birçoklarının kapitalizmin toptan ikame edilmesini istemesi, bazılarının ise evrensel bir temel gelir kurumu gibi politikalar yoluyla kapitalizmi iyileştirmeyi ve böylece düzeltmeyi istemesiyle, günümüzde önemli bir siyasi mesele haline gelmiştir. Hangi türden çözümlerin daha iyi olabileceği gibi sorular şimdilik bir kenara koyacağım sorulardan. Bunun yerine gözlemimi tam bu noktada Marx’ın içinde yaşadığımız istikrarsız ve belirsiz zamanlarda dahi, hala pek değerli olan, oldukça faydalı bir rehberlik sağladığını söyleyerek sonlandıracağım.
Matt McManus, şu anda Tec de Monterrey’de Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler alanında Misafir Öğretim Üyesidir. “Sahte Gerekliliğin Üstesinden Gelmek: İnsan Onurunu Uluslar Arası Hukuk’un Merkezi Kılmak” ve “Post-Modern Muhafazakarlık nedir?” kitapları pek yakında yayımlanacak. Kendisine [email protected] adresinden ulaşılabilir, ya da Twitter’da @MattPolProf’u takip edebilirsiniz.
KAYNAKLAR
[1] https://www.marxists.org/subject/humanism/index.htm
[2]https://www.marxists.org/archive/marx/works/download/Engels_Socialism_Utopian_and_Scientific.pdf
[3] Yetkin bir makale için bkz. https://www.tandfonline.com/doi/abs/10.1080/10455759309358544?journalCode=rcns20&
[4] https://www.nber.org/system/files/working_papers/w24871/w24871.pdf
Marx’ın tanımladığı kapitalist dönüştürücü etki bu olmayabilir. Karl Marx’ın bu konudaki cümlesini bulamadım, bulabilseydim daha iyi analiz edilebilirdi.
Daha ziyade kapitalizmin kar dürtüsü ile toplumun gerçek ihtiyaçlarına yönelik mal ve hizmet üreteceği ve ayrıca gerçekte temel ihtiyacımız olmayan şeylere (elmas örneği gibi) karşı suni talep yaratmaya çalışacağını kastediyor olabilir.
Lüks tüketim ile tatmin arama, maddeciliğin kişinin fıtratında ne kadar baskın olduğu ile orantılıdır. İnsanlar fıtratına göre görece daha az ya da çok maddeci olabilir, ve daha sık ya da nadir olarak bu tip tatmin arayabilir. Kapitalizm sadece bu durumdan istifade ediyor. Bunu da tatmin edebileceği (satabileceği) bir ihtiyaç olarak görüyor.
LGBTQ konusunda, kar dürtüsü geleneksel değerlere karşı çıkmak pahasına azınlıktaki ana akım olmayan olmayan kitleleri neden onore etme ve kazanma ihtiyacı hissetsin ki?
Zira ana akım kitlenin gelenekselcilerden oluştuğu hallerde bu durum hareketin suni olduğunu, ana akım olmayan azınlıkların ya düzenleyici/yaptırımcı güçler üzerinde orantısız güç elde ettiğini, devlet aygıtını kendi çıkarına ele geçirdiğini ya da alım gücünün toplumun ana akım öğelerinden azınlık öğelerine kaydığını ya da azınlığın artık azınlık olmaktan çıkıp ana akım olduğunu gösterir.
Yani kapitalist sistem, alım ya da yaptırım gücü olanın nabzına göre şerbet veriyor. Hakların benimsenmesi kapitalizm sayesinde olmuyor, kapitalizm sadece duruma göre pozisyon alıyor.
Bu politik sistemleri birbirinden kopuk sistemler olarak görmeyi bırakıp aralarında geçişkenlik olan sistemler olarak görmek lazım. Politik sistemlerin her biri aslında farklı insan fıtratlarının bir temsili, benim fıtratıma uygun olan sistem, başka fıtrattaki (örneğin, maddeci ya da kapitalist) kişileri boğuyor, herkes egemen sistemi kendi fıtratına uygun hale getirmeye çalışıyor. Bakınız:
https://pbs.twimg.com/media/EZFvo2vWoAAYJj3.jpg
Not: Yatay eksen sol sağ spektrumunu, dikey eksen çoğulculuk/otoriteryenizm – bireycilik/anarşizm spektrumunu temsil ediyor. Marksistler muhtemelen sol-liberteryen civarlarına denk geliyor. Sistemin merkezini buraya alırsanız, merkeze uzak fıtrattaki insanlar bu sefer dezavantajlı duruma düşüyor.