/

Neden Rousseau Okumalıyız? -Matt Mcmanus

2133 görüntülenme
33 dk okuma süresi
Kualia Analitik Felsefe

Kualia Analitik Felsefe

Çeviri: Ayça Büşra Üçok

Editör: Aliberk Akbulut

Editör Notu: Demokrasiye dair tartışmaların öneminin gün geçtikçe daha da arttığı bir dünyada, meseleyi daha iyi anlayabilmemizin olanaklarını sağlayacağını düşündüğümüz bir çeviriyi siz değerli okurlarımıza sunuyoruz. Ayrıca zamanında bize Aykut Kansu ve Kadir Dede tarafından önerilen, Matt McManus’la benzer tereddütleri yaşayan fakat daha temkinli bir yaklaşım sergileyen biri ödül almış iki önemli kitap için bkz: Talmon, J.L. (1961). THE ORIGINS OF TOTALITARIAN DEMOCRACY. London: Mercury Books ve Levent Köker’in çevirdiği Dahl. R. (1996). Demokrasi ve Eleştirileri. Ankara: Yetkin Yayınları.

2 Mart 2019’da yayımlanmıştır.

Bu metin Matt McManus tarafından totaliter filozofların çalışma ve miraslarını inceleyen denemeler serisinin ikinci bölümüdür

Ocak ayının sonunda Quillette için “Totaliter Filozofları Nasıl Okumalıyız?” başlıklı bir makale yazdım. Liberallerin, ister klasik ister eşitlikçi olsunlar, –doğru ya da yanlış bir şekilde– illiberal ve hatta totaliter hareketlerle ilişkilendirilen yazarların çalışmalarından iç-görü kazanabileceklerini savundum. İncelediğim dört yazar Rousseau, Marx, Nietzsche ve Heidegger’di. Bu yazarların oldukça değerli fikirlerle düşünce dünyamıza katkıda bulunduğuna dair genel nokta iyi karşılansa da, makale her düşünürün pozisyonunu çok hızlı bir şekilde özetlediği için haklı olarak eleştirildi. Bu durum, derinlik kaybına neden oldu ve bazı okuyucuların her yazarda neyin değerli olduğuna dair daha kapsamlı bir açıklama talep etmesine neden oldu.

Önümüzdeki birkaç ay boyunca, her düşünür hakkında yaptıkları ebedi katkıları üzerine argümanlar sunan birer makale yayınlayacağım. Birkaç bin kelime bile her bir düşünürün karmaşık konumlarının çerçevesini çizmeye yetmeyeceğinden, sunacağım yorum oldukça nitelikli olacaktır. Her makaleye, yazarları çevreleyen tartışmalara ve yazılarının neden totaliter hareketlerle ilişkilendirildiğine dair kısa bir tartışmayla başlayacağım. Bu ilişkilendirmelerin doğru ya da adil olup olmadığını değerlendirdikten sonra, makalelerin tümü liberallerin bile söz konusu totaliter düşünürlerin yazdıklarından çıkarabilecekleri birkaç nokta olabileceği önermesiyle sonuçlanacak.

Rousseau’yu Çevreleyen Tartışmalar

İnsan özgür doğar, ve fakat her yerde zincire vurulmuştur. Başkalarının efendisi olduğunu düşür, ancak bu başkalarından daha da çok köleleşen de bizatihi (yine) kendisidir. Bu değişiklik nasıl oldu? Bilmiyorum. Peki bunu meşru kılan ne olabilir? Bu ise cevaplayabileceğimi düşündüğüm bir sorudur. ­­–––Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi

Orijinal makalede bahsettiğim üzere, sürekli değişken niteliklerinden dolayı Rousseau’nun düşünsel pozisyonlarını eleştirmek ve analiz etmek zor olabilir. İnsanın bıçkın ve sert bir Jean-Jacques’le mi ya da bağnaz ve püriten Jean-Jacques’le mi karşılaşacağı, yoksa coşkulu ve duygusal Rousseau ile mi yüz yüze geleceği asla bilinmezdir; ezkaza Cenevre’nin Aydınlanma savunucusu ya da liberal bireyciliğin proto-Romantik eleştirmeni; yahut da özgürlük ve eşitliğin devrimci savunucusu ya da herkesin “Genel İrade”ye boyun eğmesini salık veren eden ürkütücü ve korkunç bir demagog… Bahsettiğim zorlukların bir bölümü, Rousseau’nun görüşlerini hiçte sistematik olmayan bir biçimde sunmasından kaynaklanmaktadır. Rousseau kesinlikle sistematik bir filozof değildi ve muhtemelen sistematik bir filozof gibi yazma düşüncesini küçümserdi. Rousseau her daim ayrıksı durmaya kararlı bir adamdı, hatta zaman zaman bu, bizzat kendi çalışmalarından ötede durmaya kadar vardırılmış görünüyor (ya da en azından kendisinin bazı popüler çalışmalarının yorumlarından yorumlarından). Rousseau’nun edebi dilinin gücüne rağmen, ve hatta tam da bu nedenle başka bir zorluk ortaya çıkıyor. Batılı birçok yazarın aksine, Rousseau oldukça parlak bir yazardır. Kendisinin muazzam hayal gücü ve tutkusu sayfalara adeta akar; ve okuru mantıklı karşılaştırma ve muhakemelerle değil, güçlü imgeler ve bu dünyadaki adaletsizliğe karşı muazzam boğuşmalarla dolu zengin düşüncesiyle etkiler. Bu durum, onu okumayı sıkıcı olmaktan çıkaran bir durum olmasının yanı sıra, kendisiyle ilgili tarafsız bir değerlendirme yapmaya çalışırken sorunlar ortaya çıkarıyor. Bu noktada tarih yararlı bir rehberdir, çünkü Rousseau’ya karşı yöneltilen suçlamaların kaynağını belirlemek için tarihe başvurabiliriz.

Kuşkusuz, Rousseau’nun liberal aydınlanma düşüncesine kesin bir şekilde dost olmadığı söylenebilir. İlk önemli siyasi yazısı olan, ödüllü “Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev”, on sekizinci yüzyılda ortaya çıkan, insan-aklının ilerlemesinin insan hayatında ve ahlaki davranışlarında iyileşmelere yol açtığı iddiasına keskin bir yanıt niteliğindedir ve bu iddiayı reddeder. Rousseau, liberal uygarlığın genellikle yozlaştırıcı, insanı kandırıcı olabileceği ve daha derin ve komünal insan bağlılıkları pahasına benmerkezciliğin (egosantrizm) artmasına ve güçlenmesine yol açabileceği gözlemiyle, nesiller boyu karşı-kültür figürlerine ilham kaynağı olacaktı. Tek başına bu durum, Rousseau’nun zorunlu olarak illiberal olduğu anlamına gelemez. Kant’tan Amartya Sen’e kadar pek çok liberal aynı endişeyi kabul etmiş ve bu suçlamaya cevap vermek amacıyla daha zengin ve daha az benmerkezci bir liberalizmi savunmaya ya da geliştirmeye çalışmıştır. Rousseau’ya karşı yöneltilen bu tür nitelemeler, liberal geleneğin klasik biçimlerinden daha keskin bir şekilde koptuğu çalışmalarından sonra Rousseau için zorlayıcı hale gelmiştir.

Rousseau’nun ” Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev “in bir nevi devamı niteliğindeki “Eşitsizliğin Kaynağı Ve Temelleri Hakkında Söylev”i, nispeten iyi huylu kültürel eleştiri alanından birden tarihin ve ekonomi politiğin çok daha radikal olan alanına geçer. İkinci Söylev olarak bilinen çalışmasının yayımlandı sırada (en az Voltaire’in parodisinin yapılması gibi) medeniyet-öncesi duruma geri dönme çağrısı yaptığı yönünde parodisi yapılırdı.

Bununla birlikte, söz konusu nitelendirme haksızdır, çünkü kitabın amacının sonsuza dek yitip gitmiş bir geçmişe geri dönmek yerine, geleceği düzeltmek olduğu son derece açıktı. Buna rağmen, İkinci Söylev radikal biçimde rahatsız ediciydi. Rousseau, insanlığın doğadan gelen yardımseverliğinin, hayırseverliğinin özel mülkiyetin oluşumu ve gittikçe artan eşitsizlik tarafından bozulduğunu ve sakatlandığını savunuyordu. Bir zamanlar başkalarıyla uyum içinde var olduğumuz, faydalı bir ölçüyle kendimizi sevdiğimiz (amour soi-meme) modern medeniyet-öncesi yer vardı; medeniyet ve eşitsizlikler derinleştikçe görece yetersizlik ve değersizlik duygularımız da derinleşti. Kendimizi başkalarıyla kıyaslamaya başladık, ve üstünlük duygumuzu (amour propre) geliştirdik fakat bunu bireysel başarılarımız yoluyla değil, bunun yerine başkalarıyla rekabette başarılarımızı nasıl ölçtüğümüz üzerinden yaptık. Bu, kendi türümüze karşı doğal acıma ve empati duygumuzu ortadan kaldırarak, genellikle en yozlaşmış olanların sosyal hiyerarşinin tepesini işgal ettiği sömürücü ve özgürlükleri elimizden alan siyasi sistemlerin kurulmasını kolaylaştırdı. Bu argümanın açıkça devrimci çağrışımları mevcut, Locke gibi liberaller tarafından savunulan özel mülkiyet haklarının ve bu haklarla birlikte gelen eşitsizliklerin korkunç derecede zarar verici olabileceğini güçlü bir şekilde ima ediyor.

Rousseau’nun tüm bu sorunlara çözümü, liberal temsili hükümet kuramından kopmak ve bu kuramın yerini alacak daha demokratik bir siyasi sistemi savunmaktı. Toplum Sözleşmesi ya da Politik Hakkın İlkeleri adlı yapıtında, Rousseau, temsili siyasete sahip monarşik ve hatta liberal toplumlarda pek çok bireyin başkaları tarafından kontrol altında kaldığını gözlemleyerek daha önce “Second Discourse” adlı yapıtında yinelediklerini hatırlatır. (Liberal) Temsili hükümet sistemlerinde, yurttaşlar genellikle teknik ve yasal bir çoğunluk tarafından –hatta oylama sistemini işleyişini kısıtlayabilen güçlü bir azınlık tarafından– rıza göstermedikleri yasaları kabul etmeye zorlanır. Azınlık bir nüfusun hükümetin üç kolunun da kontrolünü ele geçirdiği ve iradesini çok daha farklı ve çeşitli siyasi tercihleri olabilecek çoğunluğa dayattığı 2016 Amerikan seçimleri örneğini düşünün. Rousseau’ya göre bu durum, yalnızca belirli bir grup kendi çıkarlarını diğerlerinin pahasına elde ettiği için değil, aynı zamanda nüfusun büyük kesimlerinin kendi seçmedikleri veya desteklemedikleri yasalara uymaya zorlandıkları için de yanlıştır. Bu aslında onları (bizatihi) kendilerine ait olmayan bir irade tarafından yönlendirilen nesnelerden/uyruklardan (subjects) biraz daha fazlası yapar.

Ne yazık ki Rousseau’nun bu sorunu çözmek adına temsili sistemler yoluyla getirdiği çözüm(ler) pek ikna edici değildir. Isaiah Berlin’in işaret ettiği üzere bu çözümler bazen proto-totalitarizm kokar. Herhangi bir demokratik yönetişim sistemi, hatta doğrudan bir demokrasi bile, iradesini başkalarına dayatan bir grubu – hatta nitelikli çoğunluğu – içermelidir. Rousseau, demos’un gerçek iradesinin, siyasi bir karar veren tüm bireylerin toplu iradeleri olmadığını, fakat bu iradelerin ayrık olduklarını, söylemek mecburiyetinde kalır. Demos’un gerçek iradesi toplu iradeler toplamı yerine “Genel İrade” dir. Söz konusu “Genel İradenin” ne olduğu oldukça gizemli kalmaya devam ediyor; ancak Rousseau bunun bazı açılardan bireysel siyasi aktörlerin birbirinden farklı olan toplanmış/birleşmiş iradelerini (toplam iradeyi) aştığını ve daha meşru bir halde olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Doğru anlaşıldığında, Genel İradeye uygunluk, kişinin (bizatihi kendi) gerçek arzularına uyması demektir. Bu bağlamda da bu önerme, Rousseau’nun kişinin bireysel iradesini “Genel İrade”ye tabi kılmasının daha yüksek bir özgürlük türü içerdiği iddiasında hiçbir çelişki olmadığı anlamına gelir. Muhaliflerin “Genel İrade”ye uymalarını talep ederek “özgür” olmaya “zorlamak”, herkesin ve hepsinin gerçekten kendileri için çıkardıkları yasalarla yönetilmesini sağlamak anlamına gelir. İlginç bir şekilde, Genel İrade’nin taleplerinin doğrudan halk veya temsilcileri tarafından yorumlanmasına lüzum bulunmaz. Bir monark ya da aristokrasi iş görecektir; ve hatta doğrudan demokrasi kaosa ve Genel İrade’nin taleplerini/gerekliliklerini etkin bir şekilde yerine getirememeye yol açacaksa, monarşik ya da aristokratik rejimler tercih edilebilir.

Toplum Sözleşmesi başlıklı eser, Rousseau’nun ne söylemeye çalıştığı çok belirsiz olmasına rağmen, nesiller boyu devrimcilere ilham veren yaratıcı bir çalışma oldu. Meseleyi, örneğin Kant gibi, ele alanlar açısından, Rousseau pek doğru ifade edemediği (fakat) oldukça liberal ve önemli bir noktaya parmak basmıştı. Bu nokta bir siyasal sistemin meşruiyetini koruması için bizi yöneten yasalarda sürekli olarak söz sahibi olmamız gerektiğini salık vermektedir. Görünüşte iyi niyetli nedenlerle (paternalizm) bile rıza göstermeyen, isteksiz bir nüfusa yasaları zorlamak, özerkliklerini ihlal eder ve onları köleden biraz daha fazlası yapar. Ancak diğerleri gerçekten de Rousseau’yu daha karanlık şekillerde yorumlamışlardır. Örneğin, Nazi teorisyeni Carl Schmitt, özellikle Anayasa Teorisi adlı eserinde, Rousseau’nun temsili demokrasinin sahte bir taklidini sunduğunu; sosyal ve kültürel homojenliğin uygulanmasını sağlayacak ve bu yolla gerçek Genel İradeyi yaratacak güçlü bir (tek) adama destek verdiğini öne sürmüştür. İlginç bir şekilde, eşitliğe yönelik düşmanlıklarına rağmen, bugün pek çok post-modern muhafazakâr[1], Rousseaucu mecazların bu karanlık yorumlarına başvurmaya meraklı bir şekilde yakındır.

Sonuç: Rousseau’dan Ne Öğrenebiliriz?

Yalnız Gezenin Düşleri eserinde Rousseau şöyle yazmıştır:

“Tüm bu saydığım düşüncelerden çıkardığım sonuç şu oldu: Her şeyin külfet ve sıkıntı, zorunluluk, görevler ve ödevler olduğu toplumsal yaşama hiçbir şekilde uygun değildim. İnsanların aralarında yaşamayı isteyecek birinin kabul etmesi gereken sınırlamalara boyun eğmek, hiç benim bağımsız tabiatıma göre değildi. Özgürce eyleyebildiğim sürece iyi bir insanım ve kötülük yapamam. Fakat insanların ya da koşulların boyunduruğunu hisseder hissetmez aksileşir, isyan ederim. Daha doğrusu inatlaşırım ve o zaman da hiçbir işe yarayamam. Kendi irademe ters bir şey yapmam gerekirse, bunu her ne olursa olsun yapmam. Fakat irademle yapmam gerekeni de zayıf olduğum için yapamam. Eylemekten çekinirim. Çünkü harekete geçmek konusunda zayıfımdır; gücüm içime çekilmiştir. Günahlarımsa bir görevin yerine getirilememesinden bazen de de getirilmesinden doğan günahlardır. Özgürlüğün, insanın canı ne istiyorsa onu yapması demek olduğuna hiçbir zaman inanmadım; özgürlük bana göre yapmak istemediğini yapmamaktır daha çok. İşte devamlı peşinde olduğum ve bazen de (usumda) yakaladığım, çağdaşlarımı çileden çıkaran özgürlük tam da budur. Çünkü devamlı meşgul ve faal olan, devamlı koşuşturan, bu hırslı insanlar başkalarının özgür olmasından nefret etmektedirler ve kendileri için bile olsun özgürlük istemezler, yeter ki ara sıra istediklerini yapabilsinler ya da başkalarının iradesine hükmedebilsinler. Bu tür insanlar bütün yaşamları boyunca kendilerini yapmak istemedikleri şeyleri yapmaya zorlarlar sonra da emredebilmek uğruna her türlü köleliğe katlanırlar. Beni, işe yaramadığım için değil de zararlı biri olarak toplumdan uzaklaştırmakta haksızlar; evet pek az bir iyilik yaptım, bunu itiraf ediyorum, ama kötülüğe gelince hayatta aklımın ucundan geçmedi. Ve tabii sanmıyorum ki dünyada benden daha az kötülük yapmış biri bulunsun.”

Rousseau, saptamış olduğu sorunlara genellikle rahatsız edici veya çılgınca çözümler sunan, parlak bir düşünürdü. Kendisinin proto-totaliter bir düşünür olduğuna yönelik tartışmanın, “Genel İrade” ile ilgili çok etkili argümanlara rağmen, çalışmasının tamamını değerlendirirken birçok açıdan haksız olduğunu düşünmekteyim. Bunun nedeni sadece bu argümanın onları farklı bir şekilde yorumlasak bile kabul edebileceğimiz değerli iç-görüler içermesidir. Son bölümde, liberallerin dahi Rousseau’nun çalışmalarından alıp faydalı bir şekilde uygulayabileceğini düşündüğüm üç önemli nokta sunacağım.

İlkin, Rousseau teknoloji ve teknik iyileştirmelerin, hedeflerimizi takip etmemizi daha iyi sağlayan (politik ve etik açıdan) nötr gelişmeler olmadığını ilk fark edenlerden birisiydi. “Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev “de, dünyayı yorumlamak ve amaçlarımıza ulaşmak için kullandığımız teknik araçların etkileşimlerimiz ve tercihlerimiz üzerinde ne türden bir dönüştürücü etkiye sahip olabileceğine dikkat çekiyordu. Söz konusu etki genellikle bizim haberimiz dahi olmadan gerçekleşir; çünkü dünya ile faaliyet ve etkileşim içinde olmanın teknolojik açıdan yönlendirilen yordamlarına o kadar gömülmüşüzdür ki, etkilerini doğallaştırma eğilimi içinde oluruz; her şeyin böyle olması gerektiğini (daha baştan) varsayarız. Marshall McLuhan’dan Stephen Hawking’e kadar pek çok selef düşünür bu konuda Rousseau’nun izinden gitti. Bu düşünürlerin uyguladıkları normatif değerlendirmeler Rousseau’nunkinden çok daha farklı ve daha az teknofobik olsa da, Rousseau’nun kullandığımız muhakeme araçlarının ve biçimlerinin genellikle kim olduğumuzu şekillendirdiği şeklindeki temel iç-görüsünü kabul ederler. Teknolojik gelişmeler üzerine bu neviden düşünceler oluşturmak – özellikle günümüzde, daha doğmamış çocukların genetik mühendisliğinin bile mümkün hale geldiği bir çağda[2] – her zamankinden daha çok önemli.

İkinci olarak, Jean-Jacques Rousseau bizi temsili demokrasinin teorisi ve pratiği arasındaki büyük kopukluk konusunda tembihlemektedir. Toplum Sözleşmesi eserinde, çoğumuzun liberal demokratik bir toplumda tamamen özgür ve baskı altında olmadığımıza inandığımızı gözlemlemektedir. Ancak buna rağmen, çoğu kez vatandaşların yalnızca küçük bir azınlığı tarafından desteklenen yasalara tabi oluyoruz. Hatta ve hatta, Martin Gilens’in iddia ettiği üzere[3], güçlü şirketlerden oluşan küçük bir topluluk olan modern neo-liberal toplumlarda durum genellikle tam da böyledir. Temsil sorunlarına getirdiği çözümler yanlış olsa da Rousseau, bizi aynı anda hem yasa yapıcı eyleyen özneler, hem de son derece eşitsiz konumda olan özneler olarak konumlandıran bir *teoriyle, zorlayıcı ve güç uygulayan *pratik uygulamalar arasındaki kopukluğun kaçınılmaz olarak siyasi gerilimler üreteceğini söylemekte haklıydı. Ve gerçekten de, tüm dünyada halkın “Genel İradesini” gerçekten temsil ettiğini iddia eden popülistlerin öncülük ettiği illiberal demokrasilerin ortaya çıkmasıyla; Rousseau’nun tembihlediği iç-görüyü yeterince ciddiye almamanın sonuçlarına tanık olmaktayız.

Son olarak Rousseau, öz-değer ve kimlik duygumuzun başkalarıyla kıyaslamalara ne kadar bağlı olduğuna dikkat çekmiştir. Bu, eşitlik spektrumunun (equality spectrum) en uç noktalarında dahi geçerliliğini korur. Daha vulgar zamanlarında Milton Friedman’da olduğu gibi, kaba iktisat geleneğinden gelen yazarların argümanları, rasyonel aktörlerin başkalarının ne yaptığıyla ilgilenmelerine gerek olmadığı yönündeydi. Sonuçta, bu argümanlara göre rasyonel ekonomik aktörler kişisel olarak her yıl bir öncekinden daha iyi performans gösterdikleri sürece yaygın ve azgın eşitsizlik tolere edilebilirdir. Mantıklı bir ekonomik özne, kendisini Malibu’daki milyarder sınıfıyla kıyaslamaz, bunun yerine sadece kendi yazgısını geliştirmekle uğraşır. Ve böylece öz-değer duygusu, gelişme yolunda ne kadar ilerleyebileceğinden kaynaklanır. Bu tür tamamen çıkarcı (klasik liberal değil, muhafazakar liberal argümanların salık verdiği) aktörlerden oluşan bir toplumun arzu edilir olup olmadığı sorusu, burada ele almayacağım bir soru. İyi ya da kötü, bence Rousseau’nun karşılaştırmalı kimlik ve öz-değer anlayışının daha gerçekçi olduğu giderek daha net hale geldi. Birçoğumuz nasıl olduğumuza dair duygu ve düşüncelerimizi sadece kişisel yaşamlarımıza bakarak değil, çevremizdekilerle ve maruz kaldığımız alternatif yaşam tarzlarıyla kişilerarası[4] kıyaslamalar yaparak şekillendiririz. Ve bunun bariz sonuçları olur: Çünkü bu, bireylerin adaletsiz veya haksız olarak görmeye başladıkları muazzam eşitsizliklerin, onların kimlik ve öz-değer duygularını yıpratacağı anlamına da gelir. Spektrumun diğer ucundaki bazı bireyler, kendileri için çok az pratik kullanım değeri olsa bile, serveti en üst düzeye çıkarmaya bir o kadar fazla o kadar yönlendirilmiş olabilirler. Ian Shapiro’nun gözlemlediği gibi[5], toplumun üst kesimlerinde servet elde etmenin, kişinin ne satın alabileceğine ilişkin ekonomik olarak rasyonel endişelerden çok, daha çok servet edinmeye ilişkin saygı ve öz-değer duygusuyla ilgisi vardır–çünkü sonuçta bir milyar dolar gibi bir meblağ kazandıktan sonra neyi elde edemezsiniz ki? Tüm bu saydıklarımız, Rousseau’nun eşitsizlik hakkındaki iç-görülerinin kalıcı geçerliliğine tanıklık etmektedir.

Kaynak: https://quillette.com/2019/03/02/why-we-should-read-rousseau/


Matt McManus, şu anda Tec de Monterrey’de Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler alanında Misafir Öğretim Üyesidir. “Sahte Gerekliliğin Üstesinden Gelmek: İnsan Onurunu Uluslar Arası Hukuk’un Merkezi Kılmak” ve “Post-Modern Muhafazakarlık nedir?” kitapları pek yakında yayımlanacak. Kendisine [email protected] adresinden ulaşılabilir, ya da Twitter’da @MattPolProf’u takip edebilirsiniz.


[1] https://quillette.com/2018/09/04/understanding-postmodern-conservatism-a-reply-to-aaron-hanlon/ by Matt McManus.

[2] https://www.vox.com/science-and-health/2018/11/30/18119589/crispr-gene-editing-he-jiankui?ref=quillette.com

[3] Gilens, M. (2005). Inequality and Democratic Responsiveness. The Public Opinion Quarterly, 69(5), 778–796. http://www.jstor.org/stable/3521574

[4] Elster, J., & Roemer, J. (Eds.). (1991). Interpersonal Comparisons of Well-Being (Studies in Rationality and Social Change). Cambridge: Cambridge University Press. doi:10.1017/CBO9781139172387

[5] https://oyc.yale.edu/political-science/plsc-118/lecture-5?ref=quillette.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

Max Weber: Demir Kafes Olarak Kapitalizm -Michael Löwy

Önceki Makale

Duyu Verileri – Michael Huemer