Bilim Nerede Ters Gitti ? – Theo Theocharis & M.Psimopoulus

3183 görüntülenme
43 dk okuma süresi
Fatih Köktemir

Fatih Köktemir

Boğaziçi Üniversitesi Çeviribilim bölümü lisans öğrencisidir. İlgi alanları 18. ve 19. Yüzyıl Avrupa tarihi, felsefesi ve kültürüdür.

 

Çevirmen: Hasan Ayer ve Fatih Köktemir

Bu metnin mizahi dili, okuyucuyu eğlendirebilir. Fakat bu mizahi dilin amacı meselenin ehemmiyetini gizlemektir. Medawark bu görüşlerini 1960’ların ekonomik açıdan gösterişli günlerinde dile getirmiştir. İngilizlerde bilime ayrılan bütçe, o dönemde her beş yılda bir %10 artış gösteriyordu. Daha düşük bir oranla olsa da, bu büyüme 1970’lere kadar devam etti. Ancak 1980’lerde şiddetli bir değişim meydana geldi. 1980’lerin ilk 5 yılında, Britanya’da bilim için yapılan kamu harcamaları %10 azaldı ve bütün göstergeler bu kesintinin devam edeceği yönündeydi. Fakat İngiliz bilim insanları da bu konuda uyarılmadıkları hususunda sitemde bulunamazlar. Dönemin parlamento üyesi ve daha sonra eğitim ve bilim bakanlığı yapmış olan Shirley Williams 1971’de açık bir uyarıda bulundu:

“Bilim insanları için artık parti sona erdi… Çok yakın zamana kadar hiç kimse bilimi sorgulamadı… Ancak bilim insanlarına ve keşiflerine karşı büyüyen bir şüphe var… Britanya’da bilimsel araştırmalara yapılan harcamalarda gerçekleşen büyük azalma bu şiddetli değişim ikliminde gerçekleşiyor.”

Bilim için yapılan kamu harcamaları diğer ülkelerde de azalma gösterdi. Britanya’ya özgü bir takım sebeplerin birleşimi, Britanya’nın durumunu gelişmiş ülkeler arasında belki de en kötüsü haline getirdi. Buradaki amacımız bütün bu sebepleri burada tartışmak değildir. Buradaki amacımız yalnızca Britanya’da değil, tüm dünyada, günümüzde bilimin düştüğü kötü durumun en temel ve aynı zamanda en az fark edilen sebebini tanımlamak ve ona savaş açmaktır. 1986’da İngiliz bilim insanları bu kesintilere “Save British Science” (İngiliz Bilimini Kurtar) adında bir kampanya başlatarak karşılık verdi. Kampanyanın belirtilen amaçları şunlardı:

“… halka, parlamentoya ve hükûmete bilimsel ve teknolojik araştırmaların ve gelişmenin kültürel ve ekonomik faydalarını ve buna mukabil, araştırmaların hükûmet ve sanayiler tarafından yeterli bir biçimde finanse edilmesinin ulusa olan önemini anlatmak.”

Royal Society’nin (Kraliyet Derneği) deklare ettiği hedefleri de vardır. Royal Society başkanı Sir George Porter şöyle demiştir:

“RS, Birleşik Krallığın ulusal bilimler akademisidir ve dolayısıyla bu ülkedeki bilim adına özel bir sorumluluğa sahip olmalıdır.”

İlginçtir ki İngiliz filozofları da bilim insanlarına imrenerek, İngiliz felsefesini kurtarmak için çabucak kendi kampanyalarını başlattılar, zira bu bütçe kesintileri onları da vurmuştu.

Bu makalede, İngiliz bilimsel ve felsefi toplulukların ve özellikle RS’nin politikalarını uygularken önemli bir faktörü ihmal etmelerini ve bu sebeple başlarına gelen mevcut ekonomik krize bir bakıma kendilerinin neden olmalarını tartışıyoruz.

17 ve 22 Şubat 1986’da BBC televizyonu, çokça sevilen “Horizon” adlı programda “Science…Fiction?” adlı bir filmi ve The Listener’ın 20 Şubat 1986 tarihli yayımında “Bilimsel Nesnellik Yanlgısı” makalesini yayınladı. Diğer başlıklarından anlaşılacağı üzere bunlar nesnelliğe, gerçekliğe ve bilime karşı gerçekleştirilen saldırılardı. Her zamanki anti-bilim safsatalarını tekrarladıktan sonra hem film hem de makale şu sonuca vardı:

“Bu argümanların zamanla tanınması; bilimin pratiğini, fonlanmasını ve kurumlarını etkileyebilir.”

En azından Britanya’da, bu hatalı argümanların yankıları hâlihazırda vuku buluyor. Diğer ülkelerdeki bilim insanları Britanya örneğini bir uyarı olarak almalıdır. Bu yanlış ve zararlı fikirleri epistemolojik antitezler olarak adlandıracağız – yani doğa felsefesinin geleneksel ve başarılı tezleriyle çatışan bu felsefi olmayan tutumlar…

Düzenli olarak, İngiliz medyası tarafından bilimsel tezlere saldıran ve bu antitezleri müdafaa eden makaleler ve programlar yayınlandı. Fakat gariptir ki RS, SBS ve diğer bilimsel kurumlar sessiz kaldılar ve bilime karşı yapılan (Bazen de RS’nin kendisine yapılan) bu saldırılara toplu olarak cevap vermediler. Bunun sonucunda belli ki ana akım medyanın editörleri RS’nin tatmin edici bir cevabı olmadığı sonucuna vardı. Bu türden bir ilişkinin yeterince kötü olması bir yana işler daha da kötüleşti: Huysuz bir biçimde birçok bilim insanı ve filozof doğru olan tezleri sorgulamaya, reddetmeye ve antitezleri desteklemeye boyun eğdi. Örneğin “Science…Fiction?” filmdeki katılımcıların çoğu akademik olarak görev yapan bilim insanlarıydı.

Dahası, Royal Society (RS) belirgin bir biçimde bu programın yapımında rol oynadı: RS’ye açık bir saldırı olan bir sahne, RS’nin Londra’daki merkezinde çekildi. Antitezlerin hem bilime hem de topluma karşı ortaya koydukları tehditleri göstermek için yirminci yüzyılda bu fikirlerin zamanla ortaya çıktığı tavrı kısaca ortaya koymak yararlıdır. Sir Karl Popper, 1919’da Marx, Freud ve Adler’in teorilerine –her ne kadar bu teorilerin destekçileri bunların bilimsel olduğunu iddia etse de- soğuk bakmaya başladı. Problem şuydu ki, Popper bu teorileri kesin bir şekilde çürütecek bir yol bulamadı. Einstein’ın teorilerinin yanlışlanabilir öngörülerde bulunduğunu fark eden Popper, karşılaştığı bu zorlukları basitçe şunu söyleyerek aştı:

“Çürütülememezlik bir teorinin erdemi değil, kusurudur… Bir teorinin bilimsel kriteri çürütülebilirliğidir.”

Örnek: “Dünya (hemen hemen) bir küredir.” bilimsel bir tanım değildir çünkü çürütülemez, öte yandan “Dünya düz bir disktir.” bilimsel bir tanımdır. Popper ayrıca gözlemlerin kuram yüklü olduğunu düşünüyordu. Dolayısıyla bunu şöyle belirtti:

“Duyu verisi –gözlemlerin kuramsal olmayan nesneleri-, basitçe söylersek mevcut değildir. Bir bilimsel teori bedenimizin dışında geliştirdiğimiz bir organdır, bir organ ise bedenimizin içinde geliştirdiğimiz bir teoridir.”

Fakat eğer gözlemler kuram yüklü ise, bu demektir ki gözlemler de basit teorilerdir, bu durumda bir teori bir başka teoriyi nasıl yanlışlayabilir? İlginç biçimde, bu karışıklığın tüm imaları Popper tarafından değil Imre Lakatos tarafından anlaşılabilmiştir, bilimsel teoriler doğrulanabilir olmadıkları gibi yanlışlanamazlar da:

“Bir teorinin çürütülmesi onun kesinlikle yanlış olduğu anlamına gelmez.”

Örnek: “Dünya yuvarlaktır.” ve “Dünya düzdür.” cümlelerinin ikisi de ne doğrulanabilir ne de yanlışlanabilirdir. Lakatos, yanlışlanabilirliğin mantıksal algısını çürütülmüş önermelerden silmiştir, tıpkı öncekilerin gayrimeşruluğun sosyal algısını belli kişilerin zihninden sildiği gibi. 

En başa dönersek, eğer doğrulanabilirlik ve yanlışlanabilirlik bir kriter değilse, o zaman bir önermeyi bilimsel kılan nedir? Bu soruya cevabı Lakatos’un yazdıklarından çıkarsamak zordur. Fakat eğer bir cevap bütünüyle çıkarsanacaksa bu bariz bir biçimde RS’nin mottosuyla (“Bağlı değildir iradem bir ustanın sözüne.”) çatışan bir çıkarsamadır. Bu cevap, Thomas Kuhn’un yazdıklarında çok daha belirgindir: Bir önerme eğer bilimsel bir kurum tarafından onaylanmışsa bilimseldir. (Örneğin, eğer bilimsel bir kurum perilerin varolduğu hükmünü verirse o zaman bu bilimseldir.)

Kuhn’a göre bilim, modası geçmiş kitaplarda tasvir edildiği gibi bilginin istikrarlı ve kümülatif edinimi değildir. Bunun yerine, şiddetli bir biçimde kısa olan düşünsel devrimler tarafından sekteye uğratılan uzun ve barışçıl dönemlerin devamıdır. Kuhn’un “normal bilim” diye adlandırdığı barışçıl dönemler süresince, bilim insanları Kuhn’un kolektif bir biçimde “paradigma” olarak tanımladığı teoriler, standartlar ve metotlar tarafından destekleniyorlardı. Bir devrim süresince, eski paradigma şiddetli bir biçimde pasifize edilir ve yeni olan ile yer değiştirir.

Kuhn’a göre bilimin işi doğruluk ve gerçeklikle değildir, daha çok, geçici hakim düşüncelerle ilgilidir – yani kısa ömürlü ve ıskartaya çıkarılabilen paradigmalar. Doğrusu, Kuhn, kitabı “Bilimsel Devrimlerin Yapısı”nın sonuna doğru üç sayfa boyunca o noktaya kadar hiç “doğru” sözcüğünü kullanmamasına dikkat çeker. Kullandığı zaman da, onu pasifize etmek için kullanır:

“Paradigmalarının değişiminin bilim insanlarını gerçeğe daha da yakınlaştırdığı düşüncesini terk etmek zorunda kalabiliriz.”

Bu pasaj, Science dergisinde yayınlanan bir incelemede yazar tarafından onaylar bir tavırla alıntılanmıştır. Yazarın Kuhn’un kitabıyla ilgili son değerlendirmesi şöyledir:

“Kuhn, doğruluğun bilimsel teoriler için bir kriter olmasına izin vermediğinden, kendi teorisini de muhtemelen doğru olarak tanımlamaz. Ancak eğer bir devrime sebep olmak üstün bir paradigmanın özelliğiyse, ‘Bilimsel Devrimlerin Yapısı’ muazzam bir başarıdır.”

“Doğru” sözcüğü artık tabu olduğuna göre, onun yerini neyin alması gerektiğini biliyoruz: kitle popülaritesi ve geçerli moda.

Kuhn’un, bir önermenin bilimselliğini bilimsel bir kuruluşun belirlediği üzerine olan görüşü, şu problematik sorunun sorulmasına neden oluyor: Bir kuruluşu “bilimsel” yapan nedir? Bu kördüğümü Paul Feyerabend çözmüştür: Her önerme bilimseldir:

“İnsani gelişimin her aşamasında ve her koşulda savunulacak tek bir prensip vardır. O da şudur: Her şey geçerlidir.”

Örnek: “Britanya’da 1 milyon adet peri vardır.” cümlesi “Bir su molekülünde iki adet hidrojen atomu vardır.” cümlesi kadar bilimseldir.

1979’da Science dergisi, akademik felsefenin Salvador Dali’si denilen, bilimin en büyük düşmanı Feyerabend ile ilgili dört sayfalık bir derleme yayınladı. Bu makalede Feyerabend’in, “normal bilimin peri masalı olduğunu” ve “astroloji, akupunktur ve büyücülük gibi alanlara da aynı vaktin ayrılması gerektiği” gibi sözleri alıntılanmıştı. Gariptir ki, din burada hariç tutulmuştu. Zira Feyerabend’e göre din –ve diğer her şey- eşit derecede geçerli bir bilgi alanıdır. Aslında, bir keresinde Feyerabend görüşlerini yansıtan bir biçimde bilimi “din, fahişelik ve benzeri” kavramlarla aynı kefeye koymuştu.

Bu, araştırmak için sıra dışı bir tema olsa da ciddi bir meseledir. Britanya’da tartışılan mesele bilim bütçesindeki kesintiler olsa da, ABD’de antitezlerin en çarpıcı etkisi, dini fundementalizmin (köktendinciliğin) panik yaratan yükselişidir. Bütün bunlara ve diğer birçok şeye rağmen, Science dergisindeki makalenin Feyerabend’in ucube fikirleri hakkındaki düşüncesi şöyleydi:

“Bilim felsefesi alanında sıkça ortaya koyulan ağır ve yenilikçilikten uzak eserlerle karşılaştırdığımızda, Feyerabend’in görüşleri alana farklı bir bakış açısı kazandırıyor.”

Neyse ki, antitezlerin yanılgıları başka akademik filozoflar tarafından ortaya konuldu ve bunların en bilineni David Stove tarafından ortaya konulandı. Ancak yine de bu yanılgıların bazıları filozoflarda, bilim insanlarında, medyada ve kamuda hala popülerliğini sürdürmektedir. Epistemolojik antitezler – şüphecilik, agnostisizm, kritisizm, kinizm, rölativizm, anarşizm, nihilizm- elbette yirminci yüzyılda ortaya çıkmamışlardır. Doğrusu, bir milattan önce beşinci yüzyıl filozofu olan Gorgias’ın agnostik, nihilist ve anarşist görüşleri kulağa oldukça modern geliyor. Aristoteles’e göre, Gorgias’ın öğretileri şöyleydi:

“Hiçbir şey mevcut değildir, mevcut olan bir şey varsa, bilinemezdir; ve hem mevcut hem bilinebilir ise, başkalarına açıklanamaz.”

Gorgias ayrıca “Kişi yeterince iyi hitap ediyorsa, herkesi her şeye ikna edebilir.” demiştir. Bu tipik safsataya verilecek yanıt Aristoteles’te halihazırda mevcuttu:

“Eğer kişinin dediği doğruysa, o kişinin tartışmayı kazanması daha muhtemeldir.”

Ancak meselenin üzücü kısmı Gorgias ve Feyerabend gibilerinin “Her şey geçerlidir.” gibi safsatalarla birçok insanı kandırabilmesidir. Fakat nihayetinde geçerli tek olan tek şey vardır: nesnel gerçeklik.

Sadece kendileri tarafından bilinen sebeplerden ötürü, antitezlerin savunucuları, fikirlerinin bariz bir biçimde kendi kendilerini çürüttüğünü – kendilerini olumsuzlamakta ve yok etmekteler- fark etmeyi reddetmekteler. Eğer bir ifade kendi yanlışlanmasına neden oluyorsa o halde saçmalık olmak zorundadır: “Hiçbir gerçek yoktur.” ifadesi kendisiyle çelişmekte ve bundan dolayı bazı gerçekler nihayetinde var olmak zorunda. Benzer şekilde, “Hiçbir şey kesin değildir, her şey şüphelidir.” eleştirisi her şeyden öte kendisine şüphe oklarını çekmektedir ve bundan dolayı bazı kesin ve şüphesiz şeyler var olmak zorundadır. Keza eğer “her şey geçerliyse” o halde “hiçbir şey geçerli değildir” argümanı da var olmak durumundadır.

Birçok insan için bu durum antitezi çürütmek için yeterlidir. Fakat bunun yerine, şüpheciler ve nihilistler en bariz dogmatistleri bile aşan bir kendinden eminlikle her şeyden ama her şeyden şüphe etmekte ısrar ederler – bunlar, dogmatik şüphecilerdir ve kendi şüpheleri dışında herşeyi sorgularlar. Aynı şekilde tüm paradigmaların eşitliğini savunan epistemolojik rölativistler de hak ettikleri şekilde hakiki rölativistler olarak nitelendirilebilirler.

Herhangi bir olayda, antitezlerin savunucularının saldırma amacında oldukları standartları cezbedici bulmaları görüntüsü bu standartları uygun bulan kişilere güvence vermektedir. Örneğin, tümevarımsal akıl yürütmeyi çürüttüğünü iddia edenler, bunu tümevarımsal akıl yürütmeyi kullanarak yaparlar. Şöyle ki, tümevarımsal çıkarımların birçok örneğinin geçersiz olarak görünmesi gerçeğinden hareketle, bu insanlar (tümevarımsal olarak) tümevarımsal çıkarsamanın bütün örneklerinin geçersiz olacağını çıkarmışlardır.

Bu tuhaf olan modern fikirleri öğretme konusunda, halihazırda popüler olan Alan Chalmers’ın “Bilim Dedikleri” kitabına başvuralım. İlk olarak 1976 yılında bilim felsefesi üzerine üniversitedeki başlangıç düzeyi kurları için ders kitabı olarak yayımlandı. Kitabın popülaritesi o kadar büyüktü ki birçok dile çevirildi ve 1982 yılında yeniden basıldı. 1982 basımının son bölümünün son kısımının başlığı ‘’Neden zahmete girelim?’’ ve cevabı da şöyledir:

“Önceki sayfalarda da bulunan türden soruşturmalar yapma zahmetine neden girelim? Bilim felsefesinin veya bilimsel bir metodolojinin bilim insanlarına yardımcı olmadığını kabul ettiğimizde bu sorunun önemi belirginleşmektedir.”

Çözümü zor olan konseptlerden, sofistike fikirlerden ve karmaşık argümanlarla dolu 168 sayfadan ve belirgin bir şekilde nafile olan meşakkatli akademik inceleme oturumlarından sonra bu kesin bir biçimde bilim öğrencilerine kaba bir şok olarak gelmiş olmalı. Öğrenciler bu konuda şikayet edemezler, zira Chalmers başlangıç bölümünün giriş kısmında övgüye değer bir dürüstlükle okuyucuyu şöyle uyarmıştır:

“Kitaba kafa karışıklığıyla başlarız ve sonuna geldiğimizde kitap kafamızı daha da karıştırmış olur.”

Öğrenciler şikayette bulunamaz. Fakat bilimin amacının doğruluğun ve gerçekliğin keşfi olmadığı düşüncesine geldiğimizde, bilimsel metodolojinin bilim insanlarına yardımcı olmadığı sonucuna gelmek büyük ölçüde rasyonel gibi gözüküyor: Epistemolojik anarşizm bir metottur ve nihilizm de felsefi olmayan bir duruştur – yani bunlar herhangi bir özel öğrenim gerektirmemektedir. Hal böyleyken, Chalmers’ın “Neden zahmete girelim?” sorusuna verdiği cevap şudur:

“Zamana aşkın ve evrensel bir bilim konsepti ve bilimsel bir metot var olmadığı için, kitabının en önemli işlevi, toplumumuzda gördüğü vazife nedeniyle ‘bilimin ideolojisi’ diye adlandırdığı şeyle savaşmaktır.”

Bu ideoloji, belirsiz bir bilim konseptinin ve aynı derecede belirsiz bir gerçeklik konseptinin, çoğu zaman muhafazakar tutumların savunuculuğunu yapmak adına kullanımını kapsar.

Bilimin rasyonel bir biçimde muhafazakar olsun veya olmasın herhangi bir öznel ideolojik fikri savunamamasına katılırken, bilimin kendisini, kendisinin bir diğer ideolojisi için azletmek ve sadece hırslı ideolojilerin felsefeden ve bilimsel metodolojiden faydalanabileceğini iddia etmek saçmalamaktır. Ancak üzücüdür ki teknoloji, bilim ve tıp öğrencilerine üniversitelerde bunlar öğretilmekte ve bunun sonucunda bilimsel camiada bu irrasyonel ve tehlikeli fikirler yayılmaktadır. Tehlikede olan şeyin medeniyetimizin gelecekteki gelişimi olmasından ötürü, bu makalenin amacı bu fikirleri çürütmek ve doğru epistemolojinin her ciddi ve güvenilir bilimsel çalışmada zaruri olduğunu tartışmaktır.

İnsanlar dünyadaki kaç üniversitenin öğrencilerine bilimsel metotun zorlukları üzerine usulüne uygun, zorunlu bir ders serisi verdiğini merak edebilir. Bilim felsefesindeki mevcut trendler üzerine öğrencilerine opsiyonel dersler sağlayan üniversitelere gelirsek, acaba bu üniversitelerin idari kurulları bu derslerin hocalarının bir çoğunun bilimsel metotu baltaladığı gerçeğinin farkındalar mıdır?

Talihsiz öğrenciler, kendi yöntemleriyle gelişigüzel bir şekilde sağdan soldan topladıkları bilimsel ve bazen de bilimsel olmayan metotlarla kaderlerine terk ediliyorlar. Ve günü gelip de bu öğrenciler profesyonel araştırmacılar olduklarında, gereken eğitimi almadıklarından kaynak olarak rastgele tahmin, temelsiz varsayım, taraflı önsezi, sıradan hisler, tecrübesiz içgüdü, ilkel hayal gücü, salt şans, şanslı rastlantılar ve plansız yargı gibi güvenilmez şeylere başvuracaklar. Bu, üzerinden yeni keşifler ve faydalı uygulamalar yapılabilecek yeterlilikte bir metodoloji midir? Tabii ki hayır, ancak antitezlerin savunucularının profesyonel araştırmacılara önerdikleri bütün metodoloji bundan ibarettir.

Bu delilin ışığında, Medawar’ın yazdıkları hiç de şaşırtıcı durmuyor. O pasajda Medawar, bilim insanlarının bilimsel metotun ne olduğu hakkında hiçbir fikri olmadığını söylüyor. Bu, her bilim insanı için geçerli olmayabilir, ancak bir çoğu için geçerli olduğu bellidir. Daha da kötüsü, daha önce bu endişe verici durumu düzeltmek için hiçbir girişimde bulunulmamıştır çünkü ne kadar anormal bir durum olduğu da, ne kadar büyük bir soruna dönüşeceği de asla fark edilememiştir.

Her ne kadar antitezleri desteklemek kişiyi yeni doğrular keşfetmek gibi zahmetli bir uğraştan kurtarsa da, bu tutum ciddi sorunlara yol açar: Antitezler yalnızca bilime değil, toplumun tamamına karşı en azından üç farklı potansiyel tehlike arz eder. Özetle, bu tehlikeler şunlardır:

(i) Entelektüel iflas ve bunun neden olduğu ekonomik iflas.

(ii) Epistemolojik anarşizm ve bunun neden olduğu toplumsal anarşizm.

(iii) Epistemolojik rölativizm, kritisizm ve nihilizm ve bunların neden olduğu bilimsel kaos, kargaşa ve duraklama.

Tehlike (i): Bilim Bütçesinde Kesintiler

Antitezlerin ilk zararlı yansıması, yani bilim bütçesindeki kesintiler, halihazırda gerçekleşmektedir. Antitezlerden, bilim fonunun kesilmesi gerektiğine varan sonuca giden mantıksal adımlar çoğu zaman detayıyla irdelenmez. Şimdi, biz bunları irdeleyeceğiz.

Bilimin altın çağında, doğrulanmış bilimsel teorilerin kesin doğru ve sürekli olduklarına inanılırdı. Ancak antitezlerin gittikçe artan kabulüyle birlikte, bilimin bu yüce eski ihtirasları düzmece olarak görülmeye başlandı. Epistemolojik rölativizme göre, bilim artık metotu ve ürettiği bilgi üzerinden üstünlük iddiasında bulunmamalıdır. Dahası, kapitalist ekonomi sisteminde, bilim de diğer her şey gibi bir maldır ve sistemin kurallarına uymak zorundadır. Bilimsel teoriler günümüzde geçici ve vazgeçilebilir olarak görülmektedirler. Buna ek olarak, antitezler doğruluğu ve gerçekliği inkar ederek bilimi manasız bir oyun, boş bir uğraş ve varacak yeri olmayan bir yolculuk durumuna düşürmektedir. Oyunun amacı yalnızca oynamak, uğraşın amacı yalnızca kişiyi meşgul tutmak ve yolculuğun amacı da amaçsızca gezinmekten başka bir şey değildir. Bilgi üretimi üzerindeki tekellerini kaybettiklerinde bilim insanları aynı zamanda toplumdaki ayrıcalıklı konumlarını da kaybettiler. Bu sebeple, bilimin artık kısa ömürlü ve kolayca ıskartaya çıkarılabilen teorileri günümüzde bilim insanlarının değersiz eserleriyle ve bilimin düşük hırslarına uyumlu olacak şekilde indirgendi.

Bu antitezlerin çürütülmesi ve bilimin fon sağlayıcılarına ve kamuya bilimsel teorilerin daimi değeri hakkında güvence verilip, bilimsel araştırmanın somut, pozitif ve faydalı bir amacı (doğruyu keşfedip gerçekliği tesis etmek) olduğunun anlatılması bilimi kurtarmak isteyen herkesin görevidir.

Topluma yararlı ve ekonomik olarak karlı olan tıbbi ve teknolojik uygulamalar yalnızca doğru bilgi, yani bilimsel metotun geçerli ve makul araçlarıyla elde edilen bilgi, üzerinde sağlamca temellendirilebilir. İnkar edilemez gerçek şudur ki, hükûmetler politik kurumlar olduklarından, araştırmalara fonları yalnızca araştırma bulgularının maddi getirisi olması şartıyla sağlarlar. Örneğin İngiliz Hükûmeti 1986’da parlamentoda “eğer bilimsel topluluklar ve onların ortaya koydukları ürünlerin kullanıcıları, artmakta olan sosyal ve ekonomik refaha ve ulusal servetin somut artışını hükûmete gösterebilirse, hükûmetin bilime yapılan kamu harcamalarını arttırmanın önemi konusunda ikna olma olasılığının daha yüksek olacağını” belirtti.

1971’de Shirley Williams’ın “Britanya’da bilimsel araştırmaya yapılan harcamalardaki büyük düşüş”e nihai sebep olarak gösterdiği şey, geçmişte yapılan bu müsrifçe harcamalardan “beklenen sonucun” yani “milli gelirde artışın” asla gerçekleşmemiş olmasıydı. Bilimsel gerçeğin birçok araştırmacı tarafından inkarının ve bu araştırmacıların bilimsel metotun ne olduğunu bilmedikleri hakkındaki samimi itiraflarının ardından bakarsak, Williams’ın işaret ettiği bu nahoş gerçek hiç de şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan bir şey varsa o da yetersiz, dayanıksız ve işe yaramaz ürünlerin -kısa ömürlü ve gerçek olmayan teoriler- sahiplerinin bu kalitesiz ürünlerinin değerlerinin azalıyor olması hakkında yakınıyor olmalarıdır.

Dolayısıyla, belirgindir ki, bilime sağlanılan fonun aynı oranla hazineye katkı sağladığı mazereti yetersizdir. Bilim fonunun arttırılmasının yanı sıra, bir başka gereklilik de bilimsel metotun düzgün ve isabetli bir şekilde uygulanmasına özen gösterilmesidir. Bu nedenle, bütün suçu hükûmete ve sanayiye atmadan önce, bilim topluluğu kendi içinde işleri yoluna koymalıdır. Bilim insanlarının, temel araştırmaların yeni keşifleri ve kar getiren uygulamaları beraberinde getireceğini belli belirsiz bir şekilde iddia etmeleri yeterli değildir. Mesleklerinin entelektüel bütünlüğünü korumak isteyen ve yeteneklerine pazarda alıcı bulmak isteyen bilim insanları, bilimsel metotun ne olduğunu bilmedikleri utanç verici gerçeğini saklamaya çalışmak yerine, kendilerine fon sağlayan kişilere nasıl yeni ve faydalı keşiflerde bulunacaklarını layıkıyla anlatmak yükümlülüğündedirler.

Tehlike (ii): Gerçekleri Yitirmek

Bu ikinci tehlike, ilkinden çok daha geniş ve çok daha korkunç bir etki yapabilir. Bu, epistemolojik kinizm ve anarşizmin; sosyal, politik ve diğer her türlü anarşizme ve kargaşaya neden olduğu gerçeği altında yatar. Zira nesnel gerçeklik konusu karşımıza yalnızca formal bilimde değil, hayatın her alanında çıkar.

Her iki gerçeklik de -sıradan ve bilimsel- doğal ya da yapay, basit ya da sofistike gözlemler olmaları bakımından aynı karakterdedirler. Hatta gerçeğin tek anlamlı tanımı, teoriden bağımsız ve bağlam üstü gözlemin nesnelliğiyle elde edilir. Eğer gerçeğin bir türü inkâr edilecekse, diğeri de gitmek zorundadır. Ve eğer gözlemsel kanıtla tesis edilmiş olan nesnel gerçeklik kavramı göz ardı edilecekse, kişi temelsiz ve çatışan fikirlerin kaosu içinde bırakılır. Zira gözlemlerin teoriye bağımlı olduğu yanlış öncülünden yola çıkarsak, tüm yollar başka bir ihtimal kalmaksızın “her şey geçerlidir”e çıkar.

Tehlike (iii): Bilim Karşıtı Gericilik

Üçüncü tehlike, antitezlerin doğaları gereği gerici oldukları ve ilerlemeyi kaçınılamaz biçimde bastırdıkları gerçeğinden kaynaklanır. Epistemolojik anarşizm ve kritisizm karışıklığında, zahmetlice ispatlanmış bilgilerin her biri, anlamsızca sorgulanır ve küçümsenir. Ardından ortaya çıkan düşünsel kaos, daha ileri keşiflere giden tüm yolları kapatan ve bu sayede bilgi edinimini felce uğratan kalınca bir kargaşa sisini beraberinde getirir.

Dahası, eğer kişi nesnel gerçekliğin varlığına inanmıyorsa, bu demektir ki kişinin onu keşfetmek için hiçbir motivasyonu veya hevesi de yoktur. Dolayısıyla böyle bir kişinin yeni keşifler yapması hayli ihtimal dışıdır. Ayrıca, şüphecilik ve nihilizm’in ortaya koyduğu tehditler geçmişte kalmadığı gibi, günümüzde de yalnızca akademik menfaatlere sahip değillerdir. Şu anda dahi bilimsel gelişime zarar verdiklerine dair kanıtlar vardır. Doğa Felsefesi’nin 2600 yıllık tarihi boyunca birçok düşmanı oldu. Ancak günümüz dönemini eşsiz kılan, etkin bir bilim karşıtı hareketin daha önce eşi benzeri görülmemiş tıbbi ve teknolojik uygulamalarla aynı dönemde yaşanıyor olmasıdır. Bu, açıklığa kavuşturulmayı bekleyen bir paradokstur. Bu üzücü durumun açıklaması ise, elbette bilimin doğası, alanı, metodu, güçleri ve sınırları ile ilgili birçok hatadır.

Günümüzde felsefe ve bilimi zehirleyen hataları düzeltmek yahut epistemolojinin sorunlarına çözümler sunmak bu makalenin amacı değildir. Bu, muazzam bir vazifedir, ancak bilim insanları bu vazifeyi üstlenmek zorundadırlar. Bu makalenin amacı, uzun süredir var olan bir problemi göstermek ve nasıl çözülebileceğine işaret etmektir. Sorun şu ki, epistemolojik antitezler savunulamaz, gerici ve tehlikeli olsalar da, halkta ve daha da kötüsü filozoflar ve bilim insanları arasında popülarite kazanmışlardır.

En yalın özetiyle, problemin çözümü şudur: Bu dallarla uğraşan kimseler, kendi mesleklerini aşağılamayı bırakıp bilimin ve felsefenin amacını düzgünce savunmaya başladıklarında bilim ve felsefe hem entelektüel hem de ekonomik açıdan kurtarılmış olacaklar. Bunu yapmanın da en iyi yolu, öncelikle zararlı antitezleri çürütmek, ikinci olarak nesnellik, gerçeklik, rasyonalizm ve bilimsel metot gibi temel konseptler için uygun tanımlar ortaya koymak ve üçüncü olarak da ortaya koyulan bu tanımları verimli bir biçimde pratiğe aktarmaktır. Ancak o zaman bilim ve felsefenin pozitif erdemlerinin izahı hüküm taşıyacaktır.

Kaynak: Theocharis, T., Psimopoulos, M. Where science has gone wrong. Nature 329, 595–598 (1987).

Çevirmenler: Fatih Köktemir ve Hasan Ayer

1 Comment

  1. I am the co-author of “Where Science Has Gone Wrong” and I am intrigued by your interest in this subject! I have written a great deal on various related matters, though not much has been published due to their controversial nature. If you like, I will give you more information.

    Theo Theocharis
    [email protected]

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

İnsan Doğası İçin Kötü Haber Niteliğinde 10 Psikolojik Bulgu

Önceki Makale

Anarşizm (Stanford Felsefe Ansiklopedisi)