Kymlicka’nın Çokkültürlü Yurttaşlığı – George Iordanou

988 görüntülenme
16 dk okuma süresi
Kualia Analitik Felsefe

Kualia Analitik Felsefe

Çeviri: Fatih Köktemir

Editör: Hasan Ayer

Bu yazıda Will Kymlicka’nın çokkültürcülüğü konu edinen ve son derece etkili olmuş kitabı Multicultural Citizenship’in bir özetini sunuyorum. Bu kitap çokkültürcülükle ilgilenen herkes için önemlidir zira gruplara özel haklar meselesine dair çağdaş tartışmaları başlatmıştır. Kymlicka’nın -azınlık ve göçmen- grupların mensuplarına özel muamele yapılmasını savunan yeni bir geleneksel liberal değerler yorumu sunmasının cüretini takdir etmek için Kymlicka ile hemfikir olmaya gerek yoktur. Kymlicka, bu yeni yorumuyla liberal devletin uzun zamandır kabul görmüş tarafsızlığına meydan okur. Düşüncesi ve argümanını liberalizmin kendisinden almasıyla diğer benzer yorumlardan ayrışmaktadır.

Elbette bu kitapta sorunlu olduğunu düşündüğüm bazı temel noktalar vardır: Bunlardan ilki, kültürü aşağı yukarı homojen bir şey olarak ele almasıdır; ikincisi, ulusal azınlıklar ile göçmen gruplar arasındaki kesin ayrımdır; üçüncüsü, etnisiteyi kültürel kimliğin bir işareti olarak göstermesi ve bu kimliği diğer kimlikler pahasına öne sürmesidir; sonuncusu ise devletin koruması gerektiği nihai değer olarak otonomiyi gören kapsamlı liberal yaklaşımıdır.

Bu bir kitap eleştirisi değil, kitap özetidir. Dolayısıyla kendi kişisel düşüncelerimi bu yazıda yansıtmayacağım. Bu yazının devamında Kymlicka’nın argümanlarını özetlemeye çalışacağım. Başlayalım.

Kymlicka’ya göre ulus “belirli bir seviyede kurumsallaşmış, belirli bir dili ve kültürü paylaşan ve belirli bir toprak parçası yahut vatan üzerinde yaşayan tarihsel bir topluluktur” (s. 11). Modern devlet belirli bir ulusal kimliğe sahip tek bir gruptan daha fazlasını kapsadığı için çok ulusludur. Bu ek gruplara ulusal azınlıklar denir ve bu gruplar baskın çoğul kültüre kıyasla dezavantajlı durumdadır zira liberalizmin kültürel tarafsızlık varsayımının aksine devlet baskın sosyal kültür lehine etnokültürel şekilde taraf tutar.  

Kültürün sürdürülmesi tercih bağlamında bireyin otonomisi için son derece önemli olduğundan Kymlicka grup haklarını kültürün intibak amacıyla destekler. Dolayısıyla kitapta sunduğu çokkültürlü yurttaşlık teorisi liberal bir teoridir zira otonomiyi “en temel liberal hak” (s. 26) olarak gören vicdan özgürlüğünü dayanak olarak alır. Kymlicka’ya göre otonomi, kişinin inançlarını ve yargılarını tanıyabilme ve gözden geçirebilme yeteneğidir. Bir yorumlama aracı olarak birçok kültürün varlığı modern devletin birliğini tehdit etmez çünkü ulusu tanımlayan şey yurtseverliktir, yurtseverlik de “ortak bir ulusal kimlik” (s. 13) olarak değil çeşitliliğe ortak bir bağlılık olarak tanımlanır.

Kymlicka kültürel çoğulculuğun karışıklığını daha iyi kavrayabilmek adına göçmenleri ulusal azınlıklardan ayırt eder. Göçmenlerden, ülkeye gönüllü olarak geldikleri takdirde “paralel bir toplum oluşturmaları değil” (s. 15) “baskın kültürün kamu kurumlarına katılmaları” beklenir (s. 14). Ev sahibi devlete sundukları talepler topluma daha iyi entegre olabilmek adına kültürel tikelliklerinin tanınmasına yönelik taleplerdir. Ulusal azınlıklar ise genellikle siyasal veya toprak otonomisi talep ederler.

Kymlicka’nın savunduğu gruplara özgü haklar öz-yönetim haklarını, çoketnikli hakları ve özel temsil haklarını kapsar. Öz yönetim hakları, “siyasal otonomi ve bölgesel mevzuat” talep eden ulusal azınlıklara yöneliktir (s. 27); çoketnikli haklar göçmen grupların taleplerine yöneliktir ve genellikle eğitim müfredatında, fonlarda değişiklikler yapılması ve belli kanunlardan muafiyet tanınması gibi ırkçılık karşıtı politikaları kapsar; son olarak, özel temsil hakları ise öz yönetim haklarını takip eden haklar olarak görülür (s. 32) ve dezavantajlı gruplara mensup insanların yaşadığı tarihsel ayrımcılığı dengelemek için uygulanır.

Asimilasyonu önlemek adına kültürel mensubiyet korunmalıdır çünkü kültür, kişinin içerisinde iyi bir yaşam sürdürebileceği yapıyı kurar. Kymlicka’ya göre iyi yaşam seçim özgürlüğüyle kısıtlı değildir, ayrıca kişinin çıkarlarını, inançlarını ve isteklerini yansıtan yaşamdır; bunların hepsi de gözden geçirilmeye ve değiştirilmeye açıktır (s. 81). Böylece Kymlicka, kültürel intibakı ifade, örgütlenme, otonomi ve bilgi özgürlüğü gibi geleneksel liberal ilkelerle bağdaştırır. Kültürel mensubiyet, “anlamlı seçenekler sağladığı” ve “başkalarının bizi nasıl algıladığını ve bize nasıl reaksiyon gösterdiğini etkilediği için” önemlidir (s. 89). Ayrıca, bir kimlik biçimi olarak kültür diğer seçeneklerden daha güvenilirdir çünkü hem “başarıya değil aidiyete dayalıdır” (s. 89) hem de öz-saygı ve haysiyetimizle doğrudan bağlantılıdır. Dolayısıyla, “göçmenlere verilen çoketnikli haklar ve ulusal azınlıklara verilen özyönetim hakları toplumsal kültüre katkı sağladığı sürece bireysel özgürlüğe de katkı sağlamaktadır.” (s. 101).

Kymlicka, “iyi niyetli ihmal” politikasının gerçekçi olmadığı gibi pratikte uygulanabilir de olmadığını gösterebilmek için dil meselesine odaklanır çünkü devlet, bazen isteyerek bazen de istemsiz bir netice olarak belirli bir toplumsal kültürün dilini devlet belgelerinde ve kurumlarında kullanarak o kültürü desteklemek durumundadır. Devletin kurumları tarafsız görünse dahi ulusal çoğunluğun etnokültürel arka planı devletin kararlarına yansıyacak, bu durum da kültürel azınlık mensuplarını çoğunluğun iradesine maruz kalmak durumunda bırakacaktır (s. 113).

Dolayısıyla, Kymlicka’ya göre kültürel azınlıkların grup temsiliyetine yalnızca iki koşulda meşru hakkı vardır: İlk olarak, tarihsel ve kurumsal olarak dezavantajlı duruma düşmüş olmalıdırlar; ikinci olarak ise öz yönetim taleplerinin mensuplarının isteğini yansıttığını ispatlayabilmelidirler (s. 144-145). Temsilin biçimi değişebilir; ayna temsili denilen ve kadınlarda olduğu yüzde 50 oransal temsil garantisi olan şekilde grup temsil edilebilir yahut Maori halkında olduğu gibi temsilciler Maori halkına karşı sorumlu olduğu sürece Maori halkından olmak zorunda olmayabilirler (s. 149).

Grup temsiliyeti meselesinde otonomi ve illiberal kültürler tartışması da öne çıkmaktadır. Buradaki endişe şudur: Ya azınlık kültürlerin istediği şey daha fazla hakka sahip olmak değil de kendi hallerine bırakılmaksa? Başka bir deyişle, ya bu kültürel gruplar otonomi değil de tolerans talep ediyorsa. Daha da endişe verici olan şey ise, illiberal kültürlerin kendi mensuplarının bireysel özgürlüklerini kısıtladığı durumda liberal devletin ne yapması gerektiğidir (s. 153-155).

Bu endişelere yanıt olarak Kymlicka, otonomi ilkesinin özel veya kamusal, siyasal veya sivil farketmeksizin her alanda korunması gerektiğini zira liberal toleransı mümkün kılan şeyin otonomi olduğunu belirtir: “Liberal toleransı diğerlerinden ayıran şey otonomiye, yani bireylerin mevcut amaçlarını gözden geçirebilme özgürlüğüne sahip olması gerektiği fikrine bağlılığıdır.” (s. 158). Kymlicka böylece otonomiye dair kapsamlı bir yorum sunarken Rawls’un yorumundan ziyade Mill’inkine yakın durmaktadır. Otonomiyi yalnızca siyasal düzlemde elzem gören Rawls’un aksine otonominin hayatın tüm alanlarındaki insan etkileşimlerinde elzem olduğunu savunur (s. 162).

Kymlicka otonomiye olan bağlılığından vazgeçmeye gönülsüz olsa da azınlık kültürlere müdahale edilmesini meşrulaştırmaktan da kaçınır. Ona göre, otonomiyi güçlendirmek veya illiberal/baskıcı gelenekleri elimine etmek müdahale etmek için meşru bir sebep değildir (s. 167). Liberal ülkeler, illiberal kültürlere illiberal yasalara sahip ülkelere davrandığı gibi davranmalıdır. Baskıcı yasalara sahip bir ülkeye başka bir ülke nasıl müdahale edemiyorsa, liberal devlet de pratikleri çoğunluk tarafından illiberal bulunan kültürlere müdahale etmekten kaçınmalıdır (s. 168). Liberal devlet müdahale etmek yerine iş birliği yoluyla liberalizasyon ve entegrasyonu teşvik etmelidir. Elbette bu mesele radikal biçimde anlaşılmamalıdır zira müdahale tamamen yasaklanmamıştır; daha ziyade “kölelik, soykırım, toplu işkence gibi büyük ve sistematik insan hakkı ihlalleri durumlarında müdahale meşru olabilir, tıpkı bu koşullarda başka bir ülkeye müdahale etmek meşru olacağı gibi” (s. 169). 

Bu noktada aşikardır ki Kymlicka, grupların iyi yaşamı neyin oluşturduğuna dair oldukça farklı algılara sahip olabileceğinin ve bu durumun da bir toplumsal birliği oluşturulacak zemini imkansızlaştırabileceğinin farkındadır. Ayrıca belirli siyasal değerlere ortak bağlılığın, toplumsal birlik için ortak kimliğe gerek olduğu konusunda Mill’in ve daha yakın zamanda David Miller’ın ortaya koyduğu endişeleri gidermediğinin de farkındadır. Kymlicka bu endişelere yanıt olarak Taylor’ın “derin çeşitlilik” anlayışına dayalı, yurttaşların “yalnızca çeşitliliğe saygı göstermeyip çeşitliliğe yaklaşımların çeşitliliğine de saygı göstermesi gerektiği” bir çokkültürlü yurttaşlık teorisi sunar (s. 189-190).

Kymlicka’ya göre toplumdan çekilme veya topluma asimile etme bir seçenek değildir. Çekilme olamaz çünkü yeni yaratılan gruplar homojen değil yalnızca daha önceki problemleri kapsayan yeniden düzenlenmiş oluşumlardır, bu durumda çeşitlilikle ilgili problemler devam etmektedir. Kültürel asimilasyon da bir seçenek değildir çünkü empirik verinin de gösterdiği üzere asimilasyon için kullanılan çok çeşitli kültürel emperyalist güçlere rağmen kültürel gruplar tarihsel olarak asimilasyona direnebilmiştir. Buna ek olarak, Kymlicka’nın da belirttiği üzere asimilasyon kendi amacına zarar vermektedir; özellikle göçmenlerde ev sahibi ülkeye entegrasyon, onların etnik tikelliğinin tanındığı durumlarda daha yumuşak ve hızlı şekilde gerçekleşmektedir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Makale

“Bir Adalet Teorisi”nin Mirası – David D. Corey

Önceki Makale

Liberalizm ile Neyi Kastederiz? – Helena Rosenblatt