/

Marks’ın Emek-Değer Kuramının Anlatmadıkları -Ramazan Kumek

5454 görüntülenme
41 dk okuma süresi
Kualia Analitik Felsefe

Kualia Analitik Felsefe

Yazar: Ramazan Kumek

 

Marks’ın Emek-Değer Kuramının Anlatmadıkları

Bu yazı, 30.10.2020’de Onur Göksel Yokuş tarafınca yazılan ve Kualia Analitik Felsefe Dergisinde yayınlanan “Marksist Sömürü Anlayışı ve Eleştirileri” adlı yazıya bir cevap niteliğinde yazılmıştır.

 

Marks’ın kapitalizmin gayri-insani doğasını ortaya koyması ve bu gayri-insani sistemi nasıl tasfiye edebileceğimizin ipuçlarını vermesi dolayısıyla Marksist fikirler rakip teorisyenler için daima mücadele edilmesi gereken enstrümanlar olmuştur. Sık sık Marks’ın tarihsel bir teolog ve ekonomik belirlenimci olduğu, “reel sosyalizm” deneyimleriyle beraber kuramının iflas ettiği ya da otoriter ve totaliter bir anlayışa sahip olduğu yönünde eleştiriler önümüze konulsada, Marks’ın özellikle değer yasası rakip teorisyenler tarafından özel bir ilgiyle muhatap alınmıştır. Kuşkusuz bu boşuna değildir. Marks’ın tarihsel materyalizminin ve kapitalist gelişim teorisinin temelinde yer almış olması dolayısıyla Marksist düşüncede değer yasası kilit bir öneme sahip olmuştur. Fakat daha da önemlisi değer yasası hem klasik Marksist gelenek için, hem de rakip teorisyenler için sınıf mücadelesinin ve Marks’ın kapitalist gelişim teorisinin temeli olmasından çok sömürü kuramının bir dayanağı olduğu hasebiyle muhatap alınmıştır. Nitekim eleştirmenlerin değer yasasına karşı bu özel muamelesinin sebebi daha çok değer yasasının sömürü kuramını haklılaştırdığı şeklindeki klasik Marksist görüştü. Marks’tan bu yana değer yasasına karşı bu saldırıların, sömürü kuramının meşruiyetinin dayanağını kazıma motivasyonuyla gerçekleştiği açıktır. Emeğin sermaye tarafından sömürüldüğü tezinin dayanaklarını tasfiye etme amacıyla değer yasasına saldıran eleştirmenlerin temel motivasyonu çoğunlukla bilim olmamıştır. 

 

Söz konusu Marks olunca rakip teorisyenler kendilerini her kılıfa uydurabilmiştir. Nitekim Marks bir taraftan toplum bilimlerini doğa bilimlerine indirgemekle veya pozitivist olmakla eleştirilerken, tarihin cilvesidir ki diğer taraftan iktisadın genel-geçer ya da kesin sonuçlar veren bir disiplin olduğuna kanaat getirmek pahasına Marks’ın değer yasasının tarihe karıştığı ya da iktisat “bilimi” tarafından çürütüldüğü söylenmiştir. Söz konusu Marks olunca mesela Talha Gülmez’in “Sosyalizmin Sorunları” başlıklı yazısında olduğu gibi kullanım değeri nasyonunu umursamadığını söyleyebilir, insanları hayretlere düşürecek çamurdan araba örneğiyle değer yasasına saldırabilirsiniz. Ya da Onur Göksel Yokuş’un “Marksist Sömürü Kuramı ve Eleştirisi” yazısında olduğu gibi “ad hominem” safsatasıyla Marks’ın sömürü olgusunu tasfiye edecek bir çözüm önerisi “sunamamasının” değer yasasının meşruiyetini tehlikeye attığını söyleyebilirsiniz. Marks’tan bu yana sermayenin emeği sömürmediğini gösterilmek için değer yasası hep rakip teorisyenlerin hedefinde olmuştur. Ne ki buradan bu eleştirmenleri rahatsız edecek acı bir gerçeği söylememiz gerekecek: Marksist sömürü kuramı emek-değer kuramına dayanmıyor!

 

Bununla beraber emek değer kuramının Marksist teorideki kilit önemi de tartışılmazdır. Nitekim değer yasasına yapılan eleştirilerin hedef tahtasında Marks’ın tarihsel materyalizmi ve onun kapitalist gelişim teorisi de vardır. Bu yazı kapsamında Gülmez’in ve Yokuş’un bahsi geçen yazılarında değer yasasına getirilmiş olunan eleştiriler üzerinden, Marks’ın emek-değer kuramının aslında ne olmadığını ortaya koymaya çalışacağım; çünkü bu yazılar Marksist değer yasasının ne olmadığına ilişkin anlatılarda bize iyi bir malzeme sunacaktır.

 

1)Değer yasası, bir ürünün salt emek ürünü olması dolayısıyla değere sahip olduğunu söyleyen bir teori değildir

 

Marks’ın diyalektik yöntemi ve kapitalist gelişim teorisi hakkıyla bilinmeden emek-değer kuramı anlaşılmaya çalışıldığında insanın aklına her emek ürününün bir değeri olup olmayacağı sorusu gelebilir. Başka bir deyişle ürünün değerini belirleyen emek olduğuna göre, her emek ürünü nesnenin bir değerinin olması gerektiği düşünülebilir. Sözgelimi Gülmez’in merak ettiği de bu soru olmuş ve bu varsayımdan hareketle çamurdan bir araba örneğiyle emeğin değeri belirleyemeyeceğini şöyle anlatmaya çalışmış: “Örneğin, üzerine bir saat uğraşarak çamurdan bir araba yaptım diyelim. Bunun, üzerine yine sekiz saat emek verilerek ortaya çıkan bir ev eşyası –diyelim, bir bıçak- yaptım. EDT’ye göre bu ikisinin değerinin aynı olması gerekmektedir. Fakat çamurdan bir arabaya kimse değer vermeyeceği, kimsenin bir işine yaramayacağı için ikisini kimse aynı değerde görmeyecektir”. Emek değer kuramı bir çocuğa anlatıldığında yapabileceği ilk itiraz bu türden bir itiraz olurdu şüphesiz. Fakat Gülmez’in devamında kullanım değeri nasyonunu neden umursamamız gerektiği sorusunu yöneltmesinden anlaşıldığı kadarıyla bir çocuktan farklı olarak gelebilecek itirazları tahmin edebiliyor. 

 

Kullanım değeri nasyonunu neden umursamayalım? Gülmez’in “kullanım değeri nasyonunu neden umursayalım” sorusunu haklı olarak sorabilmesi için, bu nasyonun neden umursanmaması gerektiğini göstermesi lazım gelir. Ne ki Gülmez, mantık ve argüman kurma kurallarını kenara atıp Marksistlere kullanım değeri nasyonunu neden umursamamız gerektiği sorusunu yönelterek değer yasasının geçersizliğini gösterebildiğini düşünüyor. 

 

Marks daha Kapital’in girişinde metanın kullanım değeri ve mübadele değeri olarak iki asli özelliği ya da unsuru olduğuna vurgu yapar. Buna göre bir ürünün meta olduğunu söyleyebilmemiz için hem insan ihtiyaçlarını karşılayabilmesi, hem de piyasada alınıp satılabilmesi lazım geliyor. Bunlardan birincisi kullanım değerine karşılık gelirken, ikincisi mübadele değerine karşılık gelir. Bir ürünün bu iki yönü olmadan, onun bir meta olduğunu söylememiz mümkün değildir. Dolayısıyla bir ürünün mübadele değerine sahip olabilmesi için, onun salt emek içerilmesi tek başına yetmiyor; aynı zamanda ürünün kullanım değerine sahip olması gerekiyor. Nitekim Marks Kapital‘in girişinde: “Meta her şeyden önce, taşıdığı özelliklerle şu ya da bu türden insan ihtiyaçlarını gideren dışsal bir nesne, bir şey” olduğunu söyler (1). Marks’a göre bir şey, değer içerilmeden kullanım değerine sahip olabilir, fakat bunun tersi doğru değildir. Nitekim ona göre “hiçbir şey, bir kullanım nesnesi olmadan değer olamaz. Bir şey yararsızsa, onun içerdiği emek de yararsızdır; bu emek emek sayılmaz ve dolayısıyla değer oluşturmaz”(2). Yani bir şey, ancak kullanım değerine sahip olması dolayısıyla bir değere sahip olabilir. Onun salt emek ürünü olması, Marks’ın deyişiyle değer oluşturmayacaktır. 

 

Ne ki burada sadece kullanım değeri nosyonu umursanmamış değil; dahası toplumsal olarak gerekli emek zaman nasyonuda es geçilmiş. Çünkü Marks’ın değer yasasına göre bir ürünlerin değeri içerildiği toplumsal olarak ortalama emek-zamana karşılık gelir. Yani şeylerin değeri içerildiği bireysel emek-zamanlara karşılık gelmez. Dolayısıyla Gülmez’in sandığının tersine tekil örneklerle değer yasası tartışılamaz. 

 

2)Değer yasası dört başı mamur bir fiyat teorisi değildir

 

Marks’ın değer yasası söz konusu olduğunda metalardaki değerin, fiyatlarına karşılık gelip gelmeyeceği sorusu sık sık gündeme getirilir. Çünkü metalardaki emek-değerin üretim fiyatlarına dolaysız olarak yansıması gerektiği düşünülür. Buradan hareketle değer yasasının geçersiz olduğunu gösterebilmek için meta fiyatlarının emek-değerlerine mübadele edilmediği ya da değerlerden saptığı ortaya konulmaya çalışılır. 

 

“Marxist sömürü eleştirisinin en büyük açığı” diyor Yokuş: “Emek değerin denklemin zorunlu eşitleyeni olmadığıdır(…) Marx’ın kurduğu denklemde iki ayrı metanın farklı niteliklerde ve nicelikte olmasına karşın eşitlenebiliyor oluşundan, bir eşitleyen olduğu sonucu çıkar. Ama sadece o kadar. Eşitleyen şeyin emek değer veya genel, belirlenmiş talepler olup olmayacağı tamamen olumsaldır”. Buna göre metaların fiyatlarının değerlerinden sapması pekâlâ mümkündür. Gülmez de bakkaldan alınmış çikolatalarla değerin fiyata karşılık gelmeyeceğini anlatmaya çalışmış: “Piyasadaki fiyatlar, her şey tahmin edildiği gibi yürürkenki değer yargılarının bir denge noktasına yakınsamış halinden ibaret. Bunlar pekala farklı faktörlerden (talepteki artış, arzdaki azalma, toplumsal değerlerdeki değişim vb.) etkilenebilirler”. Özetlersek anlatılmaya çalışılan şudur: Metaların fiyatlar birden çok faktörden etkilendiğinden dolayı emek, metaların fiyatlarında tek başına belirleyici bir unsur olmayacaktır. Fakat bu argüman Kapital‘in mantığını bütünüyle gözden kaçırıyor. 

 

Batı metafizik geleneği görünenin, oluşun dünyasının gerisinde bir öz, gerçeklik aramasına benzer olarak Marks da reel dünyada karşımıza çıkan iktisadi ilişkilerin gerisinde bulunan yasalara, yani görünenin ardındaki öze ulaşma niyetindeydi. Bir başka deyişle Marks’ın derdi salt oluş dünyasını betimlemek değil, bu oluş dünyasının kendisine tâbi olduğu yasaları açığa çıkartmak, dolayısıyla görünüşler dünyasını bu arkasında bulunan yasalarla ortaya koymak olmuştur. Marks bu iş için düşünceyi, soyuttan somuta doğru hareketiyle inceleyen Hegelci mantığı ya da diyalektiliği kullanmıştır. 

 

Hegel, sistemine en genel ve en soyut kategori olan Varlık kategorisiyle başlangıç yapmıştı. Hegel’e göre Varlığı bütün özelliklerinden soyutladığımızda bir Yokluk durumunu elde ederiz. Başka bir deyişle Varlık kategorisini en soyut şekliyle tahayyül ettiğimizde onun hiç bir içeriğinin olmadığını, dolayısıyla Varlığın aynı zamanda bir Yokluk olduğunu anlayabiliriz. Böylelikle Yokluk kategorisini Varlık kategorisinden elde ederiz. Varlıkla Yokluğun özdeşliği, düşüncenin Varlıktan Yokluğa ve Yokluktan Varlığa doğru olan hareketi ise bize üçüncü kategori olan Oluş kategorisini verir. İşte Hegel’in sistemi bu üçlü diyalektiliği izleyerek, Mutlak İdea‘ya değin kategorileri birbirlerinden zorunlulukla ama kendiliğinden çıkarıyor, düşünce en soyut olandan daha karmaşık, daha somut olana doğru hareket ediyordu. Dolayısıyla Hegelci mantık, kavramsal türetmelerle bütün Varlığın kavranmasını sağlıyordu. Hegel’in en soyut ve en genel kavram olan Varlık kategorisiyle işe başlayıp, düşüncenin diyalektik hareketiyle Mutlak İdea‘ya değin kategorileri birbirlerinden zorunlulukla çıkardığı bu mantık, Marks’ın Kapital‘de kullanmış olduğu mantıktı. Nitekim Lenin’in “Marx bize bir ‘mantık’ bırakmadı ama Kapital’in mantığını bıraktı”(3) derken anlatmak istediği, Marks’ın Hegelci diyalektiği Kapital’in bütününe bilgece sindirmiş olmasıydı. 

 

Marks iktisadi ilişkilerin görünüşler dünyasındaki tezahürünü açıklayacak, biçimin ardında bulunan özü ya da görünenin ardındaki gerçekliğe ulaşmayı sağlayacak yöntemi Hegelci mantık da bulmuştu. Marks Kapital’de Hegelci mantığı izleyerek, kapitalist üretim ilişkilerinin diyalektik hareketiyle daha soyut kavramlardan, somut kavramlara ya da daha karmaşık olan görünüşler dünyasına yol alır. Daha soyut olandan ya da genel yasalardan somut olana doğru yol alıp görünüşler dünyasının daha karmaşık modellerini genel yasalar aracılığıyla açıklarken, kapitalist üretim ilişkisinin bu soyut modeller ve genel yasalara tâbi olduğunu göstermeye çalışır. Nitekim bu Hegelci mantık, onun kapitalist üretim tarzını diyalektik bir düşünceyle incelemesini sağlarken, onun bu yolu keyfi ya da rastlantısal olarak izlemesinden alıkoyar. Çünkü soyut olan modellerden somut olan modeller çıkarılırken, her yeni adımda, kendisinden çıkarılan yasalar ya da kategoriler, yeni olan modelde muhafaza edilir; tıpkı Hegel’de Mutlak İde‘nin, kendisinden önce Varlık kategorisinden çıkarsanan bütün önceki kategorileri kendi içinde muhafaza etmesi gibi. Dolayısıyla iktisadi iliskilerdeki karmaşık ve somut modellerin tâbi olduğu yasalar, Marks’ın işin başında soyutlama işlemiyle çıkarsadığı soyut kategoriler ya da genel yasalar olacaktır. Başka bir deyişle reel dünyadaki iktisadi ilişkiler, Marks’ın düşüncede oluşturduğu soyut iktisadi kategoriler aracılığıyla açıklanabilecektir. Görünüşün ardındaki öze ulaşma çabasının altında tam olarak onun bu niyeti yatıyordu. 

 

Marks, Kapital‘in birinci cildinin soyut yapısından, üçüncü cildinin somut yapısına doğru yol alır. Bundan dolayı Kapital‘in birinci cildi, iktisadi ilişkilerin reel dünyadaki tam karşılıklarını betimlemez; Marks burada esas itibariyle deneyimlediğimiz ilişkilerin ya da görünenin ardında yatan öze ulaşmak, biçimin tâbi olduğu yasaları düşüncede oluşturmak ister. Yine bundan dolayıdır ki soyut modelleri ya da genel yasaları düşüncede oluşturma işlemi, bu yasa ya da modellerin somut dünyada tahrif olunmuş biçimlerini soyutlamayı gerektirmiştir. Değer yasası da bu soyutlama işlemiyle çıkarılır. Başka bir deyişle değer yasası, reel dünyada büründüğü biçimlerden soyutlanıp, düşüncede oluşturularak elde edilir. Dolayısıyla değer yasası soyut bir kategoridir. 

 

Tahmin edilebileceği gibi buradan çıkan sonuç şu olacaktır: Kapitalist üretim ilişkilerinin tezahürlerinden soyutlayıp düşüncede oluşturulan değer yasası, metaların fiyat hareketlerini eksiksiz ya da kusursuz bir biçimde tespit etmez. Onun böyle bir işlevi yoktur. Çünkü zaten bu fiyat hareketlerinden soyutlanmıştır. Kapital‘in birinci cildinde Marks’ın ürünün değeri ile fiyatının eşdeğer olduğunu varsayması bu sebepledir. E. Mandel tam da bu noktaya şöyle dikkat çekmişti: “Bu yaklaşımdan Böhm-Bawerk’ten başlayarak pek çok sayıda eleştirmenin varsaydığının tersine Marks’ın değer kuramıyla piyasadaki kısa-dönemli fiyat dalgalanmalarını açıklamaya asla niyet etmemiş olduğu hemen anlaşılır. Marks’ın ortaya çıkarmaya çalıştığı fiyat dalgalanmalarının ardında gizlenmiş olan esas, deyim yerindeyse molekülün içindeki atomlardı. Marks bütün iktisadi çözümlemeye farklı ve daha üst bir soyutlama düzeyine taşımıştı. Sorduğu soru Sami nasıl koşar değil (koşarken bacakları ve vücudu hangi hareketleri yapar) değil, Sami’yi koşturan nedir sorusuydu”(4).

 

Marks fiyatların değerden saptığını pekâlâ farkındaydı. Daha Kapital’in birinci cildinde şöyle yazmıştı: “Metanın para ile mübadele oranının göstericisi, zorunlu olarak, metanın değer büyüklüğünün göstericisi değildir (…)Metanın değer büyüklüğü, o metayla toplumsal emek-zaman arasındaki zorunlu ve meta değerinin yaratılması sürecinde yatan bir ilişkiyi ifade eder. Değer büyüklüğünün fiyata dönüşmesiyle bu zorunlu ilişki, bir metanın kendi dışında var olan para-meta ile mübadele oranı olarak görünür. Ne var ki, bu oran, metanın gerçek değer büyüklüğünü veya metanın o sıradaki koşullar altında karşılığı olarak verilen ve metanın gerçek değerinden az ya da çok farklı bir altın miktarını gösteriyor olabilir. Fiyatla değer büyüklüğü arasında nicel uygunsuzluk olasılığı ya da fiyatların değer büyüklüklerinden sapma olasılığı, demek ki, fiyat biçiminin kendisinde mevcuttur(5). (vurgular bizim) Fakat bu, fiyatların hareketleri metaların toplumsal olarak içerildiği emekten etkilenmiyor demek değildir. Çünkü fiyatların hareketleri son kertede değer yasası tarafından belirlenir. “Marks diyalektik araştırmayla görünenin (mesela fiyat hareketlerinin) ardındaki gerçekliği (mesela değer yasasının) ortaya koyar” derken anlatılmak istenen tam olarak budur. Eleştirmenlerin zannettiğinin tersine Marks’ın değer yasası, fiyat hareketlerinin tam teşekküllü bir saptamasını yapacak bir işleve sahip değildir. 

 

Marks’ın görünen iktisadi ilişkilerin ardındaki gerçek ilişkilere bakmasının altında yatan bu niyet göz ardı edildiğinde ya da Marks’ın düşüncede oluşturduğu genel yasaların bir soyutlama olduğu anlaşılmadığında değer yasasının görünen iktisadi ilişkilere tam olarak tekabül ettiğinin düşünülmesi kaçınılmaz olacaktır. İktisadi ilişkilerin görünüşteki tezahürlerinin, Marks’ın soyut ve genel yasalarıyla çeliştiği iddiası esas itibariyle Kapital‘de izlenmiş olunan Hegelci mantığı göz ardı eder. Nitekim Marks, Kapital’de görüngüler dünyasına saplanıp kalan iktisatçıları, şeylerin hareketlerinin özüne inmedikleri için eleştirmiştir: “Görünümler düzeyinde şeylerin kendilerini çoğu kez ters dönmüş şekilde ortaya koydukları, ekonomi politik hariç, hemen hemen bütün bilimlerde bilinen bir şeydir”.6 Çünkü Marks’a “göre görünen ile gerçek çakışsaydı bilime gerek kalmazdı.”

 

Marks’ın Kapital‘de kullanmış olduğu Hegelci mantığı bilmiyorsanız, akademik iktisatçılar gibi Kapital’in birinci cildi ile üçüncü cildi arasında bir çelişki görebilir, Gülmez gibi değer yasasını geçersiz kılmak için bakkaldan alınan çikolatayı örnek verebilir ya da Yokuş gibi daha çok soyutlama düzeyinde kalmış Kapital’in birinci cildinden alınmış anekdotlarla değer yasasını eleştirmeye kalkışabilirsiniz. Zira Lenin şunu söylerken hiç de haksızlık yapıyor değildi: “Hegel’in Mantık Bilimi’nin tümü iyice incelenmeksizin ve anlaşılmaksızın, Marx’ın Kapital’ini ve özellikle de Kapital’in birinci bölümünü bütünüyle anlamak olanaksızdır. Şu halde hiçbir Marxist, ondan yarım yüzyıl sonra bile, Marx’ı anlamış değildir”7

 

3)Değer yasası adil fiyat teorisi değildir. 

 

Gerek klasik Marksist gelenek içinde gerekse rakip teorisyenler tarafından Marks’ın sömürü kuramı katkı ilkesiyle okunmuş olup, kapitalist sömürü işçilerin üretmiş olduğu artık değerin çekip alınması şeklinde anlaşılmıştır. Marks’ın sömürü kuramını bu klasik argümanla okuyan Yokşun, bu durumun değer yasasını tehlikeye sokacağı yönünde şöyle bir eleştiri getirmiş: “Bu denklemi öğrenen birisinin ilk soracağı soru; sosyalist üretim tarzında yine kâr etmesi gereken bir şeyin olup olmayacağıdır (sosyalizm de değer yasası varlık nedenini yitirdiği hasebiyle kâr olgusu ortadan kalkar – R.K.). Sonuçta kâr eden fabrika, işverene kar ettirmese bile kar ettirdiği, var olmasının nedeni olan bir sebebe bağlı olmak zorundadır. Ve bu sebep yine işçinin kendisine yabancılaşmasına sebep olacak ve bu da sistem farklı olmasına rağmen iç çatışmaları yine doğuracaktır denebilir. Devletin (sosyalizmde devlet olmaz – R.K.) üretilen ürünlerden dolaylı veya doğrudan kar etmesi gereklidir”. 

 

Ne yazık ki Yokuş’un sosyalist toplumun sömürüyü tasfiye edemediği varsayımıyla değer yasasının meşruiyetini sorgularken açıkça “ad hominem” safsatasına düşüyor. Meseleyi daha iyi anlamak için argümanı şöyle toparlayalım.

 

(a)Marks kapitalist toplumda işçilerin sömürüldüğünü söylüyor

(b)Marks’ın sosyalist toplumu, sömürü olgusunu tasfiye edemiyor

(c)O halde Marks, kapitalist toplumda işçilerin sömürüldüğü veya değer yasasının var olduğu iddiasında bulunamaz ya da bu iddia doğru olamaz. 

 

Yokuş’un, Marks’ın sosyalist toplumunun sömürü olgusunu tasfiye “edemediği” dolayısıyla onun kapitalist toplumda sömürü olgusunun ya da değer yasasının var olduğu iddiasında bulunmaya hakkının olamayacağını mı yoksa iddianın doğru olamayacağını mı anlatmak istediği açık değildir. Fakat her iki durumda da ad hominem safsatasına düşmüş olacaktır; çünkü Marks’ın ortaya koyduğu argümanla muhatap olmak yerine, sosyalist toplumuna ilişkin “ama sende de şu var” türü bir eleştiriyle ya Marks’ın kapitalist toplumda sömürü ya da değer yasasının varolduğu iddiasının doğru olmayacağını ya da bu iddia da bulunmaya hakkının olmayacağını anlatmak istiyor. Ne ki Marks’ın sosyalist toplumunun sömürü olgusunu tasfiye edememesi bir şeydir, Marks’ın değer yasası ve sömürü kuramına ilişkin argümanları başka bir şeydir. Marks’ın sömürüyü tasfiye edecek bir çözüm önerisi “sunamamış” olması, onun kapitalist topluma dair iddialarını ne geçersiz kılar, ne de onun bu iddiada bulunmaya hakkı olmadığını gösterir. Sadece Marks’ın çözüm önerisi sunamadığı söylenebilir, o kadar. Yokuş’un, Marks’ın sosyalist toplumunun, değer yasası ve sömürü kuramının meşruiyetini neden tehlikeye attığına dair bize bir açıklama borçludur. 

 

Fakat bu argümanının sadece bir yüzüdür. Yokşun’un safsataya düştüğü argüman adil fiyat teorisi olarak değer yasasının sosyalist toplumda sömürüyü alt edecek bir araç sunamadığını göstermeyi amaçlıyordu. Ne var ki argümanın bu diğer yüzü değer yasasını adil bir fiyat teorisi olarak okurkan en başından hata yapıyor. Çünkü Marks’ın değer yasasının böyle bir işlevi yoktur. Alex Callinicos tam da bu noktaya şöyle işaret etmişti: “Marks’ın sömürüye ilişkin teorisi, hak etme fikriyle ilgilenmez. Marks, ‘burjuva düzeni‘ndeki gibi insanların emeklerine göre ödüllendirilmesini gerektiren yardımlaşma ilkesini yadsır; eğer onun adalet ilkesi varsa (böyle bir ilkeye sahip olduğunu her ne kadar inkar etse de)  ihtiyaçlar ilkesinden başka bir şey değildir bu.”8 Dolayısıyla değer yasası, herkesin emek ürünlerini alması gerektiğini anlatmaz; sadece kapitalist üretim tarzını açıklama işlevi gören bir yasadır. Allen Wood’un belirttiği gibi: “Marks insanların kendi ürettikleri metaların (emek zamanınca ölçülen) değerine sahip olma hakları olduğunu veya metanın değerine göre takas edilmesi gerektiğini iddia etmez. Malların gelecek toplumlarda değerine göre takas edileceğini düşünmez, öyle olması gerektiğini de öne sürmez. Değer yasası,kapitalizmde fiilen neler olduğunu açıklamak için kullanılan bir iktisat bilimi önermesidir.”(9).

 

Değer yasasının adil fiyat teorisi olarak okunmasının altında yatan asıl neden Marks’ın sömürü kuramının katkı ilkesine dayandığı iddiasıdır; çünkü klasik Marksist geleneğin sömürüyü işçilerin ürettiği artık değerin kapitalistler tarafından çekip alınması şeklinde okuması, işçilerin ürettiği değerin sahibi olması gerektiği şeklinde bir intiba uyandırmıştır. Nitekim G.A. Cohen bu noktayı tespit etmiş, emek-değer teorisine dayanan klasik Marksist sömürü tezinin liberteryen kendi kendinin sahibi olmak ilkesine karşılık geleceğini söylemişti. Fakat Allen Wood’un da bilgece ortaya koyduğu gibi Marks’a göre kapitalizmi sömürücü kılan şey artık değer aktarımı değil, emeğin sermaye karşısındaki korunmasızlığıydı. Zira Wood’a göre Marksizmin sınırları içinde kalarak sermayenin, yaşamak için emek güçlerini satmak zorunda kalan işçilerin korunmasızlığından ya da zaafından faydalanmasının, kapitalizmi sömürücü kılan esas unsur olduğunu söylemek mümkündü.  

 

Dipnotlar

1.)Karl Marx, Kapital, C 1, Mehmet Selik ve Nail Satlıgan (çev.), Yordam Kitap, Onbirinci Basım, İstanbul 2018, s. 49. 

2.)Marx, Kapital, C 1, s. 54. 

3.)V.Lenin Felsefe Defterleri, Atilla Tokatlı (çev.), Sosyal Yayınları, İstanbul 1976, s. 266.

4.)Ernest Mandel, Marx’ın Kapitali, Osman S. Binatlı (çev.), Yazın Yayıncılık, İstanbul 2008, s. 50. 

5.)Karl Marx, Kapital, C 1, Mehmet Selik ve Nail Satlıgan (çev.), Yordam Kitap, Onbirinci Basım, İstanbul 2018, s. 108-109. 

6.)Marx, Kapital, C 1, s. 515. 

7.)V.Lenin Felsefe Defterleri, Atilla Tokatlı (çev.), Sosyal Yayınları, İstanbul 1976, s. 146.

8.)Alex Callinicos, Eşitlik, Öncel Sencerman (çev.), BilgeSu Yayıncılık, Ankara 2014, s. 98

9.)Allen W. Wood, Karl Marx, Dilek Yücel ve Barış Aydın (çev.), İletişim Yayınları, İstanbul 2017,  s. 374-375. 

 

1 Comment

  1. “Fakat Allen Wood’un da bilgece ortaya koyduğu gibi Marks’a göre kapitalizmi sömürücü kılan şey artık değer aktarımı değil, emeğin sermaye karşısındaki korunmasızlığıydı. Zira Wood’a göre Marksizmin sınırları içinde kalarak sermayenin, yaşamak için emek güçlerini satmak zorunda kalan işçilerin korunmasızlığından ya da zaafından faydalanmasının, kapitalizmi sömürücü kılan esas unsur olduğunu söylemek mümkündü.”

    Bunu söyleyebilmek için emek-değer kavramına gerek yok ki? Marksizmin hedefinin ne olduğunu tartışmak daha doğru olacaktır o zaman, ona göre önerdiği modelin sağlaması yapılabilir.

    Çalışanın pazarlık gücünün olmaması ise mesele, o zaman çalışan ile işveren arasındaki güç/pazarlık dengesinin hukuk yoluyla oluşturulması gerekir. Bu da günümüzdeki işçi hakları, asgari ücret, sosyal sigorta hakları, sendikalar vb. araçlarla sağlanmaya çalışılmaktadır.

    Özünde, girişimcilik emeği de diğer emekler gibi yadsınamaz, o yüzden girişimcilik için gereken sermaye birikimi de engellenemez. Güç dengesini bozan şey sermaye ve silah birikimi ise, işçilerin örgütlenme ve oy hakkı yoluyla gücü dengeleyecek mevzuat yaratması mümkün olacaktır.

    Herkesin GSMH’den aynı miktarda pay almasını beklemek mantıklı değil. O zaman çalışkan insan ile çalışkan olmayan insanın bir farkı kalmaz, herkes elinden gelen minimum emeği sarf eder, motivasyon kalmaz.

    Hedeflenen şey, herkesin zengin ya da herkesin eşit gelire sahip olmasından ziyade herkesin asgari bir insanca yaşam kalitesini idame ettirecek gelir düzeyine sahip olmasıdır. Onun üzerinde pazarlığa bağlı ücret farklılıklarına müsaade etmek gerekir.

    Ayrıca kişilerin beyin yapısına ve kabiliyetlerine göre kendilerine uygun işlere yönlendirilerek sistemin gelir üretme verimliliğinin artırılması gerekir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

Şüpheci Teizm – Justin P. McBrayer

Önceki Makale

Arap ve İslam Felsefesinde Mistisizm (Stanford Felsefe Ansiklopedisi)