Sahte Bilim Olarak Marksizm – Ernest van den Haag

4790 görüntülenme
32 dk okuma süresi
Kualia Analitik Felsefe

Kualia Analitik Felsefe

 

Yazar: Ernest Van Den Haag

Çeviri: Cemil Okumuş

 

Çok az kişi insanlığı Karl Marx kadar etkilemiştir. Kabul etmeliyiz ki onun öğretileri şu an dünyanın gittikçe güçlenen bir kısmını etkilemektedir. Fakat onlar bu ülkede (ABD) çok az çalışılmıştır. Bu makalede 1883’te Londra’da ölen bu Alman düşünürün fikirlerine değinmeye çalışacak ve onun teorilerinin çoğunun anlamsız olduğuna işaret edeceğim. Marx etkili biri olmayı sürdürmektedir, fakat onun etkisi teorilerinin bilimsel doğruluk içeriğine sahip olmasından değil, onların psikolojik yönünden kaynaklanmaktadır.

Fransız ve Alman yazarları takip eden Marx toplumun düşük gelişim aşamalarından yüksek gelişim aşamalarına doğru ilerlediğini ve nesnel bir şekilde neyin ne olduğunun, hangi aşamayı hangi aşamanın takip ettiğinin belirlenebileceğini düşünüyordu. Marx bu zorunlu tarihsel ilerlemenin bilimsel olarak tespit edilebilir olan ekonominin hareket yasaları tarafından yönlendirildiğinden emindi. Bundan yola çıkarak sosyalizm ve komünizmin tarihsel olarak kaçınılmaz olduğunu öngürmüştür. Çünkü o kaçınılmaz olan şeyle iyi olan şeyin aynı olduğunu düşünüyordu. Sosyalizm kaçınılmazdı çünkü o iyiydi ve iyi olduğu için kaçınılmazdı. Fakat ne yazık ki iyi olan şey komünizmin kendisi tarafından gösterildiği gibi kaçınılmaz değildir. Ve kaçınılmaz olan, yani basitçe kendisinden kaçınılmayan şey bir kez daha komünizm tarafından gösterildiği gibi sıklıkla iyi değildir.

Marx bilimsel yöntemiyle gurur duysa da onun öngörülerinin çoğu Yahudi kehanetleri ya da Hristiyan vahyi gibidir; etkileyici, bazen kendi kendini doğrulayan, ona iman edenler için kesinlikle doğru fakat bilimsel araçlarla test edilebilir değildir. Fakat yine de dini metinlerin aksine Marksist teori bilimsel bir statüye sahipmiş gibi davranmaktadır. Fakat Marksistler Marx’ın hangi koşullar altında hatalı olduğunun kabul edilebileceğini söyleyebilecek durumda değildir. Fakat bir teori test edilebilir varsayımlar içermiyorsa ne olursa olsun doğru olmaya devam edebilir. Marx’ın durumunda söz konusu olan budur. Fakat Marx farkında olmadan eğer çağımızda birisi etkileyici olmak istiyorsa bilimsel görünmesi gerektiğini keşfetmiştir. Madison Avenue’in bunu anlaması yıllar sürmüştür.

II

Marx kendi öğretisinin onun tarihsel süreç analizine dayanan bölünemez bir bütün olduğunu düşünüyordu. Önce onun sosyolojik ve ekonomik öğretilerini ele alalım. Marx’a göre siyasi, ekonomik ve sanatsal alandaki gelişim, ekonomik gelişim tarafından belirlenmektedir. Kapitalizmde sermayeye sahip olanlarla yalnızca kendi bedenlerine sahip olan proleterya çatışırlar. Bu sınıf savaşımı insanların davranışlarının ve tarihin gidişatının belirleyici unsurudur. Bu tarihsel materyalizm teorisini kapitalizme uygulayan Marx, kapitalizmin geçmişteki değerinin büyük olduğunu fakat 1848’deki yazısında belirttiği gibi kapitalizmin kaçınılmaz olarak üretimin önünde bir engel oluşturacağını ve nihai olarak yıkılacağını belirtmiştir. Kapitalistler ve proleterya arasındaki sınıf çatışması kapitalizm geliştikçe kaçınılmaz olarak daha yoğun hale gelecektir. Servet belli kişilerin elinde toplanacak, proleteryanın acıları ve sefaleti artacak ve kapitalizmin çelişkilerinden kaynaklanan çeşitli krizler ve savaşlar çıkacaktır. Nihai olarak zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan işçiler bu sistemi devirecek ve onu üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı sosyalizm ile değiştireceklerdir. Böylece sınıflar ve sınıf çatışması ortadan kalkacaktır. Böylece dünyada kapitalizmden kaynaklanan tüm kötülükler ortadan kalkacaktır. Artık suç, savaş, hükümet vs. olmayacaktır. Ortalama insan Aristoteles seviyesine yükselecek; eşcinsellik, anti-semitizm ve suç ortadan kalkacaktır. Kendisinden önceki Rousseau gibi Marx da insanın iyi olduğuna, sadece kötü sistemler tarafından kötü hale getirildiğine inanmıştır. Fakat Rousseau’nun aksine o, bu sistemlerin tarihsel zorunluluk sonucu olarak ortaya çıktığına inanmıştır. Ne Marx ne de Rousseau, Madison’ın gördüğü gibi nasıl ki kötü sistemler iyi insanları kötü hale getiriyorsa kötü insanların da iyi sistemleri kötü hale getirdiğini göremediler.

Marx sosyal sınıfın insanların dahil olduğu belirleyici sınıf olduğuna inanmıştır. Sınıflar içindeki çatışmalar önemsizdir; sınıflar arasındaki çatışmalar ise belirleyicidir. Sınıflar içindeki ekonomik bağlar doğal olarak milliyet, cinsiyet, yaş, din gibi sınıflar arası bağlardan daha güçlüdür. Fakat din, milliyet, cinsiyet, yaş, meslek, coğrafya vs. gibi içerisinde bulundukları pek çok grubun insanlar üzerinde etkisi vardır ve sınıf dayanışmasının diğer grup bağlarından daha güçlü olduğuna dair bir kanıt yoktur.

Doğal olarak milli önyargıları olmayan proleterya esas itibariyle insancıldır. Milli ve dini savaşlar, bir demokrasideki seçimler, gündelik gözlem, hepsi Marx’ın öğretisinin yanlış olduğuna işaret etmektedir. Buna verilebilecek cevap insanların objektif olarak ortak bir sınıf çıkarlarının olduğu ve buna göre davranmaları gerektiği fakat her zaman sınıf bilincine sahip olmadıkları, çünkü yanlış bir bilince sahip oldukları olabilir. Fakat bu doğru değildir ve doğru olsa bile Marksistleri kurtarmaz.

a)Marksist bir sınıfın içerisinde işçiler arasında sıklıkla objektif ekonomik çıkarlara dair çatışmalar çıkmaktadır. Göçe, uluslararası ticarete, ırka ve dine dair anlaşmazlıklar vardır. İşçilerin sıklıkla diğer işçi gruplarının çıkarlarıyla çatıştığı ve işçilerin kapitalistlerle ortak çıkarlarının olduğu görülmektedir. Sınıf aidiyeti bir insanın siyasi görüşlerinin belirlenmesinde ırk aidiyeti kadar belirleyici değildir ve muhtemelen daha az belirleyicidir. Eğer ırkın önemi üzerinde ısrar ederseniz Naziler’in yaptığı gibi insanları ırksal çıkarları doğrultusunda hareket etmeye ikna edebilirsiniz. Eğer insanları onların sınıf çıkarlarının sizin onlara söylediğiniz şey olduğuna ve bu doğrultuda hareket etmeleri gerektiğine ikna ederseniz bunu yapabilirler. Kehanet kendi kendini doğrulamaktadır. Fakat eylemler ırksal ya da sınıfsal olgulardan değil, ırk ya da sınıf propagandasından kaynaklanmaktadır.

b)Ayrıca eğer sınıfların Marx’ın düşündüğü kadar önemli olduğunu ancak insanların Marx okumadıklarından dolayı sınıf bilincine sahip olmadıkları için sınıf bilincine uygun olarak hareket etmediklerini varsayarsak ve eğer sınıf bilinci sınıf aidiyetinden bağımsız hale geliyorsa ve eğer sınıf aidiyeti, beklenen sınıfsal davranışı ortaya çıkarmak için yeterli ya da gerekli değilse sosyal sınıflar yalnızca belli durumlarda insan davranışı üzerinde etkili olan pek çok gruptan sadece bir tanesidir. Böyle bir teori doğru bir teori olabilirdi. Fakat Marx’ın teorisinin ayırt edici noktası sınıf aidiyetinin pek çok davranışın ve özellikle siyasi davranışın belirleyici unsuru olduğudur ki bu açıkça yanlıştır.

O nasıl böyle aptalca bir hata yapabilmiştir? Esas olarak Marx’ın döneminde sınıf aidiyeti bugüne kıyasla daha belirleyici ve insanların hayatında daha etkiliydi. O dönemde sınıflar arası geçiş en alt düzeydeydi. Örneğin eğitim işçi çocukları için pratikte erişilmezdi. Marx bu durumun kapitalizmin bir karakteristiği olduğunu düşündü. Aslında o feodalizmin bir kalıntısıydı. Kapitalizm geliştiği her yerde hareketliliği ve sınıf bağlarının gevşemesini beraberinde getirdi. Ayrıca işçilerin acıları Marx’ın öngördüğü gibi artmadı. Tam tersine onların hayat standartları orta ve üst sınıflardan çok daha hızlı yükseldi. Bu yüzden Marx’ın kapitalizmin varlığından dolayı ortaya çıkacak olduğunu öngördüğü devrim, yalnızca kapitalizmin var olmadığı gelişmemiş ülkelerde ortaya çıktı. Marx’tan bu yana kapitalizm üretimin önünde engel oluşturmak bir yana ekonomik gelişimi hızlandırdı.

III

Marx’a göre tarihin hareket ettirici unsuru ekonomik güçlerdi. Fakat bu doğru kabul edilse bile Marx’ın işine yaramaz ya da bu yanlıştır. Marx’ın ancak ekonomik değişimin tarihsel değişimi ortaya çıkarabileceğini mi yoksa ne zaman ekonomik değişim olursa tarihsel değişimin de beraberinde geleceğini mi kastettiği açık değildir. Eğer tarihsel değişim ve ekonomik değişimi birbirinden bağımsız şeyler olarak tanımlarsak açık bir şekilde tarihsel değişimin zorunlu olarak tarihsel değişim için ne yeterli ne de zorunlu bir koşul olan ekonomik değişimden kaynaklanmadığını görürüz. Buna verilebilecek cevap Marx’ın sadece ekonomik ve tarihsel faktörler arasında güçlü ve bazen belirleyici olan bir ilişkinin olduğunu belirttiği olacaktır. Bu doğru olabilir fakat bu bir doğruculuk olacaktır. Belki bu, Marx’ın zamanında bugün olduğu kadar bir doğruculuk değildi. Marx daha önce sıkça göz ardı edilen ekonomik faktörlere dikkat çekmiştir. Bu bizi Marx’ın öğretisinin kalbinde yer alan ekonomiye götürmektedir.

IV

Kendisinden önce David Ricardo ve Adam Smith’in yaptığı gibi Marx da bir şeyin değerini belirleyen ve bir şeyin değerini diğerininkinden farklı yapan şeyin ne olduğu sorusunu sordu. Marx değerin ham maddeler ve makineler ürünlere kendilerinin kaybettiği değeri aktarırken ortalama toplumsal emeğe indirgenen nitelikli emekle birlikte emeğin niceliğine eşit olduğunu buldu. Marx klasik ekonomistlerin aksine yalnızca emeğin değer yaratabileceğini kabul etmedi.

Emeğin değeri bir ürünü üretmek ve emekçinin varlığını sürdürmek için gerekli olan emeğin niceliğine eşitti. İşverenler işçilere emeklerinin değerini ödüyor fakat yine de onları sömürüyordu. Çünkü emek kendi sahip olduğu değerden daha fazla değer yaratıyordu. Yaratılan bu fazlalığa (artı-değer) işveren tarafından el konuluyor ve dolayısıyla bu, sömürü anlamına geliyordu. Diyelim ki bir işçiyi bir saat hayatta tutmak için on patates gerekmektedir. Bu, bir saatin değerinin karşılığıdır. Fakat o işçi bu bir saat içerisinde yirmi patates üretmektedir. İşveren işçiye emeğinin değerini ödeyip fazlalık olan on patatese el koyar.

Bu teori kulağa nasıl gelmektedir? Emek, toprak, sermaye gibi üretimin tüm faktörlerinin çıktılarının değeri, bu sürecin girdilerinin değerinden fazla olmalıdır. Aksi takdirde üretimden bir şey elde edilmeyecektir. Fakat bu fazlalığı neden sermayeye ya da 18. yüzyıl fizyokratlarının yaptığı gibi toprağa değil de emeğe indirgeyelim? Burada döngüsel bir mantık bulunmaktadır: Marx’ın kanıtlamayı arzuladığı ve kabaca sonuçta tekrar ileri sürülen emeğin sahip olması gerekenden daha azına sahip olduğu iddiası kanıtlanmamıştır. Emek değerin kaynağı olarak tanımlanmaktadır fakat ürünün fiyat üzerindeki fazlalık değeri üretimin diğer faktörlerine daha az bağlı değildir. Bir tanım, kanıt olarak ileri sürülmektedir ve bu tanım oldukça keyfidir.

Genel olarak konuşursak ekonomik değerin üretimin belli faktörlerine ya da tüm faktörlerine bağlı olduğu düşüncesi hatalıdır. Eğer bu doğruysa bir üreticinin hiç kaybetmemesi gerekir. Esasen ürünlerin değeri ve onlara aktarılan değer, her bir ürün için bağımsız olarak göreli kıtlık tarafından belirlenir.

Açıktır ki nesneler piyasada içlerinde barındırdıkları emeğin miktarına göre satılmaz. Örneğin petrolün, buğdayın, pamuğun ve elmasların değerindeki sık değişikliklere bakalım. Bunların fiyatındaki değişiklik bunları üretmek için gerekli olan emeğin niceliğindeki değişiklik ile mi orantılıdır? Açıktır ki hayır. Marx bu sorunu yalnızca toplumsal olarak gerekli emeğin nesnelere değer katabileceği konusunda ısrar ederek çözmeye çalıştı. Fakat kullanılan emeğin toplumsal olarak gerekli olup olmadığını belirleyen şey nedir? Marx bunun için bağımsız bir standart bulamamıştır. Gerçekte emeğin toplumsal olarak gerekli olup olmadığı yalnızca emeğin ürünü olan şeyin değerli olup olmadığının bilinmesinden sonra anlaşılabilir. Bu yüzden bu teori döngüseldir. Değerin ürünü üretmek için kullanılan emeğin miktarına bağlı olduğu ileri sürülmekte fakat daha sonra aslında emeğin miktarının değil, yalnızca toplumsal olarak gerekli emeğin ürünlere değer aktarabileceği noktasına ulaşılmaktadır. Böylece değeri emekten türetmek yerine aslında toplumsal olarak gerekli emeği değerden türetmiş oluruz. Marx teorisini gerçekliğin karşısında korumaya çalışmış fakat onu anlamsız hale getirmiştir.

V

Marx’ın bazı modern takipçilerinin aksine ben emek-değer teorisinin Marx’ın teorisinin inşası için esas olduğunu düşünüyorum. Emek-değer teorisi olmadan sömürü, devrim ve sosyalizm kaçınılmaz olamaz. Diğer taraftan etkileri gariptir. Marx bu teoriyi kullanarak üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin sonucu olan gelir dağılımının yanlış olduğunu bilimsel olarak göstermeyi amaçlamıştır. Fakat gelir güç ve prestij dağılımındaki eşitsizlikler Sovyetler Birliği’nde tüm kapitalist ülkelerden daha fazlaydı. Bütün artı-değer devlete gidiyordu ve bütün üretim araçları kamuya aitti. Marx’ın terimleriyle sömürü ya da sınıf çatışması bulunmuyordu. Böylece eşitsizliğin suçlaması olarak başlayan şey, kendisini eşitsizliğin savunusu olarak ortaya koydu. Kapitalizmi “bilimsel” olarak suçlama arzusunda olan Marx, güç ne zaman eşitsiz olarak dağıtılırsa gelirin de büyük bir şekilde eşitsiz olarak dağıtılabileceğini göremedi. Marx gücün geliri belirleyebileceğinin farkına varamadı. Ve ne Marx ne de diğer sosyalistler kar motivasyonunun mülkiyeti kamusallaştırmakla ortadan kalkmadığını göremedi. Hepimiz devlet çalışanı olsak bile mümkün olduğu kadar ödüllendirilmeyi arzularız. Ve bu ödüller hem şimdi hem de Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi gelir, prestij ve güçtür. Yalnızca piyasadan değil de bürokratlardan bizi ödüllendirmelerini ya da cezalandırmalarını isteriz.

VI

Marx bize sosyalizmin nasıl bir şey olduğunu anlatmakla fazla zaman harcamamıştır. O daha çok sosyalizmi ortaya çıkaracak koşullarla ilgileniyordu. Yine de Gotha Programının Eleştirisi adlı eserinde sosyalizmi herkesin topluma yaptığı katkıya göre ödüllendirildiği, komünizmi ise herkesin ihtiyacına göre ödüllendirildiği bir durum olarak tasvir eder. Her iki durumda da herkes topluma kabiliyetine göre katkı yapmaktadır.

Peki bir insanın topluma yaptığı katkıya göre ödüllendirilmesi ne anlama gelmektedir? Bugün yeterince ödüllendirildim mi? Benim topluma yaptığım katkının değeri (ekonomik değerden söz ediyorum) beni bu makaleyi yazmaya iten şeyin alıcılar ve satıcılar tarafından değerlendirilmesinin sonucu olarak ortaya çıkar. Bu durum sosyalizmde nasıl değişecektir? Bu nasıl geliştirilebilir? Benim hizmetimin değerine kim karar verecektir? Marx bu soruları cevapsız bırakmaktadır.

Komünizmde insanlar ihtiyaçlarına göre ödüllendirilecektir? Peki benim ihtiyaçlarıma kim karar verecektir? Kamu işçileri mi? Tanrı korusun! Hiçbir ekonomi onları tatmin edecek kadar yeterli şey üretemez. Buradaki ekonomik problem, nesnelerin gerekli olduğundan daha az bulunmaları durumunda onların kullanılmasıdır. Bu sorun şu an piyasa tarafından çözülmüş durumdadır. Bu kesinlikle insanların arzularının pratikte sonsuz olmadığının var sayılmasıyla ya da insanların çalışma arzusu da dahil olmak üzere kaynakların sınırsız olduğunun var sayılmasıyla çözülemez.

Çalışma isteği konusunda ne diyeceğiz? Eğer çalışmamıza göre değil de ihtiyaçlarımıza göre ödüllendirileceksek insanların çalışmasını nasıl sağlayacağız? Bir şeye ihtiyaç duyduklarında onu çalışmadan elde edemeyecekler midir? Ayrıca insanların gelirleri yaptıkları işten ve ona olan talepten bağımsızsa ve yalnızca kendi ihtiyaçlarına dayanıyorsa istedikleri yerde çalışmak yerine onlara ihtiyaç duyulan yerde çalışmalarını nasıl sağlayacağız? Zorlamanın şu an piyasanın insanları onlara ihtiyaç duyulan yerde, onlara ihtiyaç duyan işverenler için çalışmaya teşvik eden cazibesinin yerini alması gerekecektir. Sadece bir kölenin emeği ihtiyaca göre ödüllendirilir ve köle emeği verimli değildir. Bu yüzden Sovyetler Birliği şu an daha pahalı hale gelip daha fazla eşitsizlik yaratmak konusunda bizimkinden ayrılan bir teşvik sistemine dönüş yapmıştır.

Eğer şu an bir gösteri gerekli olsaydı Polonya’daki mevcut olaylar bunu ortaya çıkarırdı. Bu sosyalist ülkede işçiler toplumsallaşmış endüstrilerin yönetimleriyle çatışma içine girmiştir. Marx’ın düşüncesinin aksine üretim araçlarını toplumsallaştırarak onun hayali olan, herkesin ortak çıkarlara sahip olduğu sınıfsız bir toplum rüyasının gerçekleştirilemeyeceğinin açıkça anlaşılması için daha fazla şeye ihtiyaç var mıdır? Polonyalı işçiler gerçekten fabrikaları yöneten bürokratlar ve diğer her şey tarafından sömürüldüklerini hissediyor. Bürokratlar işçilerin takas yapmasına ve kendi organizasyonlarını kurmalarına bile izin vermiyor. Marx’a göre bu durum işçilerin çıkarları yönetimin çıkarlarından ayrı olamayacağı için zorunlu değildi. Buna karşın Polonyalı işçiler şiddet kullanarak böyle düşünmediklerini gösterdiler. Bütün komünist ülkelerdeki işçiler Polonya’daki gibi komünizmin tüm baskısı ve gizli polisin gücüyle başa çıkabilselerdi aynısını yaparlardı. Üretim araçlarının özel mülkiyetini kamusal mülkiyet ile değiştiren bürokratların geliri ve gücü ile işçiler arasındaki fark, üretim araçlarının mülkiyetinin özel olduğu durumdan çok daha fazladır. Sosyalizm yalnızca verimsizlik ve genel bir yoksulluk değil, kapitalist dünyada olduğundan çok daha büyük bir ürünleri ve ihtiyaçları yok edebilme yetisi olarak tanımlanabilecek olan gücün ve servetin belli ellerde yoğunlaşmasını ortaya çıkarır.

Ne yazık ki Marksizmin basitçe yok olacağı öngörüsünde bulunamam. Marksizm görüldüğü gibi hem gerçekte hem de teoride yeni bir kölelik, tiranlık, zulüm ve verimsizlik dönemini ortaya çıkarmaktadır. Ne kadar sıklıkla vaatlerinin yanlış olduğu gösterilirse gösterilsin teorilerin vaat ettikleri şeylerden dolayı hayatta kaldığı gayet sık görülmektedir. Scientology tarikatı varlığını sürdürüyor. Astroloji de öyle. Ve sanırım Marksizm de varlığını sürdürecektir. İnsanlar tecrübelerinden çok az şey öğrenirler. Fakat bana öyle görünüyor ki Doğu Avrupa dünyaya pek göz ardı edilemeyecek bir ders vermektedir.

 

Kaynak: Van den Haag, Ernest (1987). Marxism as Pseudo-Science. Reason Papers 12:26-32.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

Hukuki Pozitivizm (Stanford Felsefe Ansiklopedisi)

Önceki Makale

Peter Singer’dan Engelliliğe ve İnfantisite Dair Öğrendiklerim – Katie Booth