Çeviri: Fatih Köktemir
Barış, hürriyetin ve refahın anahtarıdır. Bunu tam olarak anlamak için bir barış teorisi yaratmak gerekir.
Savaşa karşı argümanların çoğu en azından kısmen empirik veriye dayanır. Savaş karşıtı literatür genelde devletlere dışarıdan müdahalenin geçmişte yarattığı sıkıntılı sonuçlara odaklanır. Bu yazımda sadece teorik teşvik analizi kullanarak barış yanlısı bir argüman oluşturmaya çalışacağım.
Barış ve Hürriyet
Hürriyet yanlısı teorik argümanları barındıran geniş bir literatür halihazırda mevcuttur. Barış hürriyetin bir parçası olduğu için bu bizlere bir barış teorisi oluşturmada temel sağlamaktadır. Yani barış, hürriyetle aynı sebeplerden ötürü ideal olandır.
Klasik liberalizm ve modern liberteryenizmin oluşturduğu hürriyet felsefesi, insanların yaşam, hürriyet ve mülkiyet haklarını savunur. Bunlar başlarda “negatif” anlamda anlaşılmaktaydı (yani hiç kime yaşam, hürriyet ve mülkiyet haklarından mahrum bırakılmamalıdır.)
Günümüzde, sol liberaller bu kavramlara “pozitif” bir bağlam katar (örneğin, yaşam hakkının ücretsiz sağlık hizmetini güvence altına alması gibi). Ancak bu kavramlar başta bunun için kullanılmıyordu: Daha ziyade kişinin öldürülmeme hakkı (yaşam hakkı), kaçırılmama hakkı (hürriyet) ve soyulmama hakkı (mülkiyet) anlamlarına geliyorlardı.
İlk bakışta bunlar, insanlığın çoğunun paylaştığı ortak ahlaki çerçeveden çok da farklı görünmemektedir. Cinayetin, köleliğin ve hırsızlığın kötü olduğuna itiraz edecek pek kimse yoktur.
Ancak çoğu kişi buna göze çarpan bir şerh düşer: Devlet bundan muaftır. Eğer devlet size silah doğrultarak paranızı alırsa bu hırsızlık değil “vergilendirmedir.” Eğer devlet sizi spesifik bir bitki ektiğiniz için kafese tıkarsa bu kaçırma değil “hapise atmadır.” Eğer devlet sizi füzelerle havaya uçurursa bu cinayet değil “savaştır.”
Savaş Hürriyeti Öldürür
Hürriyet felsefesini diğerlerindne ayıran, onun böyle ayrımlar yapmaması ve devleti de diğer herkes kadar ahlaki olarak sorumlu tutmasıdır. Dolayısıyla savaşı da toplu cinayet olarak görür: Savaş, kişilerin yaşam hakkının endüstriyel çapta ihlal edilmesidir.
Bu, bize barışın neden hürriyetin anahtarı olduğuna dair bir fikir verir. Barış, yaşam hakkının doğal sonucudur, barışın doğal sonucu da gerçek hürriyettir. Yani barış, hürriyetin bir parçasıdır. O olmadan hürriyet tamamen çökeceği için ayrılmaz bir parçasıdır da denebilir. Kişi, otonomi ve mülkiyete sahip olabilmek için önce yaşamalıdır. Savaşta ölenler için bir hürriyetten söz edilemez.
Savaşla kastettiğimiz her türlü şiddet değildir. Hürriyet pasifizmi gerektirmez. Yaşam, hürriyet ve mülkiyet hakları eğer uygulanamıyorsa boş sözlerdir. Yaşam, hürriyet ve mülkiyet gerekirse saldırganlara karşı şiddet uygulanarak korunmalıdır. Yaşam, hürriyet ve mülkiyet birinin elinden alındığında mağdur, suçludan hakkı olanı gerekirse güç kullanarak alır.
Hürriyet şiddeti değil saldırganlığı yasaklar. Savaşta daima saldırgan bir taraf vardır. Spesifik biretylerin hedef alındığı, seçici bir adalet arayışı için asla “savaş” ifadesi kullanılmaz. Savaşlar spesifik suçluları değil yok etme ve fetih duygusuyla bütün halkları hedef alır.
Dolayısıyla savaş daima masum sivillerin katledilmesiyle sonuçlanır.
Bazıları kendi ordularının uyguladığı şiddetin ahlaki açıdan istisnai olarak haklı olduğunu çünkü masum sivilleri hedef almadığını iddia eder. Bu kişiler ordularının yarattığı ve sivilleri vuran alansal hasarı bir “kaza” olarak adlandırır ve suçlu devletlerinin suçlarından ötürü hesap vermesi için maalesef ki gerekli olan bir şey olarak görürler.
İlk olarak, bu öncülün kendisi oldukça mantıksızdır. Modern Batı orduları dahi sivil kayıplarının yarattığı moral çöküntüyü stratejik açıdan oldukça değerli bulurlar.
İkincisi, bu ölümleri “kaza” olarak adlandırmak apaçık yalan söylemek amacıyla dili değiştirmektir. Eğer uyuşturucu yan etkilerini bildiğiniz bir ilacı içerseniz kendinizi “kazara” uyuşturduğunuzu söyleyemezsiniz. Eğer ilacı içmekteki amacınız bu değilse dahi bu etkiyi bilinçli bir şekilde kendinize uygulamışsınızdır.
Bunun bir yan etki olması onu kaza değil olağan yapar. Oldukça yoğun nüfuslu bir bölgeye bombardıman düzenleyerek sivil ölümleri gerçekleştirmek için de aynısı söylenebilir. Bu bombardımanın asıl amacı ne olursa olsun bombardımanın sonucunda sivillerin öleceği gayet de bilinmektedir, dolayısıyla bu ölümler “kaza” değildir.
Kolektif Cezalandırma
Sivil ölümlerinin gerçekten kaza olduğu durumlar bile katili aklamaz. Birilerinin kafasına sıkıp sonra da “ah, istemeden oldu” diyemezsiniz. Gerçekten öldürülmeyi “hak eden” birini öldürmek için hak etmeyen birini de öldüremezsiniz. Eğer birisi arabanıza taş atıyorsa bu, size taş atan kişiye yetişebilmek için başka birini ezip geçme hakkı vermez.
Suçlularla aynı milliyetten olduğu suçlu olmayanları cezalandırmak da meşru değildir. Böylesi bir “kolektif cezalandırma” hürriyet felsefesi için elzem olan bireyci adalet kavramlarına terstir.
Liberteryenler, iç meselelerde kolektivizmin ne derece tehlikeli olduğunu iyi bilir. Ancak bu tehlike yalnızca ulusal sınırlar içerisinde geçerli değildir. Uluslararası kolektivist şiddet de iç kolektivizm kadar tehlikelidir. Böyle bir durum yanlış şeyleri teşvik eder ve içinden çıkılamaz yeni çatışmalar başlatır.
Yabancılara suçlu-suçsuz ayırt etmeden şiddet uygulamak mağdurları ve onların yakınlarını kin tutmaya iter. Ne sürpriz ki insanlar, düğünlerinin drone’lar tarafından bombalanmasından hoşlanmaz. Bu saldırılardan kurtulanlar daha sonra intikam arayışına girmeye meyillidir. Genç ve halihazırda kin dolu olanlar silaha sarılır. Eli silah tutmayanlar da bu kişilere yardımda bulunabilirler.
Bu intikam nasıl gerçekleşir? Bu durumda savaş konvansiyonel veya asimetrik (yani terörizm) olabilir. Eğer mağdurlar, onları mağdur edenlerle aynı kolektivist adalet anlayışına sahipse onlar da sivillere saldırırlar. Bu durumda ilk saldırgan buna karşı yine sivillere saldırı düzenler ve suçluları ayırt etmeden uygulanan şiddet artar. Neticede savaş bir döngüdür ve kendi kendisini sürdürür; mağdurların sayısı da durmadan artar.
Yaşam, hürriyet ve mülkiyeti benimsemek evrensel bir etiktir. Bu haklar yalnızca başkalarının bu haklarını ihlal etmeyenler tarafından benimsenebilir. Bu haklar herkes içindir. Kendi kabilenizin başka ülkelerin sivillerini öldürebilecek kadar “özel” olduğunu ama kimsenin sizin sivillerinizi öldüremeyeceğini söylemek bir “etik” değil daha ziyade istisnacılıktır. Eğer savaşta sivil ölümlerinin olacağını evrensel olarak kabul edersek bu, karşılıklı imha ve evrensel yok oluş etiğinden başka bir şey olmaz.
“Göze göz adalet anlayışının tüm dünyanın kör olmasıyla sonuçlanacağı” sıklıkla tekrarlanır. Ancak eski zamanlarda bu adalet anlayışı daha önceki adalet anlayışının yarattığı kan davalarını önlüyordu. Burada vurgulanan, “bir göz için karşı tarafın bütün ailesi veya kabilesi değil” “bir göze karşı bir gözdü.” “Göze göz” anlayışı liberteryen intikam ilkeleriyle tutarlı değildir ama yine de günümüzde gerçekleşen sivil ölümlerini cezalandıran anlayışa çok daha yakındır. Yani “göze göz” anlayışı bütün dünyayı kör etmez ama “bir göze senin bütün komşularının gözleri” anlayışı kesinlikle eder.
Savaş kendi kendisini sürdüren ve genişleten bir şeyken barış ve hürriyet felsefesinin izin verdiği, spesifik hedefleri olan şiddet (yani öz savunma) kendi kendisini sınırlayıcıdır. Bu tür bir şiddet saldırganın yaptığını olabildiğince geri alarak, potansiyel saldırganları caydırır. Masumlar arasında haksız yere kin duygusu da uyandırmadığı için şiddet içeren bir intikam arayışı yaratmaktan da kaçınır.
Barışın sağlanması, çatışma yaratacak hususların azaltılması ile mümkün olur. Bu hususlar şunlardır:
1) Kaynak kısıtlılığı
2) İlkel beyin yapısı (bağnazlık)
Kaynak kısıtlılığı, nüfus kontrolü ve küresel planlama ile çözülebilir. Bunun için tek dünya devleti ve milletine evrilmek gerekir. Yapay zeka ile kaynakların verimli kullanımı, istihdam planlaması ve nüfus planlaması yapılabilir.
İlkel beyin yapısı ise gebelikte genetik müdahale ve çocuklukta şartlandırma yoluyla elde edilebilir. Şartlandırmanın başarısız olduğu bireyler, toplumdan soyutlanarak açık hava hapishanelerine ya da ada kolonilerine yerleştirilebilir.
Merkezi/küresel planlamanın benimsenmesi için de ilkel beyin yapısının ıslahı gerekir. Liberteryenler (anarşistler ya da diğer bir deyişle anti-sosyaller ve narsistler) ilkel beyin yapısına sahiptir. Bunların toplumdan soyutlanması ve kendi kolonilerine tecrit edilmesi gerekir ki, kolektivist toplum düzeninin bozamasınlar ya da sömüremesinler zira bunlar üretici/yapıcı değil, sömürücü/yıkıcı fıtrata sahip insanlardır ve bu fıtratlarını özgürlük ve serbestlik söylemi kisvesinde ideolojilere dönüştürmüşlerdir.