/

Savaş Meydanında Ahlak Felsefesi -Andy Owen

2498 görüntülenme
33 dk okuma süresi
Fatih Buharalı

Fatih Buharalı

Bilkent Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans eğitimine devam ediyor. Marksizm, psikanaliz, yapısalcılık ve yapısöküm gibi konular üzerine okuma yapmayı seviyor.

Çeviri: Fatih Buharalı

Savaştaki bir asker ızdırap verici, hatta çözülmesi imkansız ahlaki sorunlarla karşı karşıyadır, felsefe öğrenmek ona yardımcı olabilir mi?

2002 ve 2003 yılları arasında Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi’ne katıldığım zamanda liderlik eğitimi harikaydı. Eğitim, İngiliz Ordusu’nun değerlerini ve silahlı çatışma yasalarının tartışmasını içeriyordu. Lakin bizden çok farklı kültürel normlara sahip insanların yaşadığı uzak bölgelerde, ne değerlerin ne de yasaların ne yapmam gerektiğini söyleyemeyeceği durumlarda karmaşık ahlaki kararları nasıl almamı söyleyen bir ahlak felsefesi eğitimi almadım.

O zamanların başbakanı Tony Blair Irak’ın işgalinden sadece birkaç hafta sonra gerçekleşen mezuniyet geçit törenimizde konuşma yapmıştı. Tören esnasında yüksek mevkii sahipleri geçitteki her üç veya dört kişiden birini birkaç kelam etmek için durdururdu. Blair hiç kuşkusuz iyi niyetle, neredeyse orada bulunan bütün askeri öğrencilerle teker teker konuşarak istemeden de olsa geçitte normalden çok daha fazla uzun süre beklemeye katlanmalarına neden oldu. Bana orduda ne yapacağımı sorduğunda, ona istihbaratta çalışacağım yanıtını verdim ve bana ‘çok işim olacağını’ söyledi. Haklı çıkacaktı.

İlk askeri harekatım o zamanlar bölgenin durgun olduğu Kuzey İrlanda’yaydı. Bölgedeki ilk anılarımdan biri Birlikçilerin köylerindeki İsrail, Cumhuriyetçilerin köylerindeki Filistin bayraklarını görmekti. Birlikçilerin köylerinde kaldırım taşları kırmızı, beyaz ve maviye; Cumhuriyetçilerinkinde ise yeşil, beyaz ve turuncuya boyanmıştı. Bir bölgedeki yerel bağlamları (context) anlamanın önemi biraz daha belirginleşmişti. Hayatımda ilk kez birilerinin bana önyargıyla bakmasının nasıl bir his olduğuna dair ufak bir izlenim edindim.

Daha sonraları, Erdem Peşinde (After Virtue, 1981) kitabında insanların, kendilerine “Ben hangi hikayelerin bir parçasıyım?” sorusunu sorması gereken anlatısal varlıklar olduğunu söyleyen Alasdair MacIntyre’ın çalışmalarını okuyacaktım. MacIntyre’a göre:

“Hepimiz kendi koşullarımıza belirli toplumsal kimliklerin taşıyıcıları olarak yaklaşıyoruz… Bu boya, bu aşirete, bu millete aitim… Böylece ailemin, yaşadığım şehrin, aşiretimin, milletimin çeşitli borçlarını ve yükümlülüklerini miras alıyorum.”

Bu, yüzeyde Birleşik Krallıktaki diğer kasabalardan pek de farkı olmayan sokaklarda yaptığım Cumartesi çarşısı devriyelerinde bana yöneltilen bakışlardan öğrenmeye başladığım bir şeydi. Temsil ettiğini düşündüğü şeylerden çok daha fazlasını temsil eden üniformalı bir yabancıydım. Bu kafama dank ettiğinde, Kwame Anthony Appiah’ın kitabı Kozmopolitizm: Yabancılarla Dolu Bir Dünyada Ahlak Felsefesi (2006) kitabından cesaret aldım. Appiah, kitapta şöyle diyor: “Antropolojiden çıkarılacak büyük ders şudur: Yabancı olan artık hayali biri olmadığında, gerçek ve var olan biri olduğunda, onu sevebilir veya sevmeyebilirsin; onun düşüncelerine katılabilir veya katılmayabilirsin. Fakat ikinizin de istediği şey buysa, en nihayetinde birbirinizi anlayabilirsiniz.” Umarım ki, Kuzey İrlanda Appiah’ın bu konuda haklı olduğunu göstermeye yönelik bir kanıt olarak gösterilmeye devam eder.

İkinci askeri harekatım 2004’te Sünni ayaklanmasının giderek kızıştığı Irak’a gidişimdi. Bu, IŞİD’in selefi olan El-Kaide’nin Irak’taki yükselişine tanıklık ettiğimiz vakitlerdi. El-Kaide, Şii toplulukları hedef gösteriyor, Guantánamo Körfezi’ndeki tutukluların turuncu önlüklerini taklit ederek kendi esirlerine giydiriyordu. Bu harekât sırasında, Elisli Pyrrhon gibi erken dönem Yunan septiklerini okumanın faydasını görecektim. Her şeyi sorgulayan, hatta Batılı ‘gerçeklik’ nosyonunu bile sorgulayan yaklaşımları, durumu daha iyi anlamama yardımcı olacaktı. Anladığım kadarıyla, gelenek ve göreneklerin ‘gerçeklerden’ daha önemli olduğu bir sözlü kültürle karşı karşıyaydık. Sigara dumanıyla kaplı odalarda, bölgedeki Iraklıların duymayı istediğimi düşündükleri şeyleri anlatmalarını dinlerdim. Oynadığımın farkında bile olmadığım siyasi oyunlarda, amaçlarını bu şekilde kazanabileceklerini düşünürlerdi. Söylenilen kelimeleri duyar ve bunları asıl karşılıkları olan ‘gerçek olgulara’ çevirdiğimi düşünürdüm. Bu, sıklıkla verilen mesajı yanlış anladığım, söylenilenlerin anlamını ıskaladığım ve hiçbir ‘olguyu’ öğrenmediğim anlamına gelirdi.

Bombaların toplumları yerle bir etmesiyle parçalanan bir başka Batılı nosyonu felsefi bir perspektifin yardımıyla daha iyi anlayabilirdim: İnsanlığın gelişimi nosyonuyla. Bu nosyonla ifade edilen düşünce, düzgün yönetimlerin, sosyal kurumların ve ekonomik fırsatların yardımıyla çatışmayı sonlandırabileceğiniz ve aynı ölçüde, çatışmanın kötü yönetimin, kötü sosyal kurumların ve böylesi ekonomik fırsatların eksikliğinden ortaya çıktığıdır. Eğer tarihin izlediği döngüleri ve aynı derecede yaratıcı ve yıkıcı olan kusurlu doğamızı sorgulayan Antik Yunan ve Uzak Doğu düşünürlerini okumuş olsaydım, Irak projesinin filozof John Gray’in 2014’te Batılı hükümetlerin, kibirden ve tarihimizin yeterince incelenmemesinden kaynaklanan ‘ısrarcı ahmaklığının’ bir sonucu olduğunu görebilirdim.

Yavaşça şunu öğrenecektim ki, Gray’in de dediği gibi, “Yıkıcı insani çatışmalar, insanların ta kendilerinde yatan hatalardan kaynaklanır.” —Irak’ta tarihsel bir zaman ölçeğinde ortaya çıkan, Batı’daki bizlerin artık anlamadığı dertlerin ortaya çıkardığı hatalar. Bir askeri korunaklı kamptan diğerine helikopterle seyahat ederken aşağılarında yer alan sekter kabile çatışmalarının ortaya çıkardığı katliamı körce görmezden gelen Irak’ın yeni uluslararası mimarları sağlam yönetim üzerine yaptıkları PowerPoint sunumlarında bunu anlamazlıktan gelir gibiydiler.

Stoacılık, özellikle de Roma imparatoru ve komutanı Marcus Aurelius’un stoacılığı, uzun süredir askeri liderlerin arasında popülerliğini korumuştur. Aurelius’un Düşünceler’ini okuduğum gibi, Seneca’nın Bir Stoacı’nın Mektupları’nı okumuş olmayı dilerdim. Amerikan ordusu 2009’dan beri Kapsamlı Askeri Uyum programında stoacılığı öğretiyor. Askerlere kontrol edebildikleri şeylere odaklanmalarını, kontrol edemediklerine karşı ise uyum içinde olmalarını öğretiyor. Eski bir köle ve ilk Stoacılardan biri olan Epictetus’un öğretisi de tam olarak budur.

Bu, 2005 yılında yetersizce korunan Land Roverların arkasında, el yapımı patlayıcıların riskinin yüksek olduğu Basra’da çok yardımcı olan bir öğreti olurdu. Bizden önceki tim iki defa vurulmuş, pek çok zaiyat vermişti. O sıcak, keskin kenarlı, hareketli tabutların arkasında hiçbir şey göremez, sadece Basra’nın sokak hayatının kaotik seslerini duyabilir ve yoldayken bir çukura girmenin sarsıntısını hissedebilirdiniz. Bazense hiçbir şey duyamazdınız, ki bu çok daha korkutucu bir seçenektir. Askeri eğitim size kendinizi ve etrafınızı kontrol etmeyi öğretir: Söylediklerimizi uygulayın ve kaderinizin kontrolünü ele geçirin ve hayatta kalın. Derken kendinizi bir avuç tehlikeye karşı kör olmuş ve şansa ve güvenmediğiniz bir ekipmana bel bağlamış bir şekilde bulurdunuz. Bu noktada bir miktar Stoik mizah anlayışı gereklidir. Bu, bir askeri memura ikisi de aynı kağıda yazılmış, biri benim, diğeri de bir hedefin telefon numarasını verdiğim zaman işe yaramış olabilirdi. O akşam geç saatlerde telefonla arandığımda hedefin ürkütülmüş olabileceği, zira yanlış numaranın arandığı söylendi. Sessiz, tozlu bir sokağı gözleyen bir kameradan elde ettiğimiz pürüzlü, siyah beyaz görüntü hedefin gerçekten de ürkmüş olduğunu göstermişti. Gözlediğimiz evin içinden bir adam çıkmış ve sokakta son hız koşarak kaybolmuştu.

Irak’tayken iki tane adam kaçırma vakasında çalışmıştım. İlk kurban El-Kaide tarafından alınmış ve birlikte kaçırıldığı, tulum giydirilmiş iki Amerikan paralı askerinin kafası kesilmişti. Kısa bir süre kaçmayı başarmış olmasına rağmen bu uzun sürmemiş ve öldürülmüştü. Acımasız kafa kesme videolarını izleyip, grubun nerede olduğuna dair bir fikir edinmeye çalışırken ellerimin zayıfladığını, elimde bulunan kola kutusunu kavrayışımın istemsizce gevşediğini fark ettim. Saf kötülüğe baktığımı düşünmüştüm. Daha sonraları Gray, Sigmund Freud, Herman Melville ve Friedrich Nietzsche okumak o adam kaçıranların nasıl o hale geldiğini ve hepimizin nasıl aşırı zalimleşmeye kapasitemiz olduğunu fark etmemi sağladı. Böylesi eylemleri durdurabilmek için, onların neden gerçekleştiğini ve bu eylemleri gerçekleştirenlerin, büyük ölçüde bizden farklı insanlar olmadıklarını anlamanız lazım.

İkinci rehine vakamızda elimizde hiç ipucu yoktu ve neler olduğunu hiçbir zaman öğrenemedik. Hiç bilmemek ilk vakadaki trajik sonuçtan bile daha kötü gelmişti. Amerikan filozof Samuel Scheffler’ın Ölüm ve Sonrası’nı (Death and the Afterlife, 2016) okumak bunun nedenini anlamama yardımcı oldu. Scheffler, Batı’daki birçok kişinin neden ölümden sonra yaşama inanmamasına rağmen sevdiklerinin nasıl hatırlandığına bu kadar dikkat ettiklerini sorguluyor. Bizler aynı zamanda anlatısal varlıklarız ve hikayemizin sonunun nasıl bittiğine çok önem veriyoruz, hikayenin sonunu duyamayacak olsak bile. Grupların çatışmalarda ‘ortadan kaybolma’ tehdidini kullanmasının bir nedeni de budur. ‘Ortadan kaybolmuşların’ trajedisi kaderi bilinenlerinkinden daha derindir. Sevdiklerimizin bir belirsizlik durumu içinde olmaları her nedense ölüm haberlerini almanın verdiği kederden daha ağırdır. Bu neden askerlerin birçok çatışma durumunda ölmeleri durumunda kimliklerini belirtmek için önlemler aldığını açıklar. Amerikan İç Savaşı sırasında askerler isimlerini yakalarına yazmış, Arjantinli askerler tükenmez kalemle isimlerini kollarına karalamış, en nihayetinde ise günümüzde büyük öneme sahip olan asker künyeleri ortaya çıkmıştır.

2007’de Afganistan’a gittiğimde, felsefe okumaya başlamış ve yanımda indirdiğim Philosophy Bites (Nigel Warburton’un sunduğu, birçok önemli felsefecinin ağırlandığı ve günümüzde hala devam eden podcast serisi -ç.n) podcast bölümlerini götürmüştüm. Orada, yerel bağlamları anlamanın önemi çok daha fazlaydı ve biz bu yerel bağlamları neredeyse hiç anlamıyorduk. Ufak birimler yoğun yerel muharebeler verirken Afganistan’da etik meselelerin tartışıldığı bir çerçeveye de sahip olmanın önemi ortaya çıkıyordu. ‘Bu işi kanunlar halletmeli’ diye düşünmüştüm fakat altlarında yatan bir açıklama olmadığı zaman, kanunlar görmezden gelinir. Bu özellikle kanunların belirli yerel bağlamlarla alakasının bulunmadığı durumlar için ve arkadaşlarının canını kurtarmak gibi nihai bir amacın, kanunları çiğnemenin cezasından daha önemli göründüğü durumlar için geçerlidir.

2001’de ölümcül yara almış bir Taliban askerini öldürmekten mahkum edilmiş ‘Denizci A’ isimli İngiliz askerinin durumu bu konuyu tartışmalı bir odak noktası haline getirmişti. (Hüküm daha sonra azalmış sorumluluk temelinde kasıtsız adam öldürme hükmü olarak değişmişti.) Ayrıca, modern şehirde yer alan enterkonekte savaşların büyük bir kısmı teknoloji ve topluma uyum sağlamakta zorluk çeken silahlı çatışma kanunlarının kapsamına girmez. Böylesi durumlarda felsefe, hukuku koruyacak bazı argümanlar temin eder ve kanunların kapsamına girmeyen bazı meselelere rehberlik eder. Örneğin, ‘tramvay problemini’ öğrenmiştim bu kapsamda.

Ordunun işleyiş biçimi ‘amaç aracı meşru kılar’ tarzı bir yaklaşımı teşvik ediyor.

Kontrolden çıkmış bir tramvayın (Amerikanların demiryolu taşıtı dediği şey) raylar üzerinde süratle gittiğini düşünün. Beş kişi rayların bir tarafına, bir kişi de diğer tarafına bağlanmış olsun. Bir manivelanın hemen yanında duruyorsunuz: Eğer manivelayı çekerseniz tramvayı rayların tek bir kişinin bulunduğu tarafına yönlendireceksiniz; eğer hiçbir şey yapmazsanız, beş kişi ölecek. ‘Tramvay probleminin’ farklı gelişmiş versiyonları mevcuttur. Örneğin şişman bir adamın tramvayı durdurmak için bir köprüden itilebileceği bir versiyon vardır. Çoğu kişi manivelayı çekmeye razıyken şişman adamı itmeye razı değildir, sonuç her türlü aynı olacak olmasına rağmen: beş kişiyi kurtarmak için bir kişiyi feda etmek. Ben şişman adamı itmeye gayet razıydım, tıpkı meslektaşlarım gibi.

Tramvay problemi alandaki askerler tarafından karşılaşılan sorunları içermediği için eleştirile gelmiştir —kişisel önyargılar, fiziksel rahatsızlıklar, psikolojik baskılar— zorlu, kafa karıştırıcı, çirkin gerçeklikler. Kendi ilişkilerimin ve görevlerimin bağlamları da dahil yerel bağlamı anlamak oldukça önemli olmakla beraber, bazı ikilemleri bağlamlarından ayırarak, farklı bir bakış açısından gözlemlemenin ve arkalarında yatan prensiplere odaklanmanın da faydasını gördüm. Bunu yapmak asıl odağı misyonunda olan ordunun özünde (yasalar dahilinde olmak kaydıyla) sonuççu (consequentialist) olduğunu anlamamı sağladı. Bu, ordunun işleyiş biçiminin 19. Yüzyıl utilitarist filozof Jeremy Bentham ve daha yakın tarihlerde de Avustralyalı filozof Peter Singer tarafından da belirtildiği gibi ‘amaç aracı meşru kılar’ tarzı bir yaklaşımı teşvik ettiği anlamına geliyor. Sonuççuluğa yöneltilen eleştirileri anlayabilseydim mümkün olan en ahlaki biçimde davranmaya özen gösterebilir ve belli bir ölçüde utilitarist düşünce biçiminden sıyrılabilirdim.

Şunu fark ettim ki bir durum ne kadar ekstrem ise insanların giderek daha fazla sonuççu yaklaşıma doğru kayması o kadar olası oluyor. İkinci Dünya Savaşı’nda atom bombasının kullanımı ve 9 Eylül saldırılarından hemen sonra işkencenin geri dönmesi bunun örnekleridir. Eylemin sonuçlarından ziyade eylemin kendisinin ahlaki koşulları hakkında düşünmeye başladım. Örneğin Afganistan’da bir bomba yapıcısının konumunu söylemeyen bir yerliyle karşılaşılması durumunda Bentham bizi olayı Pentuşların stiliyle halletmemiz için teşvik ederdi: Kan akıtarak. Bentham’ın yakın çağdaşı Immanuel Kant ise bizi bomba yapımcısını öldürmememiz için uyarırdı. Kant her bir rasyonel aktörün ‘kendinde erek’ olduğuna inanırdı. Buna göre, başka bir insanı bir amaca araç olarak kullanmamalı ve arzulanan amaç her ne olursa olsun kendimize karşı bir istisna yapmamalıyız. Bunu anlamak ölüm saçan el yapımı patlayıcılarının üretiminin ne olursa olsun durdurulması gerektiğine yönelik anlaşılabilir arzu tarafından baltalanabilecek yasaları yeniden uygulamama yardımcı oldu.

Felsefenin savaş meydanında olduğu gibi, çatışma sonrasında da yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Felsefe askerlere neyle karşılaşabilecekleri konusunda ve yaptıkları şeylerle hesaplaşmada yardımcı olabilir. Felsefe eski erlere neyi kaçırdıklarını anlamaları konusunda yardımcı olabilir. Saman Köpekler (Straw Dogs, 2002) kitabında Gray, savaşın temin ettiği özgürlükten bahseder ve savaşın ortalama insanı görevlerine bağlayan bağı kestiğini öne sürer.

Çelişir bir biçimde, giderek yaklaşan ölüm savaş meydanındaki bazı insanları daha canlı hissettirebilir. Bu baş döndürücü karmaşıklık ve ordunun verdiği amaç ve aidiyet hissi genç erkeklere savaşmaları için ilham veriyor ve ordudan ayrıldıkları zaman da kaybolduklarını hissetmelerine neden oluyor. Aristoteles’in erdem ve ahlaklı hayat hakkında yazdıkları insana amaç sahibi olma konusunda yardımcı olabilir. Amerikalı filozof Michael Puett ve gazeteci Christine Gross-Loh Yol (The Path, 2016) adlı kitaplarında muharebe durumlarında çalışmalarından faydalanılabilecek bir dizi Doğulu filozofları tanıtıyorlar. Şimdiye ait olma ve şimdiye odaklanma üzerine tartışan (ve Konfüçyüs’ün sosyal ritüeller ve Zhuangzi’nin öğrenilmiş kendiliğindenliği de içeren) çalışmaları meydanlardaki askerlerin karşı karşıya geldikleri problemleri oldukça ilgilendiriyor.

Fakat felsefe bütün askerler için uygun değildir. Bazıları ona ısınmayabilir ve sorgulayıcı ve şüpheci bir yaklaşımdansa belirgin kesinliklerle daha iyi iş yapabilirler. Açıktır ki, Hegel diyalektiği hakkında bilgi sahibi olmak Afganistan’daki bir asker üssünde ateş altındayken pek işe yaramayacaktır. Yine de, kendi payıma, savaş meydanında ahlaki açıdan zor kararlarla vermek düşünme biçimimi etkileyen öznel yargıların farkına varmamı sağladı. Gündelik hayatın konforundayken özü itibariyle doğru veya özü itibariyle yanlış olarak gördüğüm şeyler, bu yeni bağlamda o kadar da siyah ve beyaz olarak görünmemeye başladılar gözümde.

Daha derin bir felsefe bilgisine sahip olmak beni yaptığım işte daha iyi yapabilirdi.

Beni ordudan ayrıldıktan sonra İkinci Dünya Savaşı’nda bir asker kaçağı olan Alan Juniper’ın biyografisini yazmaya iten bir neden de buydu. Juniper’ı neredeyse şüphe götürmeyecek biçimde teşhis konulmamış psikolojik yaralar açan maruz bırakıldığı muazzam gerilimleri anlamakla beraber, ahlaki açıdan daha büyük bir konu olan askerden kaçma eylemiyle ilgileniyordum. İngiliz bir asker kaçağına olan duygusal tepkimi ve bunun ne kadarının ulusal mitlerin ve ordudaki kasti koşullandırmanın ürünü olduğunu ve bir toplumda bireysel hakların bu bireylerden beklenen görevlere karşı ne anlam ifade ettiğini merak ediyordum.

Daha derin bir felsefe bilgisine sahip olmak öğrendiğim şeyleri öğrenmek için yaşadığım tecrübeleri yaşama ihtiyacımı azaltabilirdi. Beni yaptığım işte daha iyi yapabilirdi. 19. Yüzyıl Alman yazarı Goethe demişti ki: “Geçen 3.000 yılın tarihini bilmeyen bir kişi etrafında olup bitenleri anlayamadan, cehaletin karanlığı içerisinde gezinir durur.” Kutuplaşmanın giderek arttığı günümüzde, yaşanılan dünyanın dışında, önyargısız ve tarafsız bir bakış açısından bakmadığımızı anlamamıza yardımcı olacak 3.000 yıllık düşünce birikimini unutmamalıyız.

Neden sahip olduğumuz düşüncelere sahip olduğumuzu sorgulamanın ve eleştirel bir şekilde düşünmenin gerekliliğini kendimize hatırlatmalıyız. Felsefe her derde deva değildir fakat bu konuda bize yardımcı olabilir. Ve belki de bizim için en önemli — özellikle dünyanın giderek daha değişken ve dengesiz olduğu şu günlerde— ders şudur: Başka insanlar kendi içinde amaç (erek)tır, yalnızca araç değil.

Bu Kantçı dersle Juniper’ın biyografisini yazarken bir daha yüzleştim. Beni kitabımda Kuzey Afrika çölündeki çatışmaların kaosunda ve İtalya’nın güneyinde ve merkezinde gezdirirken iki kahraman tipiyle karşılaştım. Bu gruplardan ilki diğerine göre daha barizdi ve daha fazla el üstünde tutuluyordu. Bu insanlar korkusuzlukları, fedakarlıkları ve azimleri için Viktorya Haçı ve diğer cesaret onurlarıyla ödüllendirilen insanlardı. Ve bir de daha birkaç ay önce düşmanları olan yaralı bir adamı aralarına kabul eden küçük İtalyan köyü Lucagnano’nun yerlileri gibi, yaptıkları için hiçbir zaman onurlandırılmayanlar vardı. İnsanlığın çöküşü olan savaşta bile insanlığı görmüşler, ve bir başkasına kendinde bir erek olarak davranmışlardı.

1 Comment

  1. Bu yazıda örtülü kibir ve samimiyetsizlik, biraz da humble bragging ve virtue signaling var.

    Felsefe ve din, kibre (egotizme) yol açıyorsa amacına ulaşamamış demektir. Zira felsefe ve dinin amacı kişinin vicdan ve sorgulama kapasitesini artırmak, otokontrol geliştirmektir, kendini başkalarından üstün hissetmek değil.

    Vicdani kapasitesi gelişen insanlar, başkalarına zarar vermeye daha az istekli ve meyilli olacaktır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

Neoliberalizm -Kevin Vallier (Stanford Felsefe Ansiklopedisi)

Önceki Makale

Mantıklı Dinin İmkânı ve Dini İnancın Değeri Üzerine – Dr. Hakan Şahin