/

Liberalizm ve Neo-Muhafazakârlık: Bir Sentez Oluşturulabilir mi? -Ronald Hamoway

2617 görüntülenme
50 dk okuma süresi
Kualia Analitik Felsefe

Kualia Analitik Felsefe

Çeviri: Faruk Pak

Editör: Hasan Ayer

Bir takım önde gelen siyaset kuramcılarının iddialarına göre, mevcut siyasi fikir yelpazesi solda komünizm ve sosyalizmden refah devletçiliğe, muhafazakârlık ve onun dallarının olduğu taraf olan sağda ise liberteryanizm, laissez-faireizm, bireycilik, Burke’çülük, gelenekçilik, vs.ye uzanan bir doğrultuda ilerlemektedir. Şu anda “sağcı” bir siyasi duruş sergileyen çoğu insan, bazı yazarlar tarafından ileri sürülmüş şu sonuçta karar kılmışlardır: Bu akımı karakterize eden iki ana siyasi felsefe bugün uzlaştırılmış ve sentezlenmiştir, yani ekonomik konularda liberal bir duruş sergileyenler, bu duruşlarıyla tutarlı olacak şekilde muhafazakâr bir sosyal politikayı destekleyebilirler. Bu görüşün aleyhinde bu makalenin öne süreceği şey, klasik liberalizm ve muhafazakârlık arasında köklü farklılıklar olduğu, esasında iki pozisyonun uzlaştırılamaz şekilde çeliştiği ve birbiriyle ilişkili siyasi felsefeler olmaktan ziyade zıt kutuplar olarak sınıflandırılabilecekleridir ki makul olan bu gibi görünüyor. 

İlerleyen bölümde masaya yatırıp irdeleyeceğim görüşün, kendilerini muhafazakâr olarak tanımlayanlar tarafından tüm yönleriyle kabul edilmiş bir tutum olduğunu da iddia etmek istemem. Yapmaya çabalayacağım şey, en önde gelen teorisyenlerinin metinlerinde yer aldığı gibi, kanımca bu düşünce okulunun karakteristiği sayılabilecek şeylerin sistematik bir tasvirini sunmak olacaktır. Burada şematizasyondaki aşırılık konusunda ister istemez bir hata olacaktır; yine de eserlerini grubun düşüncelerinin bir temsilcisi olarak değerlendirdiğim yazarlara haksızlık etmek niyetinde olmadığımı belirteyim.

Modern muhafazakârlık, tıpkı diğer çağların muhafazakârlığı gibi, konumunu dayandıracağı formel ilkeler dizisinden yoksundur, bununla birlikte mevcut siyasi ve toplumsal kurumların lehine olacak şekilde bir karineye sahiptir. Buradan, değişim geçiren bir toplumsal düzene, değişim gerçekleştikten hemen sonra ya da hatta birkaç yıl sonra destek vereceği anlamı çıkmamalıdır. Muhafazakâr kuramcılar, yeni düzenin, sırf yeni olduğu için, henüz geleneksel bağlamda yeterince değer kazanamadığını ve toplumun bütün yapısına yedirilemediğini savunurlar; bu düzenin mevcut kurumların karmaşıklığına entegrasyonu için epey zamana ihtiyaç duyulacaktır.

Yine de bu karmaşıklık, şüphesiz, geçmişteki tüm yeniliklerin toplamından daha fazlasına tekabül etmektedir. Bir önceki düzenin her münhasır kurumu ve değerler sisteminin kendisi, her biri geçmişte bir zamanda ortaya çıkmış olan ve kendisinden önceki unsurların ya değiştirilmesiyle ya da onlarla doğrudan çatışma halinde olan çok sayıda unsurdan oluşmaktadır. Konjonktüre de bağlı olarak muhafazakârlık, ne kadar fayda getireceği farketmeksizin tüm yeniliklere mesafeli yaklaşmak mecburiyetinde bırakılmaktadır. Eğer bir kurumun makbuliyeti için en önemli kriter yeterince zamanı geçirmek ve ayakta kalmış olmak idiyse, o zaman kurum ne denli eskiyse o kadar iyidir demektir. Tutarlı bir muhafazakâr, siyasi ve sosyal düzenlemelerin geçmişini irdelediğinde, mantıken, meydana gelmiş olan her türlü temel değişikliği, bu değişiklikler şu an muhafaza etmek istediği düzenin zeminini oluşturuyor olsa bile, o anki var olan düzen uğruna kınamak mecburiyetindedir. Nitekim Willmoore Kendall, mevcut Grek adetlerini muhafaza edebilmek amacıyla Sokrates’in idamını desteklemesinin nedenleriyle hareket edecekse, Hıristiyanlık konusunda da Haç Devrimi o dönemde yerleşik Batı toplumuna yönelik en ciddi tehdidi oluşturuyordu diye Roma’nın Hıristiyanlara yönelik zulmünü desteklemekten başka bir şey yapamazdı.

Eğer muhafazakâr sistem için en önemli kavram olarak bir tanesi seçilecek olunsaydı, bu pekâlâ gelenek kavramı olabilirdi. “Geleneksellikle” kastedilen, belirli bir kurumun eskiliğinden ziyade, o kurumun toplumun değerlerinde ne ölçüde yer edinmiş olduğudur. Druidizmin Britanyalılar nezdinde Hıristiyanlıktan daha eskiye dayanıyor olması, muhafazakârları daha genç olan bu kurumu reddetmeye mecbur bırakmaz; zira Druidizm artık İngiliz geleneğinin bir parçası olarak nitelendirilemez ve mevcut konsensüste pek az destek bulmaktadır. Gelgelelim bu kıstas, salt uzun ömürlülük ölçütünün değerlendirilmesinde karşılaşılan güçlüklerin aynılarından muzdariptir. Geleneklerin birbiriyle çatıştığı durumlarda muhafazakârlar birini ötekine yeğlemek için hiçbir ilkeli gerekçe gösteremezler ve bu tür gelenek çatışmaları bizimkisi gibi kompleks toplumlarda sıklıkla yaşanmaktadır. Görülüyor ki, din konusunda hoşgörü de belli bir dinî inanışın zorla empoze edilmesi de Batı toplumunun tarihinde bulunmaktadır ve her ikisi de Batı geleneğinin bir unsurudur. Muhafazakârlar, gelenekselci konular çerçevesi dışında aklın kullanımını bilinçli olarak reddettikleri için, isabetli bir karar alınmasını sağlayabilecek net bir kılavuz bulunmamaktadır. Frank S. Meyer’in yaptığı gibi, cevaplandırılması gereken esas soru hangi geleneğin takip edileceğinin seçimini gerektiriyorsa, aklın gelenek içinde kullanılması gerektiğini iddia etmek bir çözüm olmayacaktır.

Görünüşte farklılık arz etse de aslında düzgün bir toplumsal yapının oluşturulmasında bir ölçüt olarak kendini gösterecek gelenekle yakından ilişkili olan ilke, toplumun sahip olması gereken kurumsal altyapıya ilişkin bilgilerin kaynağının toplumun mutabakatında bulunduğu inancıdır. Genel olarak yorumlandığı şekliyle bu, bütün insanların uzun bir zaman dilimi içinde, esrarengiz bir şekilde, optimum olana yakın bir değerler sistemine erişeceği anlamına gelmektedir; Burke’ün tabiriyle, “Birey aptaldır, ama tür bilgedir.” Dolayısıyla, kimi muhafazakârlar, herhangi bir zamanda, kurumların belirlenmesinin toplumun mutabakatına bırakılması gerektiği sonucuna varmaktadır. Muhafazakâr lügatte gelenek, en yaygın şekilde benimsenen değerlerle temsil edildiğinden, bu “toplumsal mutabakat”, bu nedenle, neredeyse her zaman geleneksel olma ölçütüyle kutsanan değerlere yanaşacaktır. Bu ölçüt gelenek ölçütüyle kesiştiği ölçüde, geleneğe gelen eleştirilere maruz kalacaktır; çünkü mutabakatlar çatıştığında ne yapılacaktır? Bununla birlikte, bu “en yaygın tercih” muhafazakârların geleneksel değerler yelpazesi içinde sınıflandırmak istediklerini izlemiyorsa, o zaman, tercih için yine esaslı bir gerekçe sunulmadığından, toplumsal mutabakat bireysel keyfi kararların ve kontrolsüz çoğunlukçuluğun toplamına indirgenmiş olur.

Muhafazakârlar siyasete yönelik “metafizik” yaklaşımları küçümserken, kabul edilen gelenekler açıkça çatıştığından, bu tür gelenekler arasından seçim yapmak mecburiyetinde bırakılmaktadırlar. Açıktır ki bu, geleneği ölçüt olarak kullanarak gerçekleştirilemez, zira bir kısır döngü ortaya çıkacaktır. Bu nedenle, sonunda “pratik kurallara”, “ihtiyati düsturlara” ve diğer kesin olmayan mihenk taşlarına dayanmak zorunda kalırlar. Tamamen durum odaklı bir siyaset teorisinin barındırdığı eksiklikler, çoğu muhafazakâr düşünürü statükonun savunusunda, sosyal düzeni değerlendirirken kullanabilecekleri daha olumlu kriterler eklemeye itmiştir. Buradan hareketle, muhafazakarların programlarının fikrî yönlerini ele alıp  savundukları politikaların neler olduğunu inceleyebiliriz. Muhafazakar tasarının en ihtilaflı yönlerinden biri, toplumun üyelerine belli bir dizi dini törelerin empoze edilmesini amaçlayan politikasıdır. Amerika Birleşik Devletleri’nde bu, Pazar günleri “Mavi Yasalar”, “ahlaka aykırı” cinsel uygulamaların yasaklanması, devlet okullarında din eğitimi vb. gibi özgürlük eylemleri üzerinde çeşitli kısıtlamaların savunulması biçimini alır. Russell Kirk gibi “politik sorunların en özünde dini ve ahlaki sorunlar olduğuna” inanılırsa, Kilise ve Devlet arasında net bir ayrım yapmak imkansız hale gelir. L. Brent Bozell, “Özgürlük mü Erdem mi?” adlı ünlü makalesinde, toplumun yönetilmesindeki temel prensibin ya liberallerin savunduğu özgürlüğün maksimizasyonu ya da muhafazakârların amaçladığı erdemin maksimizasyonu olabileceği, ancak her ikisinin birden mümkün olmadığı tezini savunmaktadır. Hıristiyanlığın hakikatlerini bir kez kabul ettikten sonra, muhafazakârın yükümlülüğü bu hakikatleri ilerletmek için Devlet aygıtını kullanmaktır:

“Gidin ve bütün ulusları öğrencilerim olarak yetiştirin.”

Bunlar Hıristiyanlığın emirnameleridir ve teolojik bir bakış açısıyla merkezi operasyonel buyruklarıdır. Tanrı’nın maksadının iki taraflı olduğunu söyleyebiliriz: insanüstü inayete erişimin olabildiğince kapsamlı olmasını sağlamak, yani Hıristiyan Kilisesi’ni yüceltmek; ve insan erdemine bir zemin olacak dünyevi koşulları tesis etmek, anlayacağınız bir Hıristiyan medeniyeti inşa etmek. İkinci amaç, Enkarnasyon’un tarihî meyvesi olan Batı Medeniyeti’nin – ve dolayısıyla bir anlamda “Tanrı’nın medeniyetinin ” – her ne pahasına olursa olsun muhafaza edilmesi ve kendisinin yüceltilmesi gerektiği düşüncesinin başlangıcı ve gerekçesidir.

İyi bir halk topluluğu, yöneticilerinin ölçüsünü ve yozlaşma ihtimallerini göz önünde bulundurarak, onları yollar inşa etmekle, posta sistemini sürdürmekle, müstehcenlik karşıtı yasalar çıkarmakla ya da kiliselere vergi muafiyeti sağlamakla suçlayabilir. . . Bu [iyi ulus], devlete yalnızca bu tür hususlarda toplumsal mutabakatın ifade edilmesi ve dolayısıyla savunulması için potansiyel bir araç olarak bakacaktır. .

Bozell’in bu konudaki çıkarımları şu sırayı izlemektedir: (1) “İnsanın ereği erdemdir.” (2) Siyasetin temel gayesi erdem arayışına yardımcı olmaktır. (3) “Siyasi (ve ekonomik) özgürlükler … . “kurumlardır,” erekler değil. (4) ” İnsanın sırf kendisinin iyiliği için özgürlüğe hissettiği yakınlık … doğaya karşı bir isyandır; Tanrı’dan özgür olma dürtüsüdür.” Birçok muhafazakârın endüstriyalizme, serbest piyasaya ve liberal sınırlı hükümet kavramlarına olan muhalefeti, ahlaki ve dini fikirlerin açık toplumunu reddetmelerinden daha az belirgin değildir. Devlet bir kez “ilahi olarak buyurulmuş ahlâki bir öz” olarak algılanmaya başlandığında, en tali yönleri dışında eleştiriye yahut irdelenmeye kapalı hâle gelir. Devletin eylemleri bir kez gelenekselleştiğinde, bir toplumun üyeleri tarafından özgür iradeleri ile benimsenen ve bireyin yaşam biçimine sinmiş kurumlara gösterilen saygının aynısı ile karşılanır. Willmoore Kendall’ınki bu yaklaşımın en uç örneği gibi görünmektedir. The Conservative Affirmation adlı eserinde Kendall, Amerikan yasama organını, Amerikan toplumunun sahih önyargılarını temsil ettiği ve bu önyargılara göre hareket etmeye hazır olduğu için gelenekçi duyguların en büyük temsilcisi olarak yüceltmektedir. Dolayısıyla, Kongre katı ulusal güvenliğin en güçlü savunucusudur, (seçmenlerinin arzularını yansıtan) faydalı “domuz fıçısı (seçim bölgelerine özel yapılan yatırım)” yasalarına düşkündür, korumacı bir dış ticaret politikasını destekler, devlet okullarında ayrımcılığın sona erdirilmesine yönelik eylemleri frenleme meylindedir, sıkı göçmen kotalarına taraftardır, Hava Kuvvetleri’nin büyüklüğü konusunda “yükseliş” isteme eğilimindedir, milliyetçidir ve elbette sağcı olmaları koşuluyla diktatörlükleri destekleme konusunda müşkülpesent değildir. “Herhangi bir liberalin, serbest piyasanın işleyişine dair cehalete ve bariz ırkçılık ve milliyetçiliğe dayanan bu programdaki fikirleriyle uzaktan da olsa bir yakınlık kurması söz konusu bile olamaz. Hiçbir noktada bu politikaların neden Amerikan vatandaşlarının refahını arttırmaya hizmet ettiği açıklanmamaktadır, sadece geleneksel kırsal Amerikan değerlerini yansıttıkları belirtilmektedir ki bu da bir liberalin siyasi bir öneriyi kabul etmek için gerekli ya da yeterli bir koşul olarak değerlendireceği bir şey olamaz.

Muhafazakâr literatür, modern kapitalist ekonomik yapıya ve bireysel seçimlere güvenilmediğini gösteren ifadelerle doludur. Kirk liberalleri “‘rasyonalizme’ olan düşkünlükleri” nedeniyle yermektedir. . ki bu halleri hakiki komünal yaşama korkunç zararlar vermiştir” ve rekabetçi piyasa ekonomisine ve “kalpsiz bireyciliğe” güven duyulmasına vesile olmuş, böylece insanların devamlılığa duydukları sade ve dürüst özlemi hiçe saymıştır. Modern kapitalizmin aslında eski komünal düzeni yok ettiğini savunmaktadırlar. Bu durum, Kuehnelt-Leddihn ve diğer muhafazakârların “ruhsuz şirketler” diye tabir ettiği şeyi, kapitalizm öncesinin hâkim mülkiyet biçimlerinden daha az meşru çünkü daha az doğrudan olduğunu düşündükleri bir mülkiyet sistemi temelinde yaratmıştır.

Muhafazakârların devletin ekonomik müdahalesine mesafeli durmadıkları, Francis Graham Wilson’ın sayısız sosyal refah yasasını muhafazakâr felsefeyle harmanlamaya çalışmalarından ve Profesör Ropke’nin tercih ettiği özel endüstri yapısını desteklemek için Devletten faydalanmaya istekli olmasından da çıkarılabilmektedir. “Liberalizm uygulamalı iktisattır ” diyen liberallerin aksine, Carlyle ve Disraeli’nin iktisadı aşağılayıcı yaklaşımlarını paylaşıyor gibi görünen muhafazakârların serbest piyasayı desteklemek için hiçbir bilimsel gerekçesi yoktur. Dahası, özgürlüğün maksimizasyonu muhafazakârlar için siyaset felsefesinin temel bir aksiyomu olamayacağından, Devlet eylemi üzerinde hiçbir ilkesel kontrol kalmamaktadır.

Geleneklere sadık bir Devlet denetleme sistemi pahasına malların ve fikirlerin serbest dolaşımını reddeden muhafazakârlar, bir şekilde ” canlılıktan gelen özel bir bütünlülüğe sahip” bir organizma olarak nitelendirilen topluluğun bireyden üstün olduğuna ve dolayısıyla kişisel etkileşim sorunlarına atomistik bir yaklaşımın toplumsal olguların bütününü gerçek anlamda kapsayamayacağına inanmaktadırlar. Liberal sistem tarafından sunulan seçim alternatiflerinin çok fazla arttırılması, insanların kendi zararlarına olacak şekilde kendilerini şımartmalarına, “anarşik dürtülerine” yenik düşmelerine sebep olmaktadır. Eski düzeni güvence altına almak, insanların Tanrı’nın iradesine ve toplumun çıkarlarına göre hareket etmelerini sağlamak için muhafazakârlar onlara Devlet’in baskıcı uygulamalarını dayatırlar. Bu açıdan muhafazakâr, komüniste en çok yaklaşan kişidir, zira her ikisi de Weltanschauungen’e sahiptir ve her ikisi de böyle bir komünalist dünya görüşünü toplumun inatçı üyelerine zorla dayatmaya hazırdır. Frank Meyer, ” yabancılaşma ” kavramının hem Marksistlerin hem de muhafazakarların düşüncesinde büyük bir rol oynadığına ve bu terimle ” kapitalizmin ve on dokuzuncu yüzyılın özgür toplumunun gelişmesiyle tek tek kişilerin toplumsal bir matristen ayrılmasını ” kastettikleri konusunda hemfikir olduklarına işaret etmektedir. Popper, kavramın Platon’da beşinci yüzyıl Atina’sının nispeten açık toplumuna bir tepki olarak ortaya çıktığını savunmaktadır. Modern sözleşme toplumunun yeniden ortaya çıkışıyla birlikte bu tutumun yeniden doğuşunu gözlemlemek oldukça ilginç. Russell Kirk bu konuda İngiliz ve Alman romantiklerinin ve Fransız gerici yazarlarının cephaneliğinden yararlanıyor:

Endüstriyalizm, radikal demokrasi ve yanlış bir bireycilik, insanları ortak bir amaç etrafında birleştiren kadim bağları -kilise, sınıf, lonca, yerel haklar ve yükümlülükler, yüzyıllar boyunca her şeyi yerli yerinde tutan amaca dönük sorumluluk duygusu- yok etmiştir.

Muhafazakârların organik bir bütün olarak topluma dair neredeyse mistik kavramlarıyla yakından bağlantılı olan şey, siyasi kurumların uygunluğunu araştırmada meşru bir araç olarak aklı reddetmeleridir. Muhafazakârlık bu yönüyle çağımızı karakterize eden akla karşı isyanı paylaşmaktadır ki bu da muhafazakârlığın bu yüzyılda neden liberalizmden daha popüler olma eğiliminde olduğunu kısmen açıklayabilir. Modern muhafazakâr yazının neredeyse tamamında akla güvensizlik hâkimdir. Örneğin Kirk, Keith Feiling’in akla yönelik ithamını onaylayarak alıntılamaktadır:

Bize insan aklına güvenmediğimiz söylendiğinde bunu inkâr etmekle yanlış yapıyoruz: güvenmiyoruz ve güvenemeyiz. İnsan aklı baldıran otu kadehini hazırladı, insan aklı Notre Dame’da kanonlaştırıldı.

Usavurmaya ilişkin bu kritik, insan duygusallığının şu anda olduğundan daha fazla önem arz ettiği bir değer sisteminin oluşturulmasını önermekle sınırlı olmayıp, siyasi kurumlara ilişkin tartışmaları da içine almaktadır. James Burnham’ın hükümetin gerekliliğine ilişkin savı, kendisinin de kabul ettiği gibi, rasyonel bir sav olmayıp, “işler böyle yürüyor” minvalinde bir argümandan başka bir şeye dayanmamaktadır:

Ama neden kalıtımsal ya da demokratik ya da başka bir meşrutiyet ilkesini kabul edeyim ki? Neden böyle bir ilke o adamın benim üzerimdeki egemenliğini haklı çıkarsın? Benim babam yerine kendi babasına, benim derim yerine kendi derisine sahip olduğu için, elindekilerle benimkinden daha fazla oy alabildiği için mi benden daha iyi olduğunu kanıtlamış oluyor? Bu ilkeyi kabul ediyorum. Çünkü kabul ediyorum, çünkü bu böyledir ve hep böyle olmuştur. Bu yeterli ve yerinde bir argüman olabilir, fakat kesinlikle rasyonel bir argüman değildir.

Burnham’ın Devletin kökenine ilişkin yaptığı oldukça dokunaklı açıklama ise daha da uç bir duruş ve bize göre derin ve merkezi bir hakikati içermektedir:

Eski zamanlarda, bilimin yanılsamaları kadim bilgeliği kirletmeden önce, Kentlerin kurucularının tanrılar yahut yarı-tanrılar olduğu kabul edilirdi.

Kuşkusuz bu, Bentham ve James Mill gibi adamların acımasız ve kurnaz rasyonalizminden epey farklı; şimdi muhafazakârlığın köklerini ve geçmişte liberalizm ile olan ilişkisini inceleyecek olduğumuz takdirde, muhafazakârlık ve liberalizm arasında bir sentezin olanaklı olup olmadığı belki de görülecektir. Muhafazakârlık, on sekizinci yüzyılın bitimine doğru, o zamana kadar sistematik bir savunusu bulunmayan Eski Rejim için bir dayanak noktası olmak amacıy la ortaya çıkmıştır. Kendisini bu göreve adamış ilk düşünür Edmund Burke’tür. Pek çok liberal düşünceye sahip olmasına rağmen, sosyal düzenlemelerin yerindeliğinin değerlendirilmesinde başat kriter olarak uzun ömürlülüğe bağlılık gibi bazı fikirler ortaya koymuş ve bu fikirler onu İngiliz muhafazakarlığının atası ve Kıta muhafazakarlığının esin kaynağı haline getirmiştir. John Morley onun düşüncesinin bu yönü hakkında şöyle demektedir:

. . . Hepimizin bildiği gibi, Julian’ın [Mürtet] maziyle arasında güçlü bir bağ vardı. Fakat bu kayda değer figürün tek olayı irtica ile arasındaki duygusallık iken, Burke’ünki ister Büyük Britanya’nın özgür Parlamentosu’nda, ister Versailles’ın kadim mutlakiyetçiliğinde, ister Oude’nin laik ihtişamında ve kutsal şehir ve Tanrı’nın bahçesi Benares’in dokunulmaz kutsallığında olsun, tüm kadim ve yerleşik düzenin usavurulmuş filozofik savunusuydu.

Kendisinin peşinden gelen muhafazakârların çoğunun aksine Burke, kapitalist bir toplum ekonomisini desteklemiştir. Ancak Kilise ve Devlet ayrımına duyduğu inanç eksikliği ve hatta zaman zaman dini hoşgörüsüzlüğü Burke’ü sahici bir liberal olarak sınıflandırmayı imkânsız kılmaktadır. Bu tavrı kendisini en net biçimde On the Petition of the Unitarians adlı eserinde göstermiştir ve ahlaki tutumun tek tipleştirilmesine yönelik aynı arzudan ve muhafazakâr düşünürleri günümüze kadar motive eden düşünceleri kontrol etmenin hükümetin görev alanına girdiğine dair aynı kanonun kabul edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bana göre “din”, diyor Burke,

Hıristiyan bir yargıcın görev alanının dışında olmaktan o kadar uzaktır ki, sadece onun ilgilendiği bir şey olmakla kalmaz, aynı zamanda ilgilenmesi gereken temel meseledir ve böyle de olmalıdır.

Toplumu temsil eden hükümetin, insanların tüm eylemlerinin ve kamuoyuna yayılan tüm öğreti ve doktrinlerin üzerinde genel bir denetleyici güce sahip olduğu ve bu denetim olmadan toplumun ihtiyaçlarının hiçbir zaman layıkıyla karşılanamayacağı görüşünden hareket ediyorum.

Burke’ün Reflections‘ı Friedrich von Gentz tarafından 1793’te çevrilmiş, Almanca konuşulan Avrupa’da kendine hemen bir yer bulmuş ve Gentz’in kendisi, Adam Muller, Karl von Haller ve diğer Alman romantikleri de dahil olmak üzere bütün bir siyaset felsefecileri ekolüne ilham kaynağı olmuştur (Burke’ten en çok etkilenen Alman devlet adamları arasında, çağdaş Amerikan muhafazakarları arasında bir vizyoner olarak hayrete düşüren bir teveccüh bulan, ancak açıkça eski kafalı bir irticacıdan azıcık fazlasına sahip Metternich de vardı). Bir imtiyazlar toplumu için teorik bir gerekçe arayan Alman Roman ekolü, Amerikan kolonilerinin bağımsızlığını savunan aynı adamın yazılarında bir gerekçe bulmaktan çok hoşnuttu. Romantikler siyasî meselelerle ilgilendikleri sürece, fikirleri büyük ölçüde Burke’ün fikirlerinden türemiştir; ancak buna bir de Orta Çağ’a duyulan mistik bir hürmet ilave edilmiştir ki bu da modern dünyaya yönelik cılız bir protestodan başka bir şey değildir. Orta Çağ’ın bu şekilde yüceltilmesi, onlarca yıl boyunca Alman romantizminin bir karakteristiği olmuştu ve Viereck’in de işaret ettiği gibi, Alman muhafazakâr düşüncesinin doğasında var olan irrasyonalizm ve organikçilik, Nazizmin daha sonraki sosyal felsefesinde önemli bir yer tutmuştur. Toplumsal olgular hakkında bireyci terimlerle düşünmeye zaten yatkın olmayan Alman entelektüeli, siyasi sorunlara tamamen kolektivist ve totaliter bir yaklaşıma geçişte zorlanmadı. Böylece, bu ekolün modern temsilcileri bu fikre ne kadar karşı çıkarsa çıksın, Nasyonal Sosyalist düşüncenin felsefi temelini büyük ölçüde muhafazakârlık oluşturmuştur.

Aydınlanmanın toptan reddedilmesi, Fransa’da Devrime karşı tepkinin başlangıç noktası olmuştur. Joseph de Maistre (filozoflara yönelik şahsi nefretiyle yanıp tutuşan) ve Bonald gibi yazarlar, monarşik mutlakiyetçiliği ve Papalık teokrasisini aklamak için mantık çerçevesinde bir yaklaşım benimsemişlerdir. İnsanın doğasına ilişkin on sekizinci yüzyılda yaygın olan iyimser görüşün yerini, bu yazarların düşüncesinde, insan doğasının doğuştan ahlaksız ve yozlaşmış olduğu fikri almıştır. Hıristiyanlığın asli günah fikri, devlet zorbalığı ve kilise otoriterliğinin bahanesi haline getirilmiştir (tıpkı günümüzde yeni muhafazakarların bu doktrini daha fazla devlet kontrolünü gerekçelendirmek için kullanmaya çalışması gibi). Fransız sağ kanadı, Devrimci ayaklanmanın sebep olduğu öfkeyle, kuşaktan kuşağa liberal reformlara karşı savaş vererek Fransız tarihinde bugüne kadar hep meşum bir rol oynamış olan bir uzlaşmazlar topluluğuna dönüşmüştür. Dünyanın çeşitli ülkelerindeki özel durumlar muhafazakâr felsefeye nüanslar katmış olsa da, temelde inanışlarının ne yönde olduğu her yerde netti. Örneğin Orta Çağ’ın yüceltilmesi, Avrupa genelinde modern sanayi toplumuna karşı bir hoşnutsuzluğu da beraberinde getirmiştir. Fakat kapitalizmin diğer Avrupa ülkelerinden çok daha ileride olduğu İngiltere’de bu hoşnutsuzluk, muhafazakar düşünürlerin nispeten sofistike antikapitalist argümanlarıyla desteklenmiştir. Sosyalistlerin daha sonra ileri sürdüğü argümanların birçoğu ilk olarak Wordsworth, Coleridge ve özellikle Southey’in de aralarında bulunduğu bir grubun yazılarında kendine yer bulmuştur. Southey, bir toplumda servetin aşırı üretiminden kaynaklanan periyodik işsizliği öngören bir ticaret döngüsü kuramı geliştirmişti ve hem kendisi hem de Coleridge, gelirin eşitlenmesi amacıyla yüksek oranlı vergilendirme ve kademeli bir emlak vergisini desteklemekteydi. Esasen, Hıristiyan sosyalistleri teşvik edecek ve bilahare diğer anti-kapitalist teorilerle bütünleşerek refah devleti doktrinlerinde tam anlamıyla vücut bulacak olan ilk muhafazakârların ortaya koyduğu ilkelerin büyük bir kısmıdır direkt. Muhafazakarlık ve sosyalizm arasındaki bu belirgin tarihsel bağlantı son derece manidardır. Mesela, sonradan gelen Sismondi’nin sosyalizmin bir öncüsü mü, muhafazakarlığın bir temsilcisi mi, yoksa -en muhtemel olanı- her ikisi birden mi olduğuna karar vermek güçtür. De Maistre ve Bonald’ın Saint Simon ve Auguste Comte’un teorileri üzerindeki önemli etkisi tabii ki iyi bilinir.

Sosyolojik ve antropolojik kavramların siyaset felsefesinde kullanımının ivediliği konusundaki çağdaş muhafazakâr ifadelerde, liberalizmin düşmanlarının ” toplum ” odaklı yeni toplum bilimini liberal ekonomiyle mücadele etmek için kullanılabilecek umut verici bir silah olarak gördükleri zamanları hatırlatıyor gibi. Leon Bramson, The Political Context of Sociology adlı kitabında, sosyolojinin kilit kavramlarının çoğundan sosyalistlerin değil muhafazakârların sorumlu olduğunu belirtmektedir:

XIX. yüzyılın başlarındaki Fransız muhafazakârları, Aydınlanma teorisyenlerinin bireyciliğini ve ilahi doğru monarşiye, aristokrasiye ve kiliseye karşı sertliklerini kınamışlardır. Onlara göre bu teorileri pratiğe dökme girişimi toplumsal dokuyu tahrip etmiş, insanları birbirinden ayırmış ve anarşik bir boşluk içinde çaresizce sürüklenen bireyci atomlar yaratmıştı. Toplumsal düzenin yeniden tesis edilmesi Bonald ve de Maistre’nin olduğu kadar sosyolojinin babası Comte’un da meşguliyetiydi.

Sosyolojinin anahtar kavramlarının birçoğu düzenin korunması ve muhafazasına ilişkin bu kaygıyı göstermektedir; statü, hiyerarşi, ritüel, entegrasyon, sosyal işlev ve sosyal kontrol gibi fikirler Fransız Devrimi’nin ideallerine (bireycilik, sekülerizm, bilimsel rasyonalizm ve eşitlikçilik) karşı verilen tepkinin tarihinin bir ürünüdür. . .  Burke, Bonald ve de Maistre gibi muhafazakâr düşünürler ve bir ölçüde Hegel tarafından geliştirilen toplum ve insan doğası görüşü, aslında Locke, Voltaire ve Bentham gibi rasyonalistlerin ve bireycilerin görüşüne oldukça zıttı. Muhafazakârlar için toplum organik bir varlıktı, elinde yeni bir düzen planı olan bir adam tarafından manipüle edilebilecek bir bireyler yığını değildi.

On dokuzuncu yüzyılda muhafazakârlık ve liberalizm arasında yaşanan mücadele, teorik düzeyde olduğu kadar politik alanda da kendini göstermiştir. Kuvvetli sosyalist partilerin 1880’lerde ortaya çıkışına değin, Avrupa’nın önde gelen ülkelerinin iç siyasetindeki temel olgu, modern liberal devletin hayata geçirilmesi için verilen mücadeleydi; bu mücadelede liberalizm reaksiyon kuvvetlerine karşı yalnız başına ayakta duruyordu. Başlangıçtan beri büyük ölçüde liberal olan İngiltere’de bu mücadele, oy hakkının kapsamının genişletilmesi ve serbest ticaret gibi nispeten periferik meseleler üzerinden verilirken, Ren’in batısında, Alpler’in ve Pireneler’in güneyinde mücadele, serfliğin tasfiyesi, anayasal hükümetin kurulması ve Engizisyon’un çökertilmesi gibi temel konular üzerinden yürütülüyordu.

Dünya tarihinde yer alan muhafazakârlık ve liberalizm arasındaki bu savaş tesadüfi ya da olumsal olarak ele alınabilir mi? Usavurum açısından bu pek mümkün görünmemektedir. On dokuzuncu yüzyıl düşünce ve siyasetine nüfuz eden liberalizm ve muhafazakârlık arasındaki köklü husumet, gördüğümüz gibi, zamanın geçmesiyle ortadan kalkmamış olan temel felsefi ayrışmalardan kaynaklanmaktadır. Tıpkı Frank S. Meyer gibi, bu mücadelenin sona erdiğini, yirminci yüzyılda bu farklılıkların çözüldüğünü iddia etmek, iki kutup arasındaki tartışmanın doğasını çarpıtmak anlamına gelir.

Usavurmanın belirli bir toplumsal düzenin makbul olup olmadığına karar vermede bir araç olarak kullanılmasının reddi, liberal kesimin toplumsal meseleleri ele alırken geçerli tek yöntem olarak usa duyduğu sıkı güvenle uzlaştırılamaz. Liberal, bir gelenekle ancak bu geleneğin yararlı bir fonksiyona sahip olduğu rasyonel olarak gösterilebildiğinde ilgilenir. Bazı muhafazakâr yazarların sehven iddia ettiği gibi, geleneği bütünüyle bir kenara atmaya hazır değildir liberal. Fakat muhafazakarların aksine, geleneği toplumun doğru yönetilmesi bakımından belirli kriterlere göre değerlendirmeye tabi tutmaya ve bu kriterlerle çelişmesi halinde geleneği reddetmeye hazırdır. Liberal, topluma belirli bir dünya görüşünü empoze etmeye de yanaşmamaktadır. Profesör von Mises’in de belirttiği gibi:

Liberalizmin ne dini ne dünya görüşü ne de özel çıkarlar grubu vardır. Din değildir çünkü ne iman ne de adanmışlık ister, mistik hiçbir yanı olmadığı gibi dogmaları da yoktur. Dünya görüşü değildir çünkü kozmosu açıklayamaya kalkışmadığı gibi insan varoluşunun anlamı ve amacı hakkında da hiçbir şey söylememektedir. Özel çıkarlar grubu değildir çünkü herhangi bir bireye ya da gruba özel bir avantaj sağlamaz ya da sağlamaya çalışmaz.

Liberallerin benimsediği açık toplumu, yani insanların diledikleri ahlaki ve sosyal ilkelere bağlı kalmakta serbest oldukları ve eylemlerinin başkalarının eşit haklarının kısıtlanmasına yol açmadığı ölçüde bu ilkelerle hareket etme özgürlüğüne sahip oldukları bir topluma damgasını vuran şey, bu dünya görüşü eksikliğinin ta kendidir. Liberal, yurttaşların kendi eylemlerini hükümetin müdahalesinden arınmış şekilde uygun gördükleri ölçüde düzenleyebilecekleri yaşam alanını genişletmeyi hedefleyen politikaları desteklemektedir.

Liberalizm ve muhafazakârlık arasında yaşanan çatışmada yer bulan en temel mesele- Herbert Spencer’ın “Yeni Muhafazakârlık” başlıklı makalesinde belirttiği gibi – esasında şudur: İnsanların ne dereceye kadar özgürce hareket etmelerine izin verilmeli ya da ne dereceye kadar baskılanmalıdır. Tüm siyasi teorilerin temelinde yatan mesele, ister “Diğerkâmcı Tory” (sosyalist yahut refah devletçi) ister “egoist Tory” (muhafazakâr) olsun, hangi dünya görüşünün uygulanacağı değil, daha ziyade vatandaşa ne ölçüde özgür seçim hakkı tanınacağıdır. Bu soruda liberal, hem muhafazakarlığa hem de soldaki rakiplerine karşı tek başına durmaktadır:

Diğerkâmcı Tory de egoist Tory gibi Tory cinsine aittir; fakat bu cinsin yeni bir çeşidini oluşturmaktadir. Ve her ikisi de Liberallerin muhafazakarı ” özellikle siyasi kurumlarda ve genel manada daha fazla kısıtlama özgürlüğünü savunan kişi” diye tanımladığı bu günlerde Liberal ile bariz bir tezat içerisindedir.

. . . Toryizm ve Liberalizm başlangıçta biri militanlıktan, diğeri ise sanayicilikten doğmuştur. Biri statü rejimini, diğeri ise sözleşme rejimini temsil ediyordu; biri sınıfların yasal eşitsizliğine eşlik eden zorunlu iş birliği sistemini, diğeri ise yasal eşitliklerine eşlik eden gönüllü iş birliğini temsil ediyordu ve her iki partinin ilk eylemleri, kuşkusuz, sırasıyla bu zorunlu iş birliğini gerçekleştiren kurumların sürdürülmesi ve bunların zayıflatılması ya da engellenmesi yönündeydi.

Muhafazakârlık ve liberalizm arasındaki farkları ortaya koymuş olduk ve günümüz Amerika’sında liberaller ve muhafazakârlar her ne kadar kısa vadeli siyasi amaçlar için bir araya gelebilseler de nihai analizde yollarının kökenleri kadar ayrık olması gerekmektedir. Bu iki siyasi felsefe arasındaki uzlaşma, büyük zıtlıkları sentezleyecek Hegelci bir diyalektik sürecinin olası bir çıkışına bağlı olacaktır.

1 Comment

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

Lucretius (Stanford Felsefe Ansiklopedisi)

Önceki Makale

İlkel Komünizm – Manvir Singh