İnsan Hakları Neden Tek Başına Yeterli Değildir – Will Kymlicka

1810 görüntülenme
19 dk okuma süresi
Kualia Analitik Felsefe

Kualia Analitik Felsefe

Yazar: Will Kymlicka

Çevirmen: Fatih Köktemir

Editör: Hasan Ayer

Toplumun sahibinin kim olduğuna dair dar görüşlü fikirlerle mücadele edebilmek için vatandaşlığın ne anlama geldiğine dair daha sofistike bir fikri tanımamız gerekiyor.

Modern toplumların çoğu şu iki hakkı tanır: ortak insanlığımız dolayısıyla tüm insanlara tanımamız gereken hak ile ortak toplumumuz sebebiyle vatandaşlarımıza tanımamız gereken hak. Bu haklara sırasıyla “evrensel insan hakları” ve “mensupluk hakları” diyoruz. İşkenceye uğramama, üzerinde deney yapılmama hakkını tüm insanlara borçluyuz; oy verme hakkı veya refah devletine erişim hakkı ise toplumun mensuplarıyla sınırlıdır.

Bu çift yollu adalet algısı 20. yüzyıl teorisyenlerinin çoğu tarafından kabul edilirdi fakat git gide daha fazla sorgulanmaya başladı. Evrensel insan hakları lehine olan argüman çok nettir. “İnsan kişiliğine” veya “insan onuruna” neden saygı gösterme yükümlülüğümüz olduğuna dair raflar dolusu kitap yazılmıştır. Fakat tesadüfen toplumumuzun mensubu olan kişilere karşı neden özel bir yükümlülüğümüz var? Hem kimin mensup olduğunu nasıl belirleyebiliriz ki?

Hakların bu şekilde sınırlandırılması en iyi ihtimalle ahlak olarak keyfi görünür. Birinin yaşamındaki ihtimaller neden Rio Grande nehrinin hangi tarafında doğmuş olduklarına bu kadar güçlü şekilde bağlı olsun ki? Ayelet Shachar buna “doğum piyangosu” der; ortaçağda belirli bir kasta ait olarak doğmanın dengi olarak görür. 

Toplumun mensuplarını yabancılardan ayırmak ile bu şekilde meşgul olmak doğuştancı bir milliyetçilik algısını da beslemektedir gibi görünür. Hakları mensupluğa bağlamak kaçınılmaz olarak kimin “gerçekten” bir topluma ait olduğuna dair sorulara neden olur; bu sorular da genellikle ırksal, cinsel ve dinsel azınlıklara ve yerli halklara yöneliktir. Batıda sağcı popülizmin yükselişi sıklıkla toplumun “otantik” beyaz/Hristiyan mensuplarının ulusu azınlıkların elinden alması fikriyle bağlantılıdır.

Bu, siyaset felsefecilerini mensupluk hakları konusunda endişelendirir. Bazıları cesur bir adım atarak bu hakların varlığını reddetmiştir. Bu kozmopolitan teorisyenler şu anda yalnızca mensuplara ait olan hakların – yerleşme, çalışma ve oy verme hakkı gibi – aslında insan hakları olarak görünmesi gerektiğini ve insanların özgürce dünyayı dolaşırken bu hakları sürekli olarak taşıdıklarını belirtirler. Bu görüşe göre bir yerde yaşayanları yabancılardan, mensupları mensup olmayanlardan ayırmanın hiçbir gereği -ve gerekçesi- yoktur. Bizler, bütün haklarımızı dünyanın her yerinde taşıyan bireylerizdir. 

Fakat birçok siyaset felsefecisi bu “dünya kozmopolitanizmini” benimsemez. Bunun sebebi kısmen bunun en azından yakın gelecekte uygulanamaz olmasıdır. Rawls, siyaset felsefecilerinin işinin “gerçekçi ütopyalar” kurgulamak olduğunu savunmuştur; mensupluk hakları düşüncesini topyekûn reddetmek de henüz uygulanabilirlik testini geçememektedir.

Bununla birlikte, birçok filozof mensupluk hakları düşüncesinin altında önemli bir şeyin olabileceğini düşünür. İyi bir toplumun bir dayanışma hissine sahip olması gerektiğini düşünebiliriz: Mensuplar, diğer mensuplara karşı tüm insanlara gösterilmesi gereken temel saygının çok ötesinde bazı görevleri olduğunu düşünür. Yalnızca evrensel humanitaryanizme dayanan tek yollu bir adalet algısı, yabancılara uyguladığımız muamelenin iyileşmesine – yani aynı topluma mensup olduğumuz insanlara davrandığımız gibi davranmamıza – değil kötüleşmesine, yani tüm insanlara onlara karşı hiçbir yükümlülüğümüzün olmadığı yabancılar gibi muamele etmemize yol açabilir.

Bunun bir sonucu olarak birçok çağdaş siyaset felsefecisini hala belirli toplumsal ve siyasal hakları yalnızca mensuplara tanıyan, çift yollu bir adalet algısını benimser. Bununla birlikte, mensupluğun değerine ve önemine yapılan vurguların sıklıkla dışlayıcı bir ulus algısıyla birlikte kullanıldığının farkındadırlar. Dolayısıyla, mensupluk haklarını öne sürdükleri her zaman mensupluğun ortak bir kimliği, kültürü, sadakatleri ve bağlılıkları gerektirmediğini de öne sürerler. İnsanların liberal demokrasinin kurallarına uyarak yaşaması yeterlidir – bu kurallar, diğer bireylere özgür ve eşit kişiler olarak saygı göstermeye dair evrensel kuralları içeren kurallardır.

Mensupluğu bu şekilde cılızlaştırmanın nedenleri anlaşılabilir fakat neden mensuplara karşı özel bir yükümlülüğümüz olduğu sorusunu havada bırakır. Nihayetinde diğer insanlara özgür ve eşit kişiler olarak saygı göstermek bir görevdir – bu görev, bütün insanlarla olan etkileşimimizi belirleyen şey olmalıdır. Mensuplara ayrı muamele olarak uygulanamaz. Mensupluk hakları düşüncesi, yalnızca mensuplarla diğer insanlarla paylaşmadığımız, özel yükümlülükleri hak edecek kadar değerli bir şey paylaşıyorsak anlamlıdır.

Bana kalırsa siyaset felsefecileri son yıllarda mensupluk haklarının temellendirmesini ele almaktansa kaçınmayı seçmiştir. Felsefeciler, insanlar olarak birbirimize ne borçlu olduğumuzu rahatça tartışırlar fakat mensuplar olarak birbirimize ne borçlu olduğumuzu tartışmayı istemezler. Charles Taylor buna “ifade edilemezliğin etiği” der. Mensupluk hakları etik dünyamızın temel bir parçasıdır ancak onların etik temellerini gitgide daha az tartışırız.

Gerçekte, liberal demokrasi bir siyaset formu olarak insan haklarına değil mensupluk haklarına dayalıdır. Mensupluğun etiğine, yani ortak bir toplumda mensuplar olarak birbirimize karşı sahip olduğumuz yükümlülüklere dayanır. 

Refah devletini ele alalım. Refah devletinin bazı özellikleri evrensel hümanitaryanizme dayalıdır – örneğin, acil yardım hizmetlerinin bir yangın veya sel anında mensup olan veya olmayan herkesi kurtarma görevi vardır. Fakat refah devleti bazı açılardan mensupların birlikteliğini güçlendirmeyi de ister. Refah devletinin sağladığı park, müze, kütüphane gibi birçok kamu malları ve hatta yeniden dağıtımcı vergi politikaları bir “toplumsal adalet” idealinin rehberliğinde gerçekleştirilir – buradaki “toplumsal adalet” kavramı yol gösterici olarak kullanılır.

“Toplumsal” adalet kavramı, tüm mensupların eşit olarak sahibi olduğu bir toplumu paylaştığımızı ve refah devletinin görevinin toplumsal ilişkileri eşit mensupluk fikrine uyumlu olarak şekillendirmesi gerektiğini ima eder. T.H. Marshall’ın deyimiyle refah devletinin temelini “Ortak mülk olan bir medeniyete sadakatin üzerine inşa edilmiş doğrudan mensupluk duygusu” oluşturur. Refah devletinin görevi iyi bir toplum -ancak mensuplarının sahibi olduğu bir toplum- yaratmak için kamu malları ve sosyal politikalar sağlamaktır. 

Bunun hümanitaryanizmin ahlaki mantığıyla nasıl ayrıştığına dikkat edin. Bu insan haysiyetinin yaşadığı sıkıntılara veya reddine karşı bir yanıt değil, mensupların toplumu “ortak mülk” olarak görebilmelerini sağlamak için gösterilen bir çabadır. Buradaki varsayım, bizim bir cemaati oluşturduğumuz ve refah devletinin işlevinin de bu cemaatin toplumsal ve kültürel yaşamına herkesin katılabilmesini, herkesin ona ait hissetmesini ve cemaatin de onlara ait olmasını sağlamak olduğudur. Bu görüşe göre refah devletinin kilit işlevlerinden biri insanların ortak bir toplumda gelişebilmek için ihtiyaç duyduğu mensupluk mallarının dağıtımını yapmaktır. İnsan hakları biz insanların içkin bir haysiyete sahip olduğunu tanır ve buna saygı duyar, öte yandan refah devleti bize belirli bir toplumun mensupları olarak ortak toplumumuzu şekillendirebilme ve ondan faydalanabilme gücünü verir.

Bu “biz olma” hissi de vatandaşların, diğerlerinin mensupluk iddialarını desteklemek için neden fedakarlıklar yaptığını açıklar. Benim sana karşı hissettiğim yükümlülük, senin de benim de “biz”e doğru ortak bir yönelimi paylaştığımız algımdan kaynaklanır. Sana insan olarak saygı göstermenin ötesinde sana karşı özel mensupluk yükümlülüklerine sahip olmayı kabul etmemin sebebi birlikte yaşamayı ve ortak bir topluma ait olmayı ikimizin de değerli bulmasıdır.

Siyaset felsefesi ve hatta genel olarak toplum için temel soru, ortak toplumun ortak mülk olduğu şeklindeki bu düşünceye bugün hala inanıp inanmadığımız sorusudur. Ulus devletin zirve döneminde ortaya çıkmış olan bu görüş asimilasyoncu ulus inşa projesiyle sık sık açıkça bağdaştırılmıştır. Refah devleti “köylüleri Fransızlara” veya “göçmenleri Amerikalılara” dönüştürmek için bir araç olarak kullanılmıştı. Yani refah devletinden faydalanan kişilerin buradan bir yere gitmeyecekleri, dolayısıyla bu kişileri ortak bir ulusal topluma yönlendirmenin devletin meşru bir görevi olduğu varsayılıyordu. 

Bu görüşü eleştirenlere göre refah devletini insanları topluma entegre etmek için kullanmak sürdürülemez bir durum. Günümüzde insanlar, onlardan kendilerini ortak bir ulusal topluma yönlendirmelerini istemeyeceğimiz kadar çok hareket ediyor ve çeşitliliği barındırıyor; insanları ulusun sınırları içinde sınırlandırmaya çalışmak için gösterilecek her çaba da dışlayıcı popülizmi besleyecektir.

Bana kalırsa siyaset felsefesi bu eleştiriyi yanıtlayamamıştır. Birçok siyaset felsefecisi hala mensupluğun etiğini öne sürerken bu mensupluk haklarının temelini sunamıyor. Böylece ortak bir toplumda sadakat düşüncesini nasıl anlamlandırabileceğimiz ve devletlerin hareket halindeki ve çeşitli mensupları arasında bu tür bir yönelimi nasıl meşru biçimde teşvik edebileceği sorularından kaçınıyorlar.

Kanada deneyiminden faydalanarak başka bir yazımda ilerisi için tek yolun çokkültürlü ve post-kolonyal bir milliyetçilik anlayışı olduğunu öne sürmüştüm. Çokkültürlü milliyetçilik düşüncesi genellikle hem çokkültürlülüğün ayrıştırıcı etkilerinden çekinen milliyetçiler tarafından hem de milliyetçiliğin asimilasyoncu ve dışlayıcı etkilerinden çekinen çokkültürcüler tarafından bir oksimoron olarak görülür. Ancak dünya genelinde vatandaşlar -çokkültürlü milliyetçiliği çalışan İskoçyalı iki akademisyenin deyimiyle- “oksimoronu uygulamaktadır-.

Bugün vatandaşlar arasında şüphesiz çeşitlilik vardır ve bu çeşitliliğin tanınmasını isterler. Ancak birçok vakada talep ettikleri şey ortak bir ulusal topluma aidiyetin çeşitli yollarının olduğunun tanınmasıdır. Azınlık grupların mensupları mensupluk iddiasında bulunur. 

Birçok bağlamda azınlıklar ulusa ait oldukları farklı yolların tanınması için uğraşırken dahi oldukça yüksek seviyelerde ulusal sadakat ve birliktelik gösterirler. Maalesef ki çoğunluğun mensupları, azınlıkların tanınma taleplerini genellikle bir sadakatsizlik biçimi olarak görür ve azınlıkların gösterdiği kayda değer dostluk ve birlikteliği göz ardı eder. Bu anlamda çokkültürlü bir milliyetçilik yalnızca yeni sadakat ve birliktelikler inşa etmekle değil aynı zamanda insanların halihazırda çeşitli kimlikleri ve ortak sadakatleri mevcut bir ulusal anlatı ile hangi sofistike biçimlerde bir araya getirdiklerini daha iyi biçimde tanıyabilmekle ilgilidir.

Böyle bir çokkültürlü milliyetçiliğin nasıl ortaya çıktığı ve tutunduğu ile ilgili öğrenecek daha çok şeyimiz var. Ancak ilk adımda çağdaş Batı toplumlarının hala mensupluk etiğine dayalı olduğunu ve bu etiği gittikçe daha zayıf şekilde açıklayabildiğimizi tanımak gerekiyor.

1 Comment

  1. Azınlıklar, mikro milliyetçilik/mensupluk, çeşitlilik vb. bunlar artık saçma kavramlardır. Küreselleşen dünyanın tek dil, tek millet paydasında buluşması, çatışmaların azaltılması, iletişimde ve kaynak yönetiminde verimliliğin artırılması için zaruridir.

    Dünya’daki sefalet, açlık ve ıstırap, insanların kimlik/benlik ihtiyacından daha önceliklidir. Daha huzurlu ve müreffeh bir yaşamım olacaksa, başka bir millete/dile üye olmayı yeğlerim.

    Bundan böyle çeşitlilik/farklılık Dünya üzerinde değil, insan kolonileri arasında gelişecektir. Bu da kolonilerin birbirinden uzak ve yalıtılmış olmasından kaynaklanacaktır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

Liberalizm ve Komüniteryenizm – Will Kymlicka

Önceki Makale

Hayek’in Sosyalizm Karşıtı Siyasal Argümanı – David Gordon